29 Haziran 2007 Cuma

29 Haziran Bach'tan Sonra

Son 3-4 yıldır, aslında epistemoloji problemleri ile hiç ilgilenmemekle birlikte, ısrarla fizikle matematik arasındaki ilişki sorununa dönerken, aslında neyi düşünmeye çalışıyorum?

Bu akşam, oldukça yorgun ve nasıl adlandıracağımı bilemediğim bir ruh hali içinde olduğum bir sırada aklıma şöyle bir cümle geldi (rastgele, öylesine değil, aslında bunu, yani neyi düşünmeye çalıştığımı düşünüyordum): “Bach’ın müziğinde ifadesini bulmayan (ama hayattan yine de tanıdığımız, işaret edebileceğimiz, yaşadığımızı bildiğimiz) bir neşenin izini sürmeye, onu düşünmeye çalışıyorum.” (Zelenka’nın müziğinin beni o kadar sarsması, o kadar ki, hâlâ ona geri dön/e)memiş olmam, onu dinlemekten imtina etmem, belki bu yüzdendir.)

Bunu söylerken, düşünürken aslında Bach’a bir yerde (nerede? öznellik, yaşantı, fenomenoloji alanında mı?) epistemolojide Newton’un tuttuğu (tutmuş olduğu) yere benzer bir yer, bir rol mü atfetmiş oluyorum? Yaşanabilecek her şey, bütün yaşantı olanakları, (yaşantıyı ve müziği yeterince dikkatli dinlediğimiz takdirde) ifadesini (anlamını? sesini? kalıbını?) Bach’ta bulabilir. Tarihin sonu iddiasının müzikal karşılığı Bach’tır. Bu mu, kendisine karşı düşünmeye çalıştığım sav...?

Matematikle fizik arasındaki o “küçük açı”nın –mükemmel olarak işittiğimiz aralıkların, her zaman matematiksel olarak mükemmel olmamaları (Pythagoras’ın hesaplarmaları ile Samos’taki kazılan kanalın iki ucu arasındaki küçük fark)– işte, modern dünyanın anlamladırma olanaklarını aşan, onların dışına taşan o neşe olanağının kaynağı olduğunu (daha doğrusu, olabileceğini) düşünüyor, böyle düşünüldüğü takdirde nereye kadar gidilebileceğini görmek istiyorum – sanki...

Tabii, denebilir ki (hatta denmeli ki) Bach’ın müziğinin kendisinin kaynaklarından biri de, tam da o açı, “wohltemperiert”le “equal temperament” arasındaki farktır. Ama şimdilik bu kadar “itiraf” yeter... Kendi cehaletim bir yana, araçların kendisi de kaba saba geliyor (Bach’ın müziği değil tabii, ondan da matematikten de bahsetmek için kullandığımız kelimeler falan...)

Ama tabii, kaba saba da olsa araç-gereçten tamamen yoksun değiliz; örneğin romantikler de aynı olanağın önünde eşiniyorlardı.

2 yorum:

24 Haziran 2007 Pazar

Bu Dünyanın Yerlileri

Nizamettin Uygar'ın Timuçin Binder'İn son iki gönderide yanıtlamakta olduğu yazısı, daha önce "yorum" olarak yayınlanmış olduğundan gözden kaçmış olabilir. Kendi talebi üzerine yeniden yazı olarak yayınlıyorum.


Değerli Timuçin Binder

Yazınızı yeni gördüm. Malum, bu hayatın bize yüklediği yapay zorunluluklar var. Hızlı yazıyorum, sizi önemsemediğim duygunuzun(duygu da bir fikirdir)asla benimle anılamayacağını da belirtmek için.
Ezber konuşmanın anlamına yönelik söylenecek sözler arasında ‘birbirimizi tanıma’ da olabilir. Ama bence konunun özüne hiçbir katkı yapmaz. O halde bana göre, nedir ezber konuşmak; kafamızda oluşturduğumuz kalıplarla metne yaklaşmak, o kalıpları metne mal etmek, o kalıbın/formatın dilinde metni anlamlandırmak, kavramları o formatın tanıdığı biçimde –beklide kaçınılmaz olarak anlamak. Bu tarz bir düşünmenin bir çeşit muhafazakârlık olduğunu düşünüyorum. Var olanı, kendini aşmayı engellemeyeceği sınırda tutmak olarak. Ve muhafazakârlık, bir duyuş düşünüş tarzıyla, başka bir anlamda bir refleks gibi, işler. Bu bakımdan her zaman onun ‘varlığının farkına varamayabiliriz…’ Yani her zaman yüksek bir bilincin ifadesi değildir, muhafazakârlık…
Peki, ‘’aklınızda ne olduğunu nasıl biliyorum da sizin ezber okuması yaptığınızı anlıyorum’’ hemen söyleyeyim.
Ezber konuşmanın ne demek olduğunu anlatmak için sizin bana yazdığınız yanıttan hemen bir örnek vereyim. Benim yerlilik kavramı üzerine yazdığım: ‘’Yerlilik kavramı, Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmemek; Ancak onunla tam olduğumuzun, biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğunun, onu bölen her şeyin bizi de böldüğünün ifadesidir. İnsanlığın/emeğin, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deney imlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa, sınırlara karşı isyanın kurucu gücüdür.’’cümlesini ve diğer bütün cümleleri yerellik olarak okuyorsunuz mesela. Şimdi resme bir bakalım, benim yerlilik üzerine ifade ettiğim hangi görüşte yerelliğe bir vurgu var? Yerellik/ulusallık/sınırlara hapsedilme… Üzerine kurulu bütün modelleri reddetme üzerine kurulu olan yerlilik kavramını siz yerellik olarak okuyor ve onun üzerinden bana :’’Örneğin yerelliğinizin ölçüsü ne? Kaç kişiyle ve hangi koşullarda yerellikten bahsedebiliriz. Bir arkadaşımın bana hatırlattığı gibi, internet çağında ne tür bir yerellikten bahsedebiliriz? İnternet dünyası yerelliği etkilemiyor mu?’’ gibi sorular soruyorsunuz. Bir önceki metninizde yaptığınızı tekrar ediyorsunuz. Sonrada size ezberden konuştuğunuz eleştirisi yapıldığında alınganlık gösterip, diyalogu kopartma iması yapıyorsunuz.
Bakın bir başka yerde:
‘’Devlet, iktidar gibi kurumlara karşı olup devrimi bunlardan bağımsız düşünmeyi teşvik etmeye çalışan birisi olarak Uygar aslında eleştirdiği herkes kadar çok siyasetle ilgileniyor, tartışmayı hiç de alışılmamış cephelere taşımıyor. Açıkçası ben çok farklı bir yaklaşım görmedim. Bu tür devrimin nasıl gerçekleşeceği üzerine pek konuşmadığı gibi (teknik ayrıntılar), önerdiği devrimcilik hâlâ iktidar mücadelesiyle ilişkili. İktidarı, sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde veya Foucault’un yaptığı gibi tüm toplumu kapsayan hakikat rejimleri şeklinde düşünsek de, Uygar’ınkisi var olan iktidara karşı yapılan bir mücadele. Bu farklı bir şekilde yapılabilir mi, açıkçası bilmiyorum, ama Uygar’ın yaklaşımı da farklı değil. Üstelik devrimin canlandırılması, bir canlı varlık olarak görülmesi ve bir süreç olarak düşünülmesi bana çok daha şiddetli bir iktidarcı yaklaşım gibi geldi. Böyle bir toplumun içinde devrimci olmadan yaşayabilmek mümkün olacak mı? Herkes devrimci olmak zorunda değil.’’ Diyerek, metinde kullanılan kavramların hangi fikri projenin, ufkun takibinde olduğunu, kendi anlamını hangi fikriyatın katkısından ürettiğini, neleri içerdiğini irdelemeden, neyi ne için söylediğini düşünmeden (ki ben hangi fikri takibin içinde olduğumu yazmıştım), metnin zaten bildiğiniz şeyleri anlattığını iddia etmek, metne ait olmayan fikirleri o metne yamamak- örneğin, benim yazdığım hangi söz iktidarı almayı/rejimi ele geçirmeyi olumluyor?- başlı başına bir ezber okuma/konuşma örneğidir. Ayrıca benim metnimde, sizin söylediklerinizi doğrulayabileceğiniz bir şey yok… Metni deşmek mi istiyorsunuz, benim devrim fikrimin, toplumsal yanını açığa mı çıkarmak istiyorsunuz; ama o zaman benim yazdıklarımın hakkını vermeniz yani, metni tahrif etmeden, metnin söyledikleriyle metni değerlendirmeye tabi tutmanız gerekmez mi?
“Böyle bir yazıya nasıl cevap verebilirim” dedikten sonra ezbercilik suçlamasıyla metinden ziyade yazarıyla uğraşmak ilginç bir yaklaşım olmuş. Diyalogcu bir yaklaşım olduğunu söyleyemeyeceğim. Geliştirmiş olduğunuz devrimcilik yaklaşımınıza pek uymamış… ya da belki de uymuş… Kim bilir?’’ Gibi bir cümle de ezberden konuşmaktır diyeceğim, konuya bir katkısı olmayacağını düşüneceksiniz. Bu nedenle şimdilik,metne hakkını vermiyor demeyi tercih ediyorum. ‘’Diyalogculuk’’ ne demek, benim devrim fikrim ile diyalogcu yaklaşım arasında nasıl bir bağ var örneğin. Ben diyalogculuk iddiasında ne zaman bulundum?’’diyorsunuz. Diyalogculuk’’ kavramını muhtemelen birbirimizle ilişkilenme anlamında kullanıyorsunuz ben, aynı anlama gelmemek üzere emeğin yoldaşlığını, bir oluş’a, sürece, içkin bir politikliğe emek vermeyi öneriyorum. Biliyorsunuz diyalogculuğu, müzakereciliği liberalizmle ilişkilendirmek daha doğru olur. Bakın burada ben de ezber konuşuyorum çünkü ettiğiniz kelamın bende çağrıştırdığı şeyi size mal ediyorum. Buna karşı çıkarsanız ve bunun böyle olmadığını söylerseniz, size hak veririm. Ama diyalogculuk diye bir kavramı kullanmayı tercih etmem, etmeme nedenim de kavramın daha çok liberal terminolojiye yakıştığını düşünmemdir. Ama bunu sizin, kavramı kullanma ereğinizi dışta tutarak, söylerim.
Eğer İskender beni böyle bir şeyle eleştirirse, benim için bir başka ezber konuşma örneği: ‘’İskender’in ve tabiî ki Hegel’in tezine karşı, Tarih'te artık kendimizi görmek zorunda olmadığımız, mutlak bir şimdiliğin gereklerini düşünmeyi anlamlı bulduğumu’’ söylemem olabilir. Çünkü burada da metne kendi algımı mal ettiğim iddia edilebilinir.
Bilerek uzatıyorum çünkü bu konuya çözüm bulmak, bizi neyi konuşuyoruz üzerine daha fazla emek vermeye zorlayabilir ve bu bence çok önemli bir katkıdır Sizin’’bir katkısının olmayacağını’’ düşünüyor oluşunuzun hilafına.
Sanırım size ya da bir başkasına yönelik kırıcı sözler edeyim diye yazmıyor olduğumu anlatabilmişimdir. Birbirimize emek vermek bizi değerli kılar ve benim değere emek vermemem söz konusu bile olamaz… Saygılarımla.
***
Kısa bir not olarak belirtmeliyim artık; ben Ayşegül Denizci’nin söylediklerinin çoğunu anlamıyorum. Bunun, onun anlaşılmaz yazıyor olmasından kaynaklı olduğunu söylemiyorum. Sadece bende oluşan, insanı sarsmaya yönelik yazdığına dair hissi önemsediğimi belirtmek ve bu sarsma hamlesine kayıtsız kalıyormuşum gibi anlaşılmasın istiyorum.

0 yorum:

16 Haziran 2007 Cumartesi

Ezberden konuşma: Ya da konuşamama II

Sayın Nizamettin, yazınıza geri dönecek olursam, sizin yazınızda hem fikre karşı fikirle tepkide bulunma var hem de yazara yüklenme, yazarın nasıl okuması gerektiğine dair komutlar verme var. “Ezberden konuşuyorsun” demek size bu anlamda bir komut olarak gelmeyebilir ama bu şekilde ifade edildiğinde, en azından ben böyle algılıyorum. Çünkü benim fikirlerinize karşı bazı fikirler sunmam ve sizin bunları ezberden konuşmak olarak tanımlayarak tartışmaya bile layık bulmamanızı başka türlü açıklayamıyorum. Özellikle bir fikir tartışmasına girdiğiniz bariz bir şekilde belliyken, neden yazarın okuma ve dolayısıyla düşünme şekliyle bu kadar çok uğraşıyorsunuz? Aynı tavır içinde olmayı seçeceksem olsam, siz de bana göre ezberden konuşmuş oluyorsunuz. Mesele eğer kafamızda oluşturduğumuz kalıplarla (sizin tanımınız) veya genelde etkisi altında olduğumuz hegemonik veya ideolojik düşünce kalıplarıyla hareket ederek bir şeyler yazmaksa ve bir şeyleri okumaksa, siz ve metniniz bunun ne kadar dışına çıkıyorsunuz ki, böyle bir suçlamada bulunabiliyorsunuz. Ortada “nesnel” şekilde belirlenebilecek bu ezberdir veya ezberden konuşmadır diyebileceğimiz bir şey olmadığı sürece, rahatlıkla herkes bir diğerine göre ezberden konuşuyor olabilir.

Şöyle ifade ediyorsunuz ezberden konuşmayı:

“O halde bana göre, nedir ezber konuşmak; kafamızda oluşturduğumuz kalıplarla metne yaklaşmak, o kalıpları metne mal etmek, o kalıbın/formatın dilinde metni anlamlandırmak, kavramları o formatın tanıdığı biçimde –beklide kaçınılmaz olarak anlamak” diyorsunuz.

Bir önceki yazımda ifade etmiştim ama bir kez daha deneyeyim. Siz metninizi tabii ki kafanızda mevcut olan belli kalıplardan yola çıkarak ve belli fikirlere göre kâğıda dökersiniz ve yine size göre metniniz mükemmeldir, kafanızdaki her şeyi gayet açık bir şekilde ifade etmişsinizdir. Maalesef bu böyle olmuyor. O metin sizi terk ettikten sonra çok farklı şekillerde okunacaktır. Bu gayet doğal ve kaçınılmaz bir süreç. Siz bunu bir tür metinsel tecavüz, metne hakkının verilmemesi olarak ifade ediyorsunuz. Bu size bu kadar çok rahatsızlık veriyorsa, bence yazmayı bırakmanız gerekiyor. Ya da metninizi okuyan kişilerle buluşarak onlar metninizi okurken yanı başlarında bulunmanız gerekiyor, ki böylece metni sizin kalıplarınızla okusunlar. Bu bile yetersiz kalacaktır. Yine bir yerlerden kendi kalıpları, kendi fikirleri sızacaktır okuma sürecine. Tartışma dediğimiz şey de zaten bu yüzden var.

Peki, siz bu başkalarından talep ettiğinizi başarabiliyor musunuz, önünüze gelen metinleri o metinlerinin yazarlarının kendi kafalarında oluşturdukları kalıplara göre okuyabiliyor musunuz? Eğer yapabiliyorsanız, tebrikler. Bu konuda tek olmalısınız. Çünkü birçok yazarın, düşünürün, sanatçının, aydının, tarihçinin vb. yazıları bugün hâlâ tartışılıyor, hâlâ farklı yorumlara ulaşılıyor.

Sanırım bu noktada mal etmek terimine dikkatimi çekeceksiniz. Eğer mal etmekten kastettiğiniz, birisine dönüp “sen” bunu yazmışsın demekse, bu tabii ki yanlış bir tavırdır. Burada yazmaktan kastettiğim, söylenen şeyi yazarın fiziksel bir eylem olarak yazmış olmasıdır. Aksi takdirde, birinin dönüp “ben bu metinde yazarın bunu söylediğini düşünüyorum veya yazar bunu söylemiştir” veya “hatta yazmıştır” demesi metne bir şey mal etmek değil, metni okumaktır. Eğer okuma metnin yazarına göre yanlış olmuşsa, onun yapacağı şey bu okumaya itiraz ederek yeni bir metin yazmaktır.

Yukarıda yazmayla ilgili söylediğim bir şey çelişkili bulunabilir; açıklık getireyim. Yazarın bir şey yazmasıyla yazarın metinde bir şey yazmış olması arasında ince bir farklılık olduğunu düşünüyorum. Metin yazılıp okumaya sunulduktan itibaren artık yazarına ait değildir, farklı bir boyuta geçmiştir ve sonunda o metin yazarının hiçbir şekilde hayal bile edemediği yerlerde ve biçimlerde kullanılabilir. Okuyucularla buluşmuş bu metnin yazarı o ilk yazar, metni fiziksel olarak üretmiş yazar değildir. Artık hayali bir yazar mevcuttur. Dolayısıyla, yazar burada bunu yazmış derken kastedilen orijinal yazar değildir. Daha da ilginç olanı, bir gün orijinal yazar ölecek ve metin ya da metni, bu hayali veya farz edilen yazarla yaşamına devam edecektir. Eğer bu farz edilen yazarın kalıplarından bahsediyorsak, onun kalıpları hiç de net değildir ve metin yazıldığı orijinal boyuttan uzaklaştıkça bu netlik iyice kaybolur. Metin, orijinal yazarına ait olmayan ve hatta onun hiçbir zaman düşünmemiş olduğu kalıplar da yüklenir. Bu farz edilen bir yazar aynı zamanda bir çokluktur da. Hem metnin içinde bulunduğu entelektüel ortamın veya genel düşünsel bağlamın gördüğü bir yazar söz konusudur hem de her bir okuyucunun okurken gördüğü bir yazar vardır. Durum böyle olunca, mal etmenin ne olduğunu tanımlamak da epey zorlaşıyor.

Mal etme dediğiniz eylem birinci, yani orijinal yazarı kapsıyorsa, elbette yanlıştır. Diğer yandan eğer metnin orijinal yazarından bağımsız olarak atıldığı yolculuktaki yazarı kastediliyorsa serbesttir, normaldir, doğaldır. Ve iyidir de, çünkü metnin ciddiye alındığını, hâlâ toplumsal süreçlerin parçası olduğunu gösterir. Bir yazar veya bir tartışmacı için bundan daha iyi bir şey olabilir mi? (Tabii bu maalesef Hitler’in Kavgam’ı da olabilir ama bu düşünceyi savunanlar açısından baktığımızda, aynı şey söz konusudur. Ya da bir metin artık iyice klişeleşerek popüler kültürün veya kültün bir parçasına dönüşebilir.)

Burada duruyorum. Devam edecek…

1 yorum:

14 Haziran 2007 Perşembe

Ezberden konuşma: Ya da konuşamama

Sayın Nizamettin,
Bir yorum olarak gönderdiğiniz yazınızı geç fark ettim. Blogların yorum düzenlemesinin böyle bir kötülüğü var. Tesadüfen önceki yazılar gözden geçirilmediği sürece geçmiş yanıtlar fark edilmiyor. Ben o yüzden cevabımı yoruma yorum olarak göndermeyeceğim. Bu arada baştan bu yazının biraz uzun olacağını belirtmek istiyorum, daha doğrusu oldu. Bu yüzden parça parça göndereceğim.

Gördüğüm kadarıyla, “ezberden konuşma” konusu yazınızın önemli bir kısmını oluşturmuş. Bu konuyla ilgili fikrimi bir önceki yazımda açıklamış olduğumu sanıyordum ama herhalde yetersiz kalmışım. Her ne kadar ilk andaki tepkim bu tartışmayı daha fazla sürdürmemek biçimindeydiyse de, nasıl düşünmem veya yazmam gerektiği konusunda direktifler veren anlayışlar beni oldum olası rahatsız ettiğinden sonunda bu tartışmanın aslında düşündüğümden daha gerekli ve hatta değerli olduğu sonucuna vardım.


Eğer işin içinde açık hakaret yoksa (ki ülkemizde bu konuda var olan alınganlığı hesaba katacak olursak, sanırım hakaretin ne olduğu veya olması gerektiği konusunu da tartışmak gerekiyor), insanlar istedikleri gibi yazarlar. Üstelik tepkilerini ifade ettikleri yazıları tahrif de edebilirler. Her ne kadar bir yazının göz göre göre tahrif edilmesine karşıysam da, neticede her tepki, her eleştiri bir parça da tahrifat içerir. Bazı tahrifatlar büyük tepki çeker, bazılarıysa eleştiri olarak görülür. Tahrifatın olmadığı durum, okuyucunun okuduğu metinle yüzde yüz veya neredeyse tamamen fikir birliği içinde olduğu durumlardır. Her tahrifat elbette kasıtlı değildir ama sonunda yazarının öldürülmesine kadar giden tahrifatlar da vardır.

Neden bir yazının tahrif edilmesine veya daha düzgün bir şekilde söyleyecek olursam, anlamından saptırılmasına bu kadar önem veriyorum? Evet, bir yazının anlamından saptırılması yazarına göre hiç de hoş değildir ama zorunludur. Eğer ortada kasti bir saptırma yoksa (yani ne anlama geldiği anlaşılmışken saptırma), saptırmalar doğaldır ve yazarlar bu saptırmalarla birlikte yaşamak zorundadır.

Metinler saptırılır ve bundan hoşlanmayanlar (genelde ve en başta da orijinal metinlerin yazarları) tepkilerini belirten yazılar kaleme alır. Bu sırada iki farklı yöntem seçilebilir: Doğrudan metinde ifade edilen fikirlerle uğraşılır; veya bu fikirlerin üreticisi yazarla uğraşılır. Birinci yöntem de hiçbir sorun görmüyorum. “Bu duyduğum en saçma fikir” türünden hakaret olarak algılanabilecek ifadelerin bile kullanılabileceğine inanıyorum. Bazı insanlara veya çoğunluğa saçma gelebilecek fikirlerimiz olabilir, buna herkesin alışması gerekiyor. Yapılmaması gereken, bunu yazarın bir kişilik özelliğiymişçesine tartışarak onu susturmaya çalışmaktır. Haliyle bu yöntemi, yani ikinci yöntemi tercih edenler olacaktır ve ben bu kişileri susturmaya kalkışamam. Aksi takdirde aynı duruma düşerim. Sanırım tek yapabileceğim şey, bu tür yaklaşımın fikir alışverişini veya fikri tartışmaları sekteye uğratıcı yanına işaret etmek olabilir. Yazara veya yazarın tartışma şekline yüklenmenin başladığı yerde fikirlerin tartışılması da sona ermeye başlamıştır.

Kanımca ezberden konuşmak ikinci kategoriye ait bir yaklaşım. Eğer ezberden konuşmaktan kasıt o kişinin üzerinde çok fazla düşünmeden bazı fikirleri olduğu gibi alıp kullanması veya hâkim düşünce biçiminin ya da ideolojinin sınırları içinde kalarak bir şeyler ifade etmesiyse, bu, beğensek de beğenmesek de, gayet normal veya doğal bir davranıştır. Üstelik ezberden konuşma neticede herkesin herkese yöneltebileceği bir suçlamadır. Neredeyse herkes belli ideolojilerin ve düşünce kalıplarının etkisi altında kalarak fikirler üretir. Kimisi bunu daha yaratıcı bir biçimde yapar, kendisinden de bir şeyler katar, kimisi de pek uğraşmadan bulduğu fikirleri olduğu gibi kullanır. Açıkçası bunun dışına çıkmanın mümkün olduğunu sanıyorum. Sanan biri varsa, bunun nasıl olabileceğini açıklarsa sevinirim. Eğer bu ezberden konuşma suçlaması herkesin herkese yöneltebileceği bir suçlamaysa, bir fikir tartışmasında o tartışmayı tıkamaktan başka ne tür bir işlevi olabilir? Diğer yandan ezberden konuşma ibaresinin kendisi ne kadar bir fikirdir? Yani bu ibarenin ne tarafından yaklaşırsak, ortaya konulan fikirlere bir başkasını eklemiş olabiliriz.

Ezberden konuşmanın yaptığı tek şey veya hedefi yazarı belli bir kategoriye koymaktan başka bir şey değildir. Bu ibare veya suçlamayla kastedilen, “sen şöyle bir yazarsın” veya “söylediklerini söylememen gerekiyor, çünkü onlar ezber”. Yani fikre fikirle karşı çıkmadan yazarı tartışma dışı bırakma çabasıdır söz konusu olan. Konu bu noktaya gelince de, artık sürdürülecek bir fikir tartışması da kalmamıştır. Bir tartışma hâlâ vardır ama bunun karakteri artık “ben ve öteki” türünden (bazı düşünürlere göre bu siyasettir) bir tartışmaya dönüşmüştür.

Devam edecek…

0 yorum:

12 Haziran 2007 Salı

12 Haziran Düş Toplumu

Ayşegül Denizci

Maddi tarih el değiştiriyor...
"bir hikayeye sahip olanlar " ve "bir hikayeye sahip olmayanlar " arasında gelişen yeni sermaye paylaşımı düzeneğine geçiş diye adlandırıyor ROLF JENSEN,
adına DÜŞ TOPLUMU dediği ve bilgi toplumunun yerine geçen zamane insan toplumuna.
-Hayat yayınları.

Sahip olanla, olmayanlar arasındaki mücadelenin; sahip olanların, temel ihtiyaçlarının, maddi olmayan tüketime doğru yöneldiğini anlatıyor.

Artık markalaşma, hikayesi olan ürün geliştirmek olduğundan, kitlelerin ortak karakteristik özelliklerinin geldiği doygunluk noktası, piyasa profillerini "DÜŞ"lenen duygu durumları yaratan üretim araç ve ilişkilerine köprülemiştir.
"DÜŞ TOPLUMU" nun nihai toplum olacağı kehaneti şimdiden ilk ışıklarını yansıtmaktadır.

-sayfa 55'de bazı YENİ piyasa tanımları da var.
...
satılık macerelar piyasası
birliktelik, arkadaşlık , sevgi piyasası
bakım piyasası
ben kimim piyasası
şefkat piyasası
kafa rahatlığı piyasası
ikna piyasası

Ürünlerin pratik değerleri, bir değerler skalası izlemeyi zorunlu kılıyor... Duygular işte burada devreye giriyor.

Eğitimin de entellektüel zeka ağırlıklı olmaktan çıkarak duygusal zekaya doğru kayması gerekiyor.

Tabii;
Bu dünyaya niçin geldik?
Öldüğümüzde ne olacak?
"sorularından kurtulmanın piyasası"nın en büyük payı kaplayacağını ben zikredersem şimdi ayıp olmaz mı?

0 yorum:

11 Haziran Sayısallaşma ve Metalaşma

“Bütün bunların devrimle ilişkisi ne?” sorunu sormadan önce, geçen yazdıklarımın başında sorduğum soruya geri döneyim. Matematikleşme –eşyanın nicel boyutlarına indirgenmesi– ile metalaşma arasındaki ilişkiyi nasıl düşünmeliyiz?

Yarihsel olarak bu ilişkinin zorunlu olmadığını, örneğin sesin matematiksel ilişkilerinden hareketle ama piyasa kaygıları gözetmeyen bir müziğin bestelenebileceğini görmüştük. (Hatta o kadar ki, 1950’lerde Adorno-Boulez çevresi böyle üretilmiş bir müzikte anti-kapitalist bir jestin imkânını dahi vehmedebildiler.)

Bugün nasıl düşünmeliyiz bu ilişkiyi?

Bugün son derece ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Bilgi-işlem devriminin en önemli sonuçlarından biri, düne kadar matematize edilmeye, sayısalllaşmaya (ve dolayısıyla piyasa egemenliğine girmeye?) direnen bir faaliyet olarak göregeldiğimiz zihinsel emeğin matematize edilmesi (formelleştirilmesi, yani tıpkı kol emeğinin makinalar tarafından nesnelleştirilmesi gibi, bu kez elektriksel akımlar tarafından benzetlenebilecek şekilde nesnelleşmesi, demek ki “demokratikleşmesi”) oldu. Öyle ki bugün, belirli bir akılyürütme sürecini tercüme edilebileceği bilgisayar komutları açısından birim maliyetini, demek ki piyasa değerini hesaplayabiliyoruz.

Ama daha ilginç olan bir nokta var:

Zihinel üretim sürecinin bu şekilde nesnelleşmesini, mümkün kılan teknoloji özellikle Internet aracılığıya yarattığı yeni dağıtım kanallarıyla, piyasa mekanizmasının “dibini oyuyormuş” gibi görünüyor. İster bir ilaç formülü olsun, ister bir beste, ister bir T-shirt çizimi, sayısal sinyallere dönüştürülebilen her tasarım, sayısal sinyallere dönüştürülmekle ânında “mîri malı” haline geliyor gibi görünüyor.

Tahminimi mümkün en iddialı, en aşırı şekilde dile getirmeye çalışayım:

Entellektüel üretimin ya da sayısal teknolojilerin doğasında öyle bir şey var gibi görünüyor ki, biraraya geldiklerinde, zihinsel üretimin nesnellleşmesini sağlamakla birlikte, ürünlerinin metalaşmalarına engelliyor. Yani, yasalaştırılmasına, hukukî statüsünün belirgin kılınmasına gösterilen onca gayrete karşın, “fikrî mülkiyet” kavramı terimlerde bir çelişki gibi duruyor.

Buna itiraz olarak, benim geçici bir konjonktürü ilkeselleştirmeye kalkıştığım, fikrî mülkiyeti tanımlayacak, ona fiilî bir gerçeklik kazandıracak düzenlemelerin henüz yerli yerine oturmamış oldukları iddia edilebilir. Benim tahminim, fikrî mülkiyeti tanımlamak için gösterilen gayretin, diyelim bronz çağınının sonunda demir kullanımını sınırlandırdığını tahmin ettiğimiz tabulara ya da 16. yüzyıla kadar zannatkârların bilgisini piyasanın basıncından koruya gizem kültürüne benzeyeceği doğrultusunda...

Ama bilmiyorum. Fikrî mülkiyetile ilişkili sıkıntıların, az ya da çok sancılı (“kanlı mı kansız mı olacak”) iktidar mücadeleleri ile aşılacak geçici bir konjonktürün mü yoksa eşyanın tabiatından kaynaklanan bir olanaksızlığın mı ifadesi olduğunu tartabilmek bir yana, bu sorulara akılyürütme düzeyinde bir cevap aranabilip aranamayacağını dahi kestiremiyorum.

0 yorum:

7 Haziran 2007 Perşembe

Devrimcinin İkilemi

Tekrar devrim tartışmasına geri dönecek olursak, bir önceki yazımda biraz zalimce davranmış olduğumu düşünmüyor değilim ama artık bu toplumda ve belki de genelde dünyamızda devrimci tanımının sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Devrimi anlamakta zorluk çekmiyorum. Üstelik her ne kadar tehlikeli bulsam da, toplumsal yaşamın gerekli ve doğal bir tepkisi olarak görüyorum. Benim derdim devrimciyle.

Devrimin, doğası gereği kısa süreli bir tepki olması gerekiyor. Bugüne kadar birçok araştırmanın gösterdiği ve birçok kişinin de kendi yaşam deneyimlerinden bildiği gibi, insan muhafazakârdır, yaşadığı ortamla bütünleşme ihtiyacı onun aslında değişimci olmamasına yol açmıştır, açmaktadır. Süratli ve sürekli değişen ortamlar insanlara rahatsızlık verir. Bir kısmımız buna nostalji diyor. Bazı durumlarda daha ciddi psikolojik sorunlar da söz konusu. Bu sorunu fazlasıyla yaşayan günümüz insanının, var olanı olduğu gibi sürdürme ile değişime açık olma arasında gidip gelen farklı bir tür olduğu da söylenebilir.

Devrim kabaca o ana kadar var olmuş yapıyı alt üst eden ani değişiklik veya değişim şeklinde tanımlandığına göre, bunun sürekli bir hale getirilmesi aslında arzu edilmemesi gereken bir şey. Çünkü (1) insanların yeni koşullara alışması için zamana ihtiyaçları olduğundan, her devrim kazanımlarını veya getirdiklerini somutlaştırmak için şekil değiştirmek zorundadır, (2) sürekli değişim ve/veya ani değişimin insan beyninin tercih ettiği bir var olma şekli olmadığı görülüyor. Olsaydı, zaten böyle yaşardık. Bu tür konuları tartışırken insanların doğal hallerinde ne tür bir toplumsal hız içinde var olduklarını düşünmekte yarar var. Bunun ardından bir de modern yaşamın bu hızı arttırmış olmasının insanlar üzerinde yarattığı çeşitli sorunları göze alacak olursak, devrim gibi son derece hızlı toplumsal değişim evrelerinin normal yaşam biçimine dönüştürülemeyeceği gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.

O zaman devrimcilik ne anlama geliyor? Var olan toplumsal yaşamda çok ciddi ve kökten hızlı değişimi savunan birey diyebiliriz. Buraya kadar anlaşılır bir şeyden bahsediyoruz ama bu değişim gerçekleştikten sonra bu devrimciye ne oluyor? Eğer devrimciyse bir süre sonra kendi devriminin karşısında yer almak zorunda; çünkü bir süre sonra kendi devrimi normalleşerek kendi aşkınsal anlam sistemini ve iktidar yapısını kuracak (neden bunun zorunlu olduğu konusunu bir sonraki yazıda ayrıca tartışacağım). Sorun burada başlıyor. Kendisine devrimci diyen bireyler devrimden sonraki evre üzerine düşünmek istemiyorlar; hep devrim öncesinden ve devrimin gerekliliğinden bahsetme eğilimindeler.

Eğer devrim sonrası evre neticede devrim öncesi aşkınsallığın ve hegemonik yapılaşmanın tekrar ortaya çıkmasını getirecekse, yine aynı noktaya gelmiş olmuyor muyuz? Devrimin bitmemesi, devrimciliğin süreklilik kazanması ancak aslında hiçbir şeyin kökten değişmemesiyle mümkün değil midir? Çünkü ancak böyle bir durumda birileri çıkıp sistemi değiştirmek isteyecektir. Bu tam da modern yaşam devrimciliğinin içinde olduğu durumdur. Modern yaşamın veya biraz daha geniş tutarak medeni yaşamın temel mekanizmalarına veya özüne dokumayan, bu düzeyde bir değişikliğe yol açmayan devrimci faaliyetler sonunda devrimciliğin bir kez daha belirmesine yol açacaktır. Yani devrimci aslında modern veya medeni yaşamın neredeyse asli bir unsuruna dönüşmüştür ve bitmeyen, sona ermeyen proje olarak devrimcilik de bu tür yaşamın ortadan kaldırılamamasıyla ilişkili bir durum. Yani devrimciliğin bitmemiş bir projeye ve ardından da hem bir yaşam tarzına hem de felsefesine dönüşmesi doğrudan bu faaliyetin başarısızlığının sistemin ayrılmaz ve hatta bazı durumlarda gerekli bir unsuruna, bir parçasına dönüşmesiyle bağlantılıdır diyebiliriz. Çünkü devrimcilik ancak yapılan devrimler başarısız kaldıkça kalıcılığa, yaşam tarzına dönüşebilir. Hiçbir zaman sistemi alt üst edemediği, kökten değiştiremediği için bitmeyen bir proje.

0 yorum:

6 Haziran 2007 Çarşamba

6 Haziran Matematiğin Anlamları

Son yazdıklarımda şöyle bir sorun vardı: Matematize edilme ile metalaşmayı neredeyse eşanlamlılarmışcasına kullanıyorum. Tarihsel olarak bu tabii doğru değil. Tarih boyunca üretim süreçleri bakımından matematize eilmemiş sayısız mal elbette pazarda mübadele edilegeldi. Diğer yandan, mesela Rameau’nun bütün eserlerinin nerdeyse tamamı, Bach’ınkilerinin bazıları ksımen matematiksel saiklerle matematiksel bir çerçevede üretildi. Ama özellikle Bach’ınki Pazar için üretilmediği gibi, bazılarının dolaşıma girmesi bile, “piyasaya düşmeleri”, deyimyerindeyse, tesadüfen gerçekleşti.

Burada, “matematik” (daha doğrusu “matematize edilmek”) teriminin tam olarak matematikçilerin yaptığı şeyi adlandırmak için kullanılmadığını hatırlamak önemli. Bu bağlamda, daha ziyade metafizikçilerin matematikten anladığı şeyi, yani saf aklın ifadesi olarak matematiği kasdediyoruz: Birbirlerinden bağımsız olarak tanımlanmış unsurların, açık seçik tanımlanmış işlemler aracılığıyla ilişkilendirilerek oluşturduğu ve kendi kendisinin kanıtını da içeren aksiyomatik yapı... Kelimenin bu anlamında matatematiğin kendisinin bile matematikselleştirilmesinin ancak 17. yüzyılda gerçekten yola koyulduğu söylenebilir (Euclid’i bir an için bir kenara bırakacak olursak). Yani dünyanın büyüsünün bozulmaya başlamasından beri....

1920’lerde, 30’larda yazan düşünürler (Heidegger, Weber, Frankfurt Okulu) dünyanın akılcılaşmasının, matematize edilmesinin ancak bir merkez çevresinde örgütlenmiş, yekpare bir bürokratik yapı şeklini alacağını düşünüyorlardı. Kısmen bu yüzden modern devleti modernliğin olmazsa olmaz koşullarından biri olarak görüyorlardı.

Oysa, modern devletin teorisyenlerinden biri olarak anılsa da, Hegel’in sistematiği dünyanın (sivil toplumun) devletin müdahalesi olmaksızın da, akılcı bir doğrultuda işleyebilmesi imkânını (belki) öngörüyordu. Ya da Marks’ın sol Hegelciliği’Ni bu doğrultuda yorumlamak mümkün...

(Konuyu dağıtmak pahasına da olsa şunu eklemeden geçemeyeceğim: Belirli bir tarihsel mesafeden bakıldığında, 1968 hareketinin öncelikli olarak modern dünyanın “akıl-dışı” – yani matematize edilemeyen, piyasa akılcılığının dışında kalanarkaik yönlerine bir isyan olduğu, bu açıdan da 68’İn talepleri ile ardından gelen neoliberalizminkiler arasında sanıldığından büyük bir süreklilik olduğunun görülebileceğini düşünüyorum.)

Peki, bu matematik neyin ifadesi? Hegel’i, diyelim Stace (Birikim Yayınları) gibi, nisbeten daha akademik bir doğrultuda yorumluyor ve bu yorumu modern terimlere çevirmek istiyorsanız, matematik yapının (Objektif Tin olarak) genetik yapıda kodlanmış bir imkan olduğunu,, uygun şartlarda ortaya çıktığını söyleyeceksiniz. Yok Kojeve gibi, daha davranışçı, daha varoluşçu bir doğrultuda okuyorsanız, insan gövdesi gibi bir gövdenin dünyaya fırlatıldığında çevresi ve ötekilerle kurduğu ilişkiler tarihinden soyutlanmış, süzülmüş –hatta belki bir araç olarak sınanıp, inceltirek geliştirilmiş– bir yapı olarak değerlendireceksiniz. Ama Hegel’i döneminin idealist terimleriyle yorumlamakta ısrar edip, onu tarihin çöp sepetine havale etmek, olsa olsa bizi, sistematiğinden yararlanma imkânından yoksun bırakır.

(Tabii matematiği tamamen farklı bir doğrultuda, metafiziğin ondan talep ettikleriyle –hakikatle– bağını tamamen kopararak, fizikle ilişkisini de saf bir rastlantısallığa indirgeyerek de okumak mümkün– belki Gödel’den sonraki yegâne çözüm bu doğrultuda yatıyor.

Ama şimdi matematik felsefesinin daha da derinlerine dalmak istemiyorum– hoş bunu yapabilecek halim de, bilgim de yok.)

0 yorum:

4 Haziran 2007 Pazartesi

Nizamettin Uygar'ın itirazi notuna yanıt

Sayın Uygar,

Farklı fikirleri savunmayı anlayabiliyorum, birbirimizin görüşlerine katılmamayı da, ama kendi ezberinden okumak ne demek, açıkçası ona pek aklım ermedi. Sanırım tanışıyoruz ama ben bugüne kadar varlığınızı pek hissetmemişim. Çünkü ancak yakın bir ilişki sonunda veya bu konuyla ilgili olarak yaptığım çalışmalar hakkında belli bir gözlemden yola çıkarak benim ezberimden mi, yoksa yaptığım araştırmalardan yola çıkarak mı konuştuğumu iddia edebilirsiniz diye düşünüyorum. (Aslında ezberden konuşmak ne anlama geliyor pek emin değilim. Belki de dogmatiklik söz konusu olan. Her neyse, kulağa hoş gelmiyor.)

Yakın ilişkide olsak fark ederdim sanırım. Bu konuyla ilgili çalışmalarıma gelince, pek bir şey de yazmadım. O zaman nereden çıktı bu benim çalışma, hazırlanma ve topladığım bilgiyi sunma konusundaki bu iddianız.

Düşünüyorum da, ben de aynı tavır içinde yaklaşsaydım, yani dönüp sizin ezberden konuştuğunuzu söyleseydim, ne tür bir tartışmaya çıkacaktı ortaya? Ne dersiniz, benim kendi ezberimden konuşuyor olduğumu söylemek ne tür bir katkı sağlamış oldu bu tartışmaya? Böylece ileri sürdüğüm görüşleri çürütmüş mü oldunuz?

Metin ne söyler? Hiçbir şey söylemez. Yazarı bir şeyler söyler. Okuyucuları da okuyarak anlamaya çalışırlar yazarının söylemek istediğini. Bu süreç sırasında her metin farklı şekillerde anlaşılabilir. Bazen yazarının hiç arzulamadığı anlamlar da çıkabilir. Yazar buna karşılık başka bir metin kaleme alabilir ve aynı süreç tekrar başlar. Yoksa metin hiçbir şey söylemez. Aynı metini yüz yıl öncesine veya sonrasına taşıyalım, çok farklı sonuçlar çıkabilir. Öyle her metni tek bir şekilde okumak mümkün olsaydı veya her metin kendisini bilinmeyen bir güç vasıtasıyla tek bir biçimde okutabilseydi çok iyi olurdu ama maalesef böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Dolayısıyla, bir metnin bağlamından soyutlanmadan okunması pek mümkün değil. Çünkü her şeyden önce okuyucunun, eğer yazarın kendisi değilse, aynı bağlamı yakalaması pek mümkün değildir (ki bazen yazarın kendisi bile ben bunu yazarken ne düşünüyordum diyebilir). İkinci olarak, bağlamın kendisi de en az metin kadar farklı (yanlış demiyorum) anlaşılmaya açık olabilir.

“Böyle bir yazıya nasıl cevap verebilirim” dedikten sonra ezbercilik suçlamasıyla metinden ziyade yazarıyla uğraşmak ilginç bir yaklaşım olmuş. Diyalogcu bir yaklaşım olduğunu söyleyemeyeceğim. Geliştirmiş olduğunuz devrimcilik yaklaşımınıza pek uymamış…ya da belki de uymuş…kim bilir?

Benim tüm istediğim, açıkladığınız devrim yaklaşımının toplumsal yanı hakkında daha fazla bir şey söylemenizdi. Örneğin yerelliğinizin ölçüsü ne? Kaç kişiyle ve hangi koşullarda yerellikten bahsedebiliriz. Bir arkadaşımın bana hatırlattığı gibi, internet çağında ne tür bir yerellikten bahsedebiliriz? İnternet dünyası yerelliği etkilemiyor mu? Bu arada inatla kişi sayısı üzerinde duruyorum ve muhtemelen sizin hiç ilgilenmediğiniz bir konu ama rakamlardan bahsetmeden toplumsallık konusu nasıl işlenir bilemiyorum.

Neyse, ben zaten kendi ezberimden konuşuyorum. O yüzden bu soruları ciddiye almanıza gerek yok. Daha farklı olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım.

1 yorum:

1 Haziran 2007 Cuma

Aşkıncılığın farklı bir şekli olarak devrimcilik

Sanırım devrimin teknik bir mesele olduğunu biraz daha açmam gerekiyor.

Biz insanlar bizim de sınırlı biyolojik ve fiziksel parametreler arasında yaşamsal faaliyetlerde bulunduğumuzu nedense unutma eğilimindeyiz. Yani her istediğimizi yapamayacağımız gibi, yaptığımız birçok şey bizim isteklerimizden bağımsız etmenler tarafından yönlendiriliyor. Örneğin, 10 kişiyle paylaştığınız bir alanı 100 kişiyle paylaşmaya başladığınızda hem birey olarak siz farklı hareket etmeye başlayacaksınızdır hem de o mekândaki gruplaşmaların sayısı artacaktır. Teknik mesele derken, bu gibi fiziksel etmenlerden ve ayrıca insanın toplumsal iletişim kapasitesini belirleyen biyolojik sınırlardan bahsediyorum. Nedense bu tür sınırlamalar içinde faaliyette bulunduğumuzu unutuyoruz. Yüz bin kişilik bir grup oluşturulmaya karar verildiğinde dikkate alınması gereken birçok parametre olacağı gibi, bu durumda hiyerarşik, yani dikey yapılanmaların belirmesi zorunlu olacaktır. Ben dikey yapılara karşı çıkıyorum demek dikey yapıların belirmesini durdurmaz. Bu tür yapıların ortaya çıkması nüfus yoğunluğuyla doğrudan bağlantılıdır. Nüfus yoğunluğu düşürülmediği sürece, dikey yapılanmalar da olacaktır, eşitsizlikler, büyük gruplar, uluslar ve bir yığın kurum da. Teknik mesele derken kastettiğim buydu.

Uygar’ın sunduğu devrim yaklaşımı açıkçası çekici ama bu tür devrim, teknik açıdan ne kadar uygulanabilir, o konuyla ilgili ciddi şüphelerim var. Uygar da maalesef konunun bu kısmına hiç değinmiyor. Yatay siyasallık benim de tercihim ama nüfus yoğunluğu düşürülmeden bunu başarmak çok zor. Medeniyet düzeyi yükseltilerek toplumsal iletişimi dikeyleştirmeye (hiyerarşileri ortaya çıkaran) yönelten süreçlerin baskısı azaltılabilir ama bu da daha fazla üretimi ve daha fazla kontrol/karar mekanizmalarının devreye sokulmasını gerektirecektir. Bu mekanizmaları dikeyleşmeleri nasıl durdurulacak? Medeniyet düzeyinin arttırılmasının iyi bir çözüm olmadığı gözüküyor ve medeniyetin kendisine bulaşmayan bir devrimcilik (ya da solculuk diyeyim; bence daha uygun) ne kadar anlamlıdır veya arkasından gitmeye değer mi? Neticede modernite dediğimiz şey medeniyetin getirdiği bir evre değil mi? Yani moderniteye, modernist siyasete hayır ama onu ortaya çıkaran medeniyete evet. Burada bir çelişki yok mu? Medeniyetin ortadan kalkmasını istemek gerekmeyebilir ama bugün medeniyetin ulaştığı yer ve/veya yapı sorgulanmadan bir yere varılacağını sanmıyorum. Bu bağlamda aynı kökten beslenen sosyalist modellerin de sorgulanması gerekiyor. İnsanlar yaşam tarzları (yani medeniyet) üzerine oturup düşünmek zorundalar artık. Özellikle yatay sistemler isteniyorsa, o zaman bu kalabalıklar şeklinde yaşama konusunda ne yapılabilir, bunun üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu sadece bir kentte milyonların yaşamasıyla ilgili bir tartışma da değil, aynı zamanda neden büyük ulus devletlere ihtiyacımız var. Belki de bu büyük ulus devletlerin parçalanması çok daha yerinde bir hareket olabilir. Bu sonuncusu sadece bir öneri ama kanımca bu tür sorular üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Devlet, iktidar gibi kurumlara karşı olup devrimi bunlardan bağımsız düşünmeyi teşvik etmeye çalışan birisi olarak Uygar aslında eleştirdiği herkes kadar çok siyasetle ilgileniyor, tartışmayı hiç de alışılmamış cephelere taşımıyor. Açıkçası ben çok farklı bir yaklaşım görmedim. Bu tür devrimin nasıl gerçekleşeceği üzerine pek konuşmadığı gibi (teknik ayrıntılar), önerdiği devrimcilik hâlâ iktidar mücadelesiyle ilişkili. İktidarı, sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde veya Foucault’un yaptığı gibi tüm toplumu kapsayan hakikat rejimleri şeklinde düşünsek de, Uygar’ınkisi var olan iktidara karşı yapılan bir mücadele. Bu farklı bir şekilde yapılabilir mi, açıkçası bilmiyorum, ama Uygar’ın yaklaşımı da farklı değil. Üstelik devrimin canlandırılması, bir canlı varlık olarak görülmesi ve bir süreç olarak düşünülmesi bana çok daha şiddetli bir iktidarcı yaklaşım gibi geldi. Böyle bir toplumun içinde devrimci olmadan yaşayabilmek mümkün olacak mı? Herkes devrimci olmak zorunda değil.

Kendi adıma konuşacak olursam, ben devrimi bir tecavüz, toplumsal bir tecavüz olarak görüyorum. Tek avuntum, bu tecavüzün bir tecavüzü veya tecavüzleri ortadan kaldırmak için ortaya çıkması ve bu yüzden de ne kadar kısa olursa, kendisini ne kadar bitmiş bir proje olarak yapılandırırsa olumlu sonuçlara varma ihtimalinin olması. Bu bağlamda düşününce devrimciliği de bir hastalık olarak görme eğilimi içindeyim diyebilirim. Devrimi ani bir patlama, toplumdaki iletişim ağlarını, ilişkilerini ve güç odaklarını büyük bir değişimden geçirmeyi hedefleyen (bunu her zaman başaramayabilir) bir toplumsal patlama olarak görüyorum. Bu açıdan bakınca, devrim aslında toplumsal yaşamda bir aralık, bir parantez veya matematikte karşımıza çıkan bir asimptot gibi bir şey. Devrimler süratle kurumsallaşır ve kendi örgütlenmelerini yaratırlar. Bugüne kadar gerçekleşmiş başarılı devrimlerin hepsi böyle sonuçlandı. Elbette bir devrimci zihniyetin sürmesinden veya bu zihniyetin kendi hegemonyasını oluşturmasından bahsedebiliriz. Ben bunu tehlikeli bir oluşum olarak görüyorum. Henüz kendisini gerçekleştiremediğini düşünen ve bunu toplumsal yaşamın tüm katmanlarına yayan bir ani değişimci zihniyet. Bu kararsız bir topluma yol açar. Gereken toplumsal ağlar, yapılar ve merkezler oluşamaz. Çünkü sürekli her şeyi ani bir değişiklikten geçirme isteği, ani değişikliğin henüz tamamlanmadığı iddiası vardır: Yapılanı görmemekte ısrar ederek henüz hiçbir şeyin yapılmadığını göstermeye çalışan zihniyet; “mücadele hâlâ sürüyor”. Ve bu arada devlet gibi kurumları ortadan kaldırma adına aynı düzeyde kurumsallaşmaların, devrimci kurumsallaşmaların ortaya çıkması da ayrı bir konu. Bunların çıkmayacağını iddia etmek, eğer devrimin gerçekleştiği grup milyonlardan oluşuyorsa, çok anlamsız; ciddiye alınamaz. Böyle bir şey mümkün değil. Bunun bugünkü koşullarda mümkün olabilmesi için günümüzde var olan medeniyetsel yapıya karşı gerçekten çok ciddi tedbirlerin alınması gerekiyor. Uygar’ın yazısında bunlarla ilgili bir tartışma yok.

Devrimin profesyonelleştirilmesi sonunda totalitarizme yol açar. Buna katılıyorum ve profesyonellik de tam bu şekilde, devrimin hiçbir zaman bitmeyen bir süreç olarak sunulmasıyla gerçekleşir. Devrimi eğer her türlü aşkın iktidardan, otoriteden bağımsızlık olarak tanımlıyorsak, bu tür devrimin ömrü çok kısadır. Sanırım devrim gerçekten de bu olmalı: O güne kadar var olmuş iktidar ilişkisine, toplumsal örgütlenmeye bir parantez açarak onu zor kullanarak büyük bir değişikliğe tabi kılma girişimi. Bu açıdan bakınca devrimin kendisi bir aşkınlık eylemidir. Her şeyi hiçe sayan, kendisini her şeyin üstünde gören bir zihniyetin ürünüdür ki, karşı çıktığı aşkın iktidardan pek bir farkı yoktur. Bunun sürdürülmesi, devrimin bittiğini görmemek, onun bir süreçten çok iki şeyi birbirinden ayıran bir aralık, bir asimptot olarak görmemek, asıl bu yaklaşım devrimi garip bir şeye, daimi bir aşkınlığa dönüştürür. Ve bu tür devrimcilik anlayışının sonu her zaman totalitarizmdir. Uygar’ın yazısında benim gördüğüm hiç de öyle toplumsal diyalogu öne çıkaran bir yaklaşım değil, aksine iktidarı kendi adına almaya çalışan, sonuna kadar iktidarcı bir yaklaşım. Aynı aşkınlık, aynı iktidarcılık, ama farklı adla ve farklı bir insan türü için. Evet, farklı bir grup demiyorum, farklı bir insan türü diyorum ve böyle bir ihtimalin herkesi korkutması gerekir. Hele devrimin canlandırılması, yaşayan bir varlığa dönüştürülmesi kadar tehlikeli bir şey düşünemiyorum.


3 yorum:

31 Mayıs 2007 Perşembe

Bütüne devam

Tanrı’nın varlığıyla ilgili tartışmalarda en büyük sorun böyle bir varlığın eninde sonunda varsayılması gerektiğidir. Bu da tartışmanın sonunu getirir. “Bütün”ü “her şeyi” temsil eden veya kapsayan olarak tanımladığımızda da aynı sorunla karşılaşırız. Bir anda “parça bütünden ayrı hareket edebilir mi” sorusu çözülemez olur. Çünkü bu “her şeyi” kapsayan “bütün”ün hem tanımlanması hem de hareketinin tespiti olanaksızlaşır. Parçanın bütünden ayrı hareket edip etmediğinin tespit edilebilmesi için insanın bu “her şeyin” dışına çıkması gerektiğinden ve bu da olanaksız olduğundan, neticede varsayılması gereken bir bütünle karşı karşıya kalırız ki, bu tür bir bütün fikri Tanrı fikrinden pek de farklı değildir. Sadece yaratıcılığı yoktur. Aynı şekilde bütün parça ilişkisinin ve parçanın bütünden ayrı hareket etmediğini de varsaymamız gerekecektir. Bu durumda tartışma sona erecektir.

Parça bütün ilişkisiyle ilgili denizcilikten, tekne yapımından gelen bir ikinci nokta: Açık denizde bir fırtına esnasında tekneniz ne kadar küçükse aslında o kadar güvenliktesinizdir. Teknenin bir bütün olduğunu düşünecek olursanız, boyutları ne kadar büyürse, parçalar bütünden o kadar farklı hareket eder. Çünkü tekneye çarpan dalgalar bütünde farklı hareketlere ve streslere yol açacaktır. Teknenin başı farklı hareket ederken, kıçı (denizcilik terimi) farklı edecek ve iyi yapılmamışsa ikiye ayrılacaktır veya tekne açmaya başlayacaktır. Bu örneği diğer alanlara da uygulayabiliriz. Bir topluluk ne kadar kalabalıksa, parçaların bütünden farklı hareket etme ihtimali de o derece yüksek olacaktır. Yüz kişilik turist kafilesiyle bir turistik merkeze geldiğinizi düşünün ve bir restorana doğru ilerlerken o grubun, tüm talimatlarınıza rağmen parçalara ayrıldığını göreceksiniz. Bir noktadan başka bir noktaya gitmeniz çok daha zor olacaktır. Parçaların bütünle birlikte hareket etmesi, o bütünün boyutlarının büyümesine paralel bir şekilde çok daha fazla sayıda kontrol noktasının veya mekanizmasının oluşturulmasıyla doğru orantılıdır. Bütün kendiliğinden tüm parçalarını tek bir yönde harekete zorlayan bir mekanizma içermez. Yine bir başka örnek depremler ve binalar. Ya da tek çocuklu aileyle yedi, sekiz çocuklu aile. Bütünler oluşturulur, kontrol mekanizmaları veya bağlantı noktaları oluşturulmadığı sürece bütün yoktur veya güçsüzdür, parçalar farklı hareket edebilir.

Benim üzerinde durduğum konu, aydının bütünle uğraşmamasının mümkün olup olamayacağı sorusuydu. İskender’e ait olduğunu tahmin ettiğim yazı bununla ilgili değil ama önemli bir konuya değiniyor. Tartışmakta yarar var. Eğer İskender’in Ayşegül Denizci’nin ima ettiğini söylediği bütün tanımı doğruysa, o zaman baştan beri farklı bir şeyden bahsediyoruz.
Çeşitli bütünlerin tanımlanmasını, bütünün tek bir şey olmasını, her şeyi kapsayan bir şey olarak bütünle uğraşmak, bunların hepsini anlayabiliyorum ve bir itirazım yok. Çünkü benim zaten başından beri anlatmaya çalıştığım da bu: Bütünleri insanlar yaratır. Aydın olmak bununla ilişkili bir şey ama bu çabaların varlığı bütünlerin bizden önce var olduklarını göstermiyor. Üstelik bütünlerin tamamen biz insanlara özgü var olma şeklinin ürünü olduğunu düşünüyorum.
Benim dışımda bir şeyler var ve dışımdaki her şeyi bir bütün olarak görebilirim. Bu bir insan olarak tamamen bana özgü bir davranış şekli. Böyle bir tanımlama yapmaya, böyle bir boyut hissetmeye zorunluyum. Her insan eninde sonunda bu kendi dışındaki şeylerin oluşturduğu bir bütünlük hissetmek zorunda. Bu tüm canlılara özgü mü? Hayır değil. Bu tüm memelilere özgü mü? Ona da değil demek zorundayız. Çünkü böyle bir şeyi hissedebilmem, hissetmeye zorlanmam, insan olarak sahip olduğum çeşitli fiziksel/biyolojik unsurlarımla ilgili. Ben bu “her şeyi” renkli görüyorum. Birçok cansız renksiz görüyor ve ısı kökenli görüş biçimleri de var. Bu farklılığı nasıl yorumlamamız gerekiyor? Bu her şeyi kapsayan bütünün içinde bir renkli cisimler bir de renksiz veya siyah beyaz cisimler mi var? Ya da aynı cisimler iki farklı görünme biçimine mi sahip? Aksine, bu her şeyle ilgili özelliklerin bir kısmı tamamen bizden kaynaklanıyor. Bir şeyin sarı olmasının nedeni, onun sarı olması değil, benim onu sarı görmem. Bütünler görmeye de aynı şekilde yaklaşabiliriz. Bizim dışımızda bir bütün mü var, yoksa biz mi bir bütün algılıyoruz? Eğer biz bir bütün algılıyorsak, yani aslında bir bütün yoksa, o zaman parçanın bütünden ayrı hareket edip etmemesi sorusu da anlamsızlaşıyor. Dışarısı tamamen parçalardan oluşan bir dünya olabilir. Biz buna bir bütün olarak yaklaşabiliriz ama yine bir kısmımız buna parçalardan oluşan bir boyut olarak da yaklaşabilir. Bu ikincisi bir bütün mü oluyor? Aslında olmuyor ama ikisini de bütünleştirme ihtiyacımıza cevaben ortaya çıkıyor. Birinci yaklaşım bizi eninde sonunda nesnel gerçeklik denen bir şeye götürecektir. Tabii bu noktada karşımıza bir de benim dışımdaki gerçeklik kavramı çıkıyor. Ama ben aynı zamanda o benim dışımdaki gerçekliğin bir üyesiyim. Benim fiziksel varlığım da o “nesnel gerçekliğin” içinde. Çünkü diğer insanlara ve canlılara göre ben de bir nesneyim. İki insan tartışırken nesnel gerçekliğe gönderme yaptıklarında ne kastediyorlar? Dışlarındaki dünyaya dair düşüncelerinin dışında var olan dünyayı. Böyle bir şey mümkün mü? Benim kendi dışımla ilişkiye geçmem benim o dış hakkında oluşturduğum fikirler aracılığıyla oluyorsa, bunlardan bağımsız bir dünyayı nasıl algılayabilirim? Vücudumun bir yerlerinde bir düğme var da onu mu kullanıyorum? “On” olunca normal gerçeklik, “Off” olunca nesnel gerçeklik.

Sonuç olarak, “her şey”i kapsayan bir bütünden bahsedebiliriz ama bu tamamen bizden kaynaklanan bir gereksinimden kaynaklanıyor. Böyle konuşmak, bu şekilde iletişime geçmek zorundayız ama bu böyle bir bütün olduğunu getirmiyor. Çünkü bütün, benim anladığım kadarıyla, parçalar arasında onları bir arada tutan ilişkilerden oluşan bir oluşum anlamına geliyor. “Her şey” demekte bir sakınca yok ve bizim dışımızda bir “her şey” var ama bu sadece “her şey” (bu da iletişimle ilgili bir gereksinimden ötürü) ama bu “her şey”i bir bütün olarak görmeye çalışmak çok daha farklı bir şey. “Her şey” İskender’in dediği gibi tektir, çoğul olarak kullanılamaz (muhtemelen) ama bütün farklı bir şey, birden fazla olabilir. Parça “her şey”den farklı hareket edebilir mi diye sormuyoruz; parça bütünden hareket edebilir mi diye soruyoruz. Şeyi parçaya, “her şey”i de bütüne dönüştürüyoruz. Bu tamamen bize özgü bir işlem (belki şempanzeler ve diğer yakın akrabalarımızda olabilir); birden fazla bütün tanımlanabilir ve bir araştırma yaparak insanlık tarihinde geriye gittiğimizde çeşitli bütünlere rastlamaktayız. Örneğin, cinler, periler, ejderhalar bu “her şey”den-olma-bütünün içinde mi? Bir kısmımıza göre kesinlikle hayır, bir kısmımıza göreyse elbette. Üstelik hayır diyenlerin azınlıkta olduğunu bile söyleyebiliriz. Birisi çıkıp bir kategori olarak bu bütünü düşünülmüş, düşünülen ve düşünülecek her şeyi kapsayacak bir biçimde genişletse bile, bu birilerinin farklı bütünleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü bu yazının başında Tanrı’yla ilgili söylediklerime geri dönecek olursam, bu “her şey”li bütünleri var saymaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Hiçbiri gösterilemez, tanımlanamaz. Hegel’inki de dahil olmak üzere, hepsi var sayılmış bütünler, düşünmeyle ilgili süreçlere dayanıyorlar. O yüzden böyle bir varsayım da bulunabilirsin demenin bir anlamı da yok. Sonunda eğer düşünülmüş, düşünülen ve düşünülebilecek her şeyi kapsadığını bile düşünsek, toplumsal iletişim hiçbir zaman mükemmel olmadığından (yani herkes her şeyi bilemeyeceğinden ve herkes aynı şeyleri düşünmediğinden), her zaman birden fazla bütün olacaktır. Dünyanın her yerinde ve her konuşma da (eğer konuşulan dilde böyle bir kategori varsa; tüm dillerde aynı kategoriler yok), “her şey” aynı anlama gelecektir ve tek olacaktır. Ama bu her şeyi tanımlamaya ve dolayısıyla bir bütüne dönüştürmeye başladığımızda, farklı şeyler anlaşılacaktır.

Örneğin, bir tartışma sırasında Anadolu’da Theos Hypsistos inancından bahsetmiştim. O ana kadar dinleyicilerin hiçbirinin bundan haberi yoktu. Yani onların “her şeyleri” bu şeyi kapsamıyordu. Bazılarına ve bazı düşünürlere göre bu yaptığım yanlış kabul edilebilir. Çünkü her şey sonuçta her şeyi kapsıyor; benim bilmediklerimi de. Kendimizi “her şey” kelimesiyle sınırladığımızda bu bir yere kadar doğru olabilir.
Bir yere kadar diyorum, çünkü sanırım “her şey”in söyleyen kişiden kaynaklanan bir zamansal sınırlılığı var. Yanılıyor olabilirim ama ben “her şey” derken, sadece şu anda, yani benim yaşamımla sınırlı bir boyutta var olan her şeyi kastetmiyor muyum aslında? Biraz daha deşecek olursam bu konuyu, burada bir dilde söylenebilecek her sözcüğü bilmekle ilgili duruma benzer bir şey yok mu? Örneğin, bazı sesleri yan yana getirerek oluşturacağımız bazı sözcüklerin konuştuğumuz dilde yeri olmadıklarını otomatikman biliriz. Kastettiğim, oluşturulabilecek ama anlamsız sözcükler değil. Bazı seslerin hiçbir şekilde o dilde belli bir şekilde yan yana getirilememesinden bahsediyorum. Bu örneğe benzer şekilde, “her şey” derken bu sözcüğü kullanan iki kişi ortak bir şeyler dünyasından bahsettiklerini var saymış olmuyorlar mı? “Her şey” gerçekten düşünülebilecek her şeyi de kapsıyor mu? Bir zaman makinesi olduğunu ve tartışmama farklı zamanlardan insanlar getirdiğimi düşünelim. Tartışma esnasında benim “her şey” demem bu tartışmayı kolaylaştıracak mı, yoksa zorlaştıracak mıdır? Herkesin “her şey”den aynı şeyi anladığını farz etsek bile, yani her şey, bu insanların farklı “her şey”leri olmayacak mıdır? Farklı zamandan geldiğini varsaydığımız biri iki gün önce karşılaştığı bir ağacın ruhundan bahsederken, zamanımızdan biri bunu ne kadar kendi “her şey”inin kapsadığı bir şey olarak görecektir? Bir anda saçma kategorisine sıçrama eğilimi içinde olmayacak mıdır bu kişi? Ve eğer “her şey” varsa, “saçma” ne oluyor? Yoksa “her şey”imizin düşünülecek değil de düşünülmesi uygun şeyleri mi kapsıyor? Bir çocuğun “her şeyi” ile bir yetişkinin “her şeyi” arasında bir farklılık kabul etmiyor muyuz?

Yine de tek bir “her şey”le yaşayabilmek mümkün olabilir diyelim. Tekrar Theos Hypsistos örneğine dönecek olursam, eğer İskender’in dediği gibi bir bütünlükten söz eden bir sistematik söz konusuysa ve buradan yola çıkarak yabancı bir dünyaya sahip çıkılması, onun dönüştürülmesi, insanileştirilmesi gibi eylemlerden bahsediyorsak, bir şeyleri tanımlıyoruz demektir. Bir bütünü anlatıyor, açıklıyor, özelliklerini sıralıyoruz demektir. Sadece “her şey” demekle bu başarılamaz. Ve her bütünün sınırları vardır. Sonsuz sayıda parçaya sahip bir bütün matematiksel anlamda bir bütün müdür? Belki, bilemiyoruz ama tanımlanamayacağını biliyoruz. Tanımlanamayacak bir bütün de matematiksel çözüm bulmanın sonu demektir. İnsan için de tanımlanabilirlik epey önemli ve hatta zorunlu. İnsan sonsuz parçadan oluşan bütünlerle işlem yapabilecek kapasitede bir canlı değildir. Böyle bir canlı zaten yok. Söylenen şey ne kadar “her şey” olursa olsun, sonunda belli bir bütün veya bütünler fikriyle hareket ederiz. Öyle olmasaydı, yığınlarca kategori icat etmek gibi bir gereksinimimiz olmazdı. “Öyle bir bütün düşün ki her şeyi kapsıyor” dediğimde bile o bütün her şeyi kapsamıyordur. Çünkü sınırı düşünme eylemini yapan kişinin ne kadar şey düşünebildiğiyle sınırlıdır; o bütün, o kişi ne kadar çok şey düşünebiliyorsa o kadar büyüktür. Düşündüğü her şeyi elbette sıralayamaz ama biraz önce dil örneğinde belirttiğim gibi, bazı şeyler onun “her şey”ine dahil değildir. Bazı şeylerin onun “her şey”inden yeri olmadığını, sorulduğu zaman söyleyecektir. Eğer gerçekten “her şeyi”, ona saçma gelebilecek her şey da dahil olmak üzere her şeyi kapsayan bir “her şeyden” bahsettiğimi söylediğimde durum değişecektir. Böyle bir şeyi söylemem gerekecektir. Çünkü onun her şeyi kapsayan bütününün sınırları vardır, her şeyi ama her şeyi kapsamıyordur. Ama bunu söylediğimde onun bütününün dışına çıkmış olurum ve “her şey” gerçekten her şey olduğunda aslında tartışma da bitecektir. Farklı bir boyuttur bu; toplumsal iletişimi sıfırlayan bir boyuttur. Toplumsallık sona ermeyebilir ama söz konusu olan artık bir iletişim değildir. En azından bireyler kendi aralarında iletişime geçmezler. Gerek yoktur. Nasıl olabilir ki? Eğer farklı bütünler yoksa farklılık da yoktur. Bütünler ortadan kalkmış, sadece her şey vardır.

Sanırım biraz uzattım bu tartışmayı ve aslında hâlâ söyleyeceklerim var ama burada durayım şimdilik. Bütün tartışmasından vakit bulursam, bir parça devrim tartışmasına de girmek istiyorum.

0 yorum:

30 Mayıs 2007 Çarşamba

30 Mayıs Biz Dünyanın Yerlileri

Nizamettin Uygar


Devrim kendi alet çantasını yanında taşır. Onun yaşayan bir varlık olarak kendini anlamlandırması için de bu şarttır.

Devrim üzerine yazarken ben de kendimce o alet çantasına başvuruyorum. Çantanın içindekiler kendi ufkumuzdan gördüklerimizdir de bir bakıma…

‘Direnişin olduğu yerde her zaman ütopya vardır’ diyor Negri ve ekliyor:’’direniş bizi bu dünyaya, etkinlik olarak ütopyanın kuruluşuna geri getirir.’’

Usta, böyle bir belirlemeyi, ütopyanın, metafizik kavrayışına, ahiretteki cennet vaadine, özlemine ve solda mevcut olan, gelecekte var olacak olan yeryüzü cenneti fikrine, teslim etmemek adına yapıyor…

Ütopyayı , ‘‘praksis olarak, çokluğun etkinliği olarak hayal edebilir miyiz? Ütopyayı, olanaklının güncel bir stratejisi olarak değerlendirmeye başlayabilir miyiz?’’diye sorarak, ütopya bahsinde bir başka düşünme önerisi yapıyor ve ‘ yaşamdan olumsuzu söküp atmak, ütopyanın yeni bir tanımı olabilirdi’ diyerek; Deleuze-Guattari’nin, yaşamı olumlama felsefesinin, fikri takibini de yapıyor...

Bugün Ütopyadan bahsetmek, olanaklıdan söz etmek anlamına gelir. ‘Machiavelli’de Ütopya öfkeden doğar, direnişe dönüşür. Spinoza’da tutkular sürecinin içine çekilmiştir: Arzuyu aşka doğru hareket ettiren güçtür. Marks’ta sömürünün maddi koşullarıyla birleşir ve yaşamın, yeni kolektif özgürlük gücünün dinamiklerine katılan gerçek güçtür’…

Böyle bir girişi, İskender’in:“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” bana oldukça dayanıksız bir ütopya dışında bir şey çağrıştırmıyor’’ sözünü, hangi ütopya? Sorusuyla karşılamak için ve :“Cüret” edemeyen, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar” ne yapacak?’’ sorusunun, benim metin üzerinden sorulmasının, çok anlamlı olmadığını anlatabilmek için yapıyorum. Bu durumu , ‘köle ahlakı’ ve ‘yerlilik’ kavramı üzerinden de konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Bu konuya birazdan geleceğim.

Önce, Umut Özmakas’ın ‘ortaklaşa düşünmeye cüret etmek’ dediği, bana kalsa ‘emeğin yoldaşlığı’ için adım atmak adına kısa bir şeyler söylemek, parantez açmak istiyorum.

Bir aradalığımızın, bu platformda kendi fikriyatımızı ifadelendirme irademizin, harcını oluşturan, birbirimize ve birbirimizle ilişkimize anlamını, rengini veren şeyi emek olarak ifadelendirmek bu emeğin, yoldaşlığını inşa etmek bize yeni açılımlar kazandırabilir kanımca.

Emeğin Yoldaşlığı fikrinin temelinde yatan öz, insanlığımızı değer olarak kurma eylemimizdir: Emeğin sermayeleşmesi olarak kapitalizmin bütün egemenlik biçimleri karşısında, kendini “aşkın iktidarın dışında kurma onuru”[1] üzerinden yaratma çabasıdır.

Yoldaşlığı, bir paye, bürokratik bir görev olarak tanımlayan, emeği hiyerarşik, askeri bir makinenin emir eri haline getiren, insanı araçsallaştıran, ama daha önemlisi emeği sınıflaştırarak, “devletleştiren” zihniyetin gölgesinde kalan yoldaşlık kavramının itibarının iadesi için de bir şans yaratabilir. Tartışalım isterim…

İskender’in yazdıklarına yönelik eleştirime tekrar dönersek;

Köle ahlakı, çileci bir hayatın üretimi ve yeniden üretiminin varlık koşulu; tahakkümün sonsuzca sürüp gitmesine rıza üretmenin volan kayışıdır. Bize, verili koşulların deney imlenmesinden başka bir seçeneğin olmadığını onaylatır, bunu üretir ve bizi bu ‘üretimin öznesi’ yapar.

İşte cüret tam da burada özneliği reddetme kudretidir. Bu kudretin karşıtı, cüret etmemek, İskender’in deyişiyle ‘’Madun olmak’’değildir.

Çünkü burada diyalektik işlemez, yani eylemin kaynağı, var olan ile o var olanın yokluğu olarak ifadelendirilen iki şeyin bir aradalığı, cüret edenler ve etmeyenler olarak formüle edilemez. Çünkü cüretin kendi var oluş koşullarıyla, cüret etmeme arasında kurucu bir bağlantı yoktur…

Cüret, bir eylem olarak deney imlendiğinde, parçaladığı şeyi yeniden üretmemek üzere gösterilen iradedir. Antagonizma tam da bu demektir, Karşıtların birbirini beslediği bir döngüyü parçalama ve kendi kuruluşunu çelişkiden değil, çatışkıdan üretmektir.

İskender’in “Cüret” edemeyen’’ diye başlayan cümlesi bize, cüret hakkında hiçbir şey anlatmaz. Çünkü cüret, ancak varlığında konuşulabilinir bir kavramdır. Var ise konuşulabilecek olan hakkında, olmadığını varsaydığımız ve kavramın yok varlığı halinde ne olacağı üzerinden fikir beyan etmek çok anlamlı da değildir. Kaldı ki cüreti ben kendim sahiplenebilirim; ama cüret dediğim şeyi sahiplenmeyenleri kategorize etmek ve onları yargılamak, benim devrim üzerine düşüncelerimin temelden reddi anlamına gelir.

İskender’in “Cüret edemeyen’, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar ne yapacak?’’ sorusunun altında, ‘temsili yet fikri mi yatıyor, Onlar kendisini temsil edemiyorlarsa, yapılacak olan nedir; Adlarına temsil edilmelidirler mi denmek isteniyor? Sanırım madun dediği insanlar hakkında kendine ait bir fikri vardır, belki söylemek ister…

Devrim ve temsil konusunu burada deşmek yararlı olabilir, Timuçin‘in yazdıkları bence konuya kendince bir bakış açısı getiriyor okuyalım:

Ne kadar romantik yaklaşımlar ve duygulanmalar içinde olursak olalım, devrimleri başarıya ulaştıranlar arzuları doğrultusunda hareket edenler değil, devrimi bir teknik mesele olarak ele alanlar olmuştur. En iyi ve en tehlikeli devrimciler meselenin teknik yanını en iyi şekilde kavramış olanlardır. Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı. Çok güzel devrimler gerçekleşebilirdi. Fakat maalesef olamıyor veya bugüne kadar olamadı. Çünkü devrimlerin başarıya ulaşmaları tamamen teknik meselelerin çözülmesine bağlı.


Timuçin bir temsili yete karşı çıkarken başka bir temsili yet düşüncesini ifadelendiriyor. Bana kalırsa tam da, geniş yığınların inisiyatifinin başkaları tarafından ellerinden alınmasını reddederken, temsili yetin kaçınılmazlığını ifadelendiriyor: ‘’Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı’’ sözüne de içerilmiş olarak bulunan, devrimin bir sonuç ve bitmiş bir proje olduğunu ve devrimin Modernist temsili yetinin gerekli olduğunu düşünüyor. Daha önemlisi devrimi bir ‘devlet biçimi’ olarak formüle ediyor…

Temsili yetin –bir başka deyişle ‘ siyasal mülksüzleştirmenin’ en somut ve billurlaşmış hali olan devletin, devrim fikriyle düşünülme alışkanlığını aklımızdan silmek ve devletsiz, ulussuz, sınırsız bir devrimi düşünmek bugün isyanın olmazsa olmazı olarak kabul edilmelidir. Değilse, devrimi ikame eden devlet biçimlerinin üzerinden kapitalizmi üreten özneler olmaktan öteye geçemeyiz…

Temsili yet ve siyasallığımızı kurma biçimimiz hakkında, yerlilik kavramı üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum.

Yerlilik kavramı, varlığımızı kurma biçimimizle bizi buluşturabilir… Yerlilik, tahakküme karşı yaşama gücünün öznelliğidir. Bir farkındalık halidir, basılan yeri bilmek, aşkın bir iktidarın parçası olmamak; ayağımızın altındaki toprağın hissedilmesi/kavranmasıdır. Her türlü aşkın iktidar ve köle ahlakına karşı, hayatımızı, emeğimizi değerli kılmanın etiğidir.(‘’Etik, özgür insanın özgür eylemidir’’ diyor Negri).

Yerlilik kavramı, Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmemek; Ancak onunla tam olduğumuzun, biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğunun, onu bölen her şeyin bizi de böldüğünün ifadesidir. İnsanlığın/emeğin, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deney imlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa, sınırlara karşı isyanın kurucu gücüdür.

Modernist politika, , siyasallığı ve kuruculuğu, yönetici bir elite hak görür ve varlığını bu hakkı meşrulaştıracak kitle, halk… Üzerindeki egemenliğe dayandırır.

Kendi kuruculuğu olan, kendi öznelliğini deney imleme gücünün bizatihi kendisini anlatan Yerlilik kavramı ise, bu Modernist politikliği parçalama kudretinin ve kendi kuruculuğunun gücü olduğunu kendi eylemiyle anlatır. Dünyanın sokaklarında, topraksız köylüler, fabrika işgalcileri, göçmenlik kavramını faşizmin çöplüğünde yakıp, melezliğin ulus devletlerin kâbusu olduğunun farkında lığını yaratanlar, Ücretli emek olmayı reddedip kapitalizmi üretmenin dışında bir üretimi olanaklı kılmayı ‘iş’ edinenler… Yerlilik kavramının içini dolduran öznelliklerdir. Devrim, yerliliğin içinde var olan, ama yerliliğin de onun içinde var olduğu bir kavramdır. Ve kendi siyasallığını, ne aşağıdan yukarıya, ne de yukarıdan aşağıya kurar. O tamamen yatay bir siyasallığın kuruculuğudur…

Devrimcilik ve reformizm bahsinde, devrimin devrimcilik, devrimciliğin de ‘’romantizm’’ üzerinden okunuşu; insanın kendi hayatını isyanın içinde kurma, kapitalist komutayı işlevsiz kılma eylemini değersizleştiremeye yönelik oluşu karşısında biz neyi konuşuyoruz sorusunu dillendirmek gerekiyor.

Biz burada devrim üzerine mi; yoksa devrim fikrini devrimcilikler üzerinden yargılamak üzere mi konuşuyoruz?

Devrimi, bir varlık olarak bilebilmemizi sağlayanın, ‘devrimcilik kurumu’ olarak sunumu; Devrimin kendini var edişini tamamen iradi bir mesele olarak görme anlayışının, sonucudur. Devrimi ‘devrimcilik kurumu’na havale eden anlayış, devrimi profesyonelliğe teslim eder ve kendi bağlamından kopartır ki bu tarihteki bütün totalitarizmlerin de amentüsüdür…

Devrimi durağan bir şey, devrimciliği de onun ‘hareketi’ olarak sunmak ilk ağızda insanı etkileyen bir fikirmiş gibi gelebilir.

Oysa devrimi bir öncelik arayışı yerine biraradalık olarak, beden olarak kavramak, devrim bahsinde yeni bir düşünme önerisi olabilir ve devrimi hem ‘devrimcilik kurumu’nun insafından, hem de dışından konuşanların değersizleştirme girişiminden, azat etme şansı yakalanabilir belki…

Bu konuya ara verirken, Ferda Keskin, Bülent Somay’ın, Foucault üzerinden yaptığı söyleşideki ‘’Foucaultcu devrimcilik’’ – Foucault, böyle bir sahiplenmeyi, Foucaultculuğu nasıl karşılardı acaba?-başlığı altında Ferda Keskinin sözünü de tartışmaya dâhil edeyim:

‘’Bilimsel bir hakikat, doğruluk rejimi üzerinden, insanların kendi kendilerine belli birtakım söylemler üzerinden bakmalarını, kendilerini bu şekilde kavramsallaştırmalarını ve bu kavramsallaştırma içinde normatif olarak kötü, arzu edilmez, zararlı, suça eğilimli, sapık vb görülen birtakım deneyim biçimlerinden kendi rızaları ile vazgeçmelerini, kendi kendilerini engellemelerini sağlamak şeklindeki bir tahakküm. Buna karşı çıktığımız sürece devrimcilikten bahsetmek mümkün. Ama buna karşı çıkmak da, Foucault'nun kendi terimleri ile hakikat rejimlerine karşı çıkmayı gerektiriyor’’

İskender’in Hegelci tarih üzerine yazdıklarına şimdilik küçük bir not:

Hegel tarihi ‘aşkın’ bir şey olarak düşündü ve yaşananların ki Ulus Baker’in bence önemli olan bir yazısında bahsettiği gibi: ‘’ ... Jena'da ders verdiği sıralarda Napolyon orduları kenti kuşatıyorlar ve top ateşi başlıyor... Penceresinden ürkerek baktığında aşağıda marangozların top ateşini hiç iplemeden çalışmalarına devam ettiklerini görüyor... Ve sanırım bir anda bir şey hissediyor: "bütün bunların bir amacı olmalı..." Tarih sadece bir anlamsız olaylar, savaşlar, entrikalar, katliamlar yığını olarak görünüyor gözümüze... Peki, ama buna nasıl katlanılır? ‘’sorusu onun için can alıcı sorulardandı. Ve Bütün bu felaketlerin bir manası, bir amacı, bir hedefi olmalı ve bu hedef de "iyi" olmalı diye düşünmeye çalıştı. Tarihin sonu fikrinin, zaman mefhumuna umudunu yüklemesinin arka planında da böyle bir düşünüş vardı.

İskender’in ve tabiî ki Hegel’in tezine karşı, Tarih'te artık kendimizi görmek zorunda olmadığımız, mutlak bir şimdiliğin gereklerini düşünmeyi anlamlı bulduğumu belirterek bitireyim…



1 “Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.” (Komutan Yardımcısı Marcos)

0 yorum:

28 Mayıs 2007 Pazartesi

28 Mayıs: Bütünlük Üzerine

Timuçin’in “bütün” kelimesini/kavramını kullanmasında metaforik bir yan var... İlkece itirazım yok böyle bir kullanıma, ama zaman zaman olsa da, böyle eğreti olmayan bir kullanımı hatırlamakta yarar var.

Eğer “bütün”den (Ayşegül Denizci’nin de ima ettiği gibi) “her şey”i anlıyorsak, o zaman “bütün”ü çoğul olarak kullanamayız.

Tarihte, yalnızca düşünülmüş-düşünülebilecxek değil varolmuş-varolabilecek her şeyi kuşatma iddiasında olan, bu anlamda bütünlükten sözeden tek bir sistematik oldu: Hegel’in sistematiği... (Akla gelebilecek diğer adayları –Aristoteles, Aziz Thomas, Spinoza, Kant, Nietzsche– istenirse tartışmayı, daha sonraki bir nota bırakayım.)

Bu yüzdendir ki, öznellik gibi (enerji cinsinden) bir şeyin (iradenin, emeğin, arzunun, dürtülerin), kendisine kısmen yabancı (ama kendisinin aynı zamanda bir parçası da olduğu) bir dünyayı temellük ederk (sahip çıkarak, dönüştürerek) hem kendisini kurmasını, hem de onu insanîleştirmesini açıklamaya/anlatmaya kalkışan bütün girişimler eninde sonunda Hegel’i yeniden keşfetmeye varıyor. Bu çerçevede yalnızca Hegel’den 100 küsur yıl sonra Kojeve’nin, ondan 50 yıl kadar sonra Fukuyama’nın “tarihin sonunu” keşfetmeleri değil, Lacan’ın (Hegelci) Freud okuması da hatırlanabilir.

Gerçi Hegel’e, Kojeve’e, Fukuyama’ya karşı, tarihin henüz tamamlanmamış, Hegel’in kasdettiği bütünlüğün henüz kurulmamış olduğu iddia edilebilir. Ama bu iddia, yalnızca yaşanan, yaşanacak hayatları önemsizleştirmeme gibi iyiniyetli bir kaygının ifadesi olarak kalmayacaksa, her şeyden bahsetmemizi mümkün kılacak ve matematikten daha evrensel bir dilin ve bu dilin gerçeklik (fiiliyat kazanmasının) imkanını hayal edebilmemiz ve elbette bu hayalî dilin içinde yaşadığımız gerçeklikten daha kuşatıcı, daha zengin olduğunu iddia edebilmemiz lazım.

Ama şimdiye kadar ulaşabildiğimiz en evrensel, en bütünlükçü dil olan matematiğe göre kurulmuş bir dünyanın nasıl bir dünya olduğunu/olabileceğini biliyoruz: Onun adı (doğası gereği, küreselleşen) kapitalizm.

Dolayısıyla bu sınırlar içinde, bütünlüğün henüz kurulmamış olduğunu iddia etmemiz için, henüz her şeyin matematik bir dilde ifade edilebilirlik niteliğini kazanmadığını, yani henüz meta biçimini almadığını söylüyor olmamız gerekir (ki bu da herhalde doğru bir iddia olur).

Ancak, son dört küsur yüzyıllık tarih en azından şunu göstermişe benziyor: Eşyanın ve eşyayla kurulan daha farklı, daha arkaik, geleneksel ilişki biçimlerinin metalaşmaya karşı dirençleri, bu arkaik biçimlerin barındırdıkları herhangi bir içkin değerden çok, sermaye birikiminin yoğunluğu ve verili teknolojilerin kapasitesi tarafından belirleniyormuş gibi görünüyor. (Geçerken aklıma geldi: Son zamanlarda çok konuşulan dinin geri dönüşü fenomeninin, aynı zamanda ciddi bir şekilde kutsal olanın metalşması ile ele ele gittiği üzerinde yeterince durulmuyor. Oysa daha Protestanlığın doğuşu sıralarında bir sorun olarak dile getirilmiş bir olguydu bu.)

0 yorum:

27 Mayıs 2007 Pazar

Aydın ve Ay Işığı

Birçok insanın hedefi olabilir ve birçok insan da ulaştıkları noktadan geriye bakarak bir yolculuk yapmış olduklarını düşünebilir. Neticede yol düşüncesi bende bir hedefe gidişi ve bazen de daha iyiye gidişi çağrıştırıyor. Aydın daha iyiye giden veya belli bir hedefin peşinden koşturan mıdır? Burada içerikten de bahsetmemiz gerekmiyor mu? Çünkü birçok insan var çeşitli hedefler peşinden koşan, kimi sadece materyal kazançla ilgili yolların yolcusu olan. Kastettiğimiz, belki de içsel bir yolculuk ama bu alanda bile birçok insan hiç de tasvip edilmeyen yolculuklara çıkabilir. Sanırım Buda’nın uzun bir yolculuğa çıkmış olduğunu düşünebiliriz. Bu yolculuk birçok kişiye değerli de gelebilir. Bu anlamda bir aydınlanmadan da bahsedebiliriz ama bazıları eleştirecektir bu aydınlanmanın içeriğini. Aslında belki de hiç değer yargısı biçmeden, içeriğine bakmadan daha farklı bir değişimden bahsetmemiz gerekiyor aydını tanımlarken.

Örneğin Hitler bir aydın mıydı? Herhalde birçok yandaşı veya o dönemin Alman halkı bir aydın görmüşlerdir onun şahsiyetinde. Bir liderdi ama aynı zamanda karanlıktaki ay ışığı değil miydi? Türkçede aydın kelimesinin kökeni, zaman zaman hayranlıkla seyrettiğimiz, zevkine doyamadığımız sevgili uydumuz Ay’dan geliyor. Anlamı ay ışığı ve hem Kıpçaklarda hem de Osmanlı’da ışık ve parlaklık (sanırım zekâ parlaklığı da) anlamında; karanlığın karşıtı olarak da kullanılmış. Bizdeki anlamı da farklı değil: Işık saçmak, karanlığı aydınlatmak. Yani karanlığı ortadan kaldıran, önümüzü görmemizi sağlayan.

Yol metaforu sanırım daha çok modern çağın getirdiği bir şey. Bireysel bir yanı da var. Kendimizi daha bilgili kılmak için çoğu kez bir yerlere gitmemiz gerekiyor. Oysa yol metaforundan uzaklaşıp karanlığı aydınlatma açısından da yaklaşabiliriz aydına; belirsizliği ortadan kaldıran olarak. Bu açıdan bakınca bana çok daha uygun geliyor, en azından Türkçe bağlamında, aydını bütünle ilişkilendirmek. Karanlık ortadan kalktığında çevremizdeki bütün, tüm maddi ve manevi yanlarıyla, daha anlaşılır olur. Işığın aydınlattığı alan, eğer hemen önünde bir engel yoksa (ay ve güneşte olduğu gibi), gözün görebildiği tüm mekânı aydınlatır.

Parçayla uğraşan aydın daha farklı bir şey olmalı; belli bir yeri aydınlatan. Bu tür aydın aynı zamanda karanlığı ortadan kaldıran aydın mı? Sadece bir kısmını kaldırıyor ve bu da o aydını aslında bugün anlaşılan anlamda bir aydın (“evrensel aydın”) kılmıyor. Ya da sadece karanlığı kaldırdığı grubun, “parça”nın, ya da daha küçük bütünün aydını kılıyor.

Aydınlatma kavramına sadece Türkçede rastlanmıyor; birçok Hint- Avrupa dilinde de mevcut. O dillerde de aydın sözcüğüne benzer “illuminati” var. “Enlightened” sözcüğü de aydınlanmakla ilgili. Yani aslında asıl metafor daha ziyade aydınlanmak, karanlığı ortadan kaldırmak gibi gözüküyor ama bugün var olan ve belki geçmişte bazı durumlarda var olmuş yol metaforu da var. Belki de yolun sonunda karanlığı kaldıracak bir ışık söz konusu ama diğer yandan bu yol metaforunu hem modernitenin (belki bir parça İbrani dinlerin) ve özellikle Cumhuriyet Türkiye’sinin daha iyiye, daha gelişmiş olana veya kurtuluşa gidiş düşüncesiyle ilişkilendirebilir miyiz? Aydın, yolu aydınlatan mı? Denizdeki fener gibi.

Her iki durumda da aydın her zaman hayran olunacak bir şey gibi gözükmüyor. Karanlık çeşitli şekillerde aydınlatılabilir ve bazı aydınlanmalar bazı gruplar tarafından tercih edilmeyebilir. Benim asıl itiraz ettiğim nokta parça meselesiydi. Parça olarak anlatılmaya çalışılanın genellikle daha küçük bütün olduğunu ileri sürmüştüm. Sadece parçayı aydınlatacak bir ışık, bu parça gerçek anlamda bir parça olsa bile (yani daha küçük bir bütün değil), aslında aşırı derecede tehlikeli bir davranış, bir eylem olarak da düşünülebilir. Çünkü aydın kavramından anladığımız (ve sözcüğün etimolojisine baktığımızda da bu ortaya çıkıyor: ay-dın; buradaki -dın, eğer yaptığım araştırma beni yanıltmadıysa, dışarıya yayılan anlamını veriyor; yani aydan dışarı yayılan = aydın = ay ışığı), dışarıya doğru, bir çarpıtmaya uğramadan yayılan bir ışık, bir karanlığı ortadan kaldırma. Oysa parçayla uğraşan aydın (bu parça daha küçük bütün veya gerçek anlamda bir parça olsa da) bu eylemi kontrol altına almak, çarpıtmak, belli bir kanala sokmak zorunda ki, sadece belli bir kısım aydınlansın. Belli bir bütünün (veya daha büyük bütünün parçası diyelim) sesini duyurmaya çalışmakla sadece bu bütünle ilgili (veya parça) aydınlatma eyleminde bulunmak arasında aslında çok ince bir çizgi var. Parçanın sesini duyurmak bir anda sadece parçaya hizmet eden aydınlanma eyleminde bulunmaya dönüşebilir. Parçayı oluşturanlar açısından bu hiçbir şekilde sakıncalı olmayabilir ama parçanın dışında kalanlar açısından çok sakıncalı, “sadece-benim-grubum” davranışı ortaya çıkmış olabilir.

0 yorum:

25 Mayıs 2007 Cuma

25 Mayıs Acil Yol Tanımı

Ayşegül Denizci


bu durumda acil yol tanımı:)

aslında oturup sayfalar dolusu kendi öznel tanımlarımı mı yapmaya çalışmalıyım bu usta işi düşüncelere layık olabilmek için?
halil cibran'ın pek güzel anlattığı gibi... " bilgi sözcüğü, sözcüksüz bilginin gölgesinden başka nedir ki?"
usta tanımı biliyor zaten, skalayı çağrıştırmalıyım belki de yalnızca.
o halde şu sorularla?...
- "YOL" hedef midir?
-tanımlanmış bir hedefe gidiş midir?
-tanımlanabilir olandan çıkıp sürükleniş midir?
Ve Parça kendi bütününün tamamen farkında mı?
TIRTIL KANATLARI OLDUĞUNU bilir mi?
Aydının yolu; NE'yi bilmediğini öğrenme sevdasıdır kanımca.


Ben şiir seviyorum ya
Aydın diye kime dediğim konusunda
Sözü de Tagore 'a bırakıyorum, çiçek çocuklara özlemle…




ÇİÇEK OKULU
Gökte fırtına bulutları gürleyip haziran sağanakları boşanınca,
Bambular arasında tulumunu çalmak için ıslak doğu rüzgarı gelir fundalıklardan.
Ansızın çiçek sürüleri fırlar kimse bilmez nereden; çılgınca bir sevinçle oynarlar.

Anne, bana kalırsa çiçekler okula giderler yeraltında.
Derslerini kapalı kapılar ardında yaparlar; ders bitmeden çıkıp oynamak isterlerse, onları köşeye diker, cezalandırır öğretmenleri.
Yağmurlar gelince tatil olurlar.
Dallar birbirine vurur ormanda, yapraklar yırtıcı rüzgarda hışırdar, yıldırım bulutları dev ellerini çırpar, pembe, sarı, beyaz giysileriyle dışarı fırlar çiçek-çocuklar.

Biliyor musun, evleri gökyüzünde, yıldızların olduğu yerdedir anne.
Oraya çıkmak için nasıl da istekliler görmedin mi? Neden böyle tezcanlılar, biliyor musun?
Anlıyorum, kime kaldırıyorlar kollarını: benim gibi, onların da anneleri var.




"birbirimizi anlamadığımızı kabul ederek birbirimizle ilişkiye geçmek " harika bir düşünüş bana göre
Bu düşünceyi kendiliğimize de uygulasak keşke!
Sevgi ve şükranlarımla
ayşegül denizci

0 yorum:

23 Mayıs 2007 Çarşamba

Ayşegül Denizci'ye: Parça Bütün

Parça bütünden ayrı hareket edebilir mi? Aslında benim anlatmaya çalıştığım pek parçayla bütün arasındaki ilişki değil. Parça bence elbette bütünden ayrı hareket edebilir, özellikle konumuz toplumsal ilişkilerse. Burada bütünden ne anladığımıza bakmak gerekiyor. Ben daha çok bir karşılıklı iletişim ağı görüyorum ama bunu bir bütün olarak tanımlamıyorum. Tanımlanabilir ve zaten meselenin özünün de bu olduğunu düşünüyorum: Bütünler biz bütünler tanımladığımız için varlar. Benim gözümde insan bir parçadır, toplumsal bir parça ve doğumundan ölümüne kadar da bir parça olarak yaşar. Çevresindeki tüm toplam iletişim ağını algılayamaz. Kendi toplumsal bütününü oluşturur, oluşturmaya çalışır ama tüm ağı, her insanın kendi toplumsal bütününü kapsayan o büyük ağı bütünlüğü içinde algılayamaz. O yüzden hareket ederken değil büyük ağın, bu kendi yarattığı toplumsal bütünün bile nasıl hareket ettiğini bilemez. Bilmeye çalışır ve toplumsal iletişim burada devreye girer ama toplumsal iletişim hiçbir zaman mükemmel değildir, hiçbir zaman bütünün tüm bilgisini sunmaz. Dolayısıyla zaten parça her zaman bütünden ayrı hareket etmektedir. Ya da şöyle diyebiliriz: Hiçbir zaman bütünle birlikte hareket ettiğini bilemez. Bilemezse, o zaman böyle bir ilişkiyi keşfetmeye çalışmak da anlamsızdır. Bu ağ tek bir yönde ilerlese, belki böyle bir ilişkiden bahsedilebilir ama kanımca bir yığın hareket söz konusu ki, bu yüzden ağın kendisinin bir yere ilerlediğinden bahsetmek mümkün değil. Ağın boyutları büyüyebilir ama bu lineer değil, dairesel bir hareket bence.

Benim üzerinde yazdığım konuysa, aydınların bütünle uğraşmaktan nasıl vazgeçecekleri veya vazgeçebilecekleridir. Aydın olmayı belirleyen şey bütünle uğraşma arzusu değil mi? Aydının kendisi de her insan gibi eksiktir, bir parçadır ama onu farklı kılan, onun bunu aşmaya çalışmasıdır. Tersini yapacak bir aydın, yani parça olmakla yetinecek bir aydın neden aydın olarak adlandırılsın? Aydınlanmış olma ve aydınlatıyor olmak parça olmanın ötesine geçmiş olmaya işaret etmiyor mu? Yani böyle bir çabanın içine girmiş bir insan tipi tanımlamıyor mu? Postmodern düşüncenin büyük anlatılardan kurtularak yerele inme çabası, parçaya, eksik olana inmekle aynı şey değil. Burada daha küçük anlatılardan, sesini çıkartamayan bütünlere ait anlatılardan bahsediliyor. Yoksa eksik olanın ifade edilmesi değil hedef. Postmodern düşüncenin bu küçük anlatıları (ve eğer kastedilen birbirini anlayamayan küçük anlatılarsa) nasıl bütünle uğraşmadan bir bütün halinde kararlı bir yapıya dönüştüreceği meselesi hâlâ çözülmüş değil.

Bir parça olarak tüm parçaları kapsayan bir iletişim ağının içine doğuyoruz. Bu iletişim ağının içinden bir yığın bütün çıkartabiliriz veya bu ağın içinde bir yığın bütün tanımlayabiliriz. Bunu her insan bir şekilde yapıyor. Aydınlar bunu bir amaca dönüştürüyor: İletişim ağının tamamını nasıl tanımlayabiliriz? En iyi bütün nasıl tasarlanabilir? Bu kadar büyük düşünmenin sonuçsuz kalacağını düşünen bazı aydınlar çabalarını daha küçük bütünler üzerinde yoğunlaştırmaya çalışıyor. Olması gereken de bu. Tanımlanmaya çalışılan bütünün boyutları ne kadar küçük tutulursa, o bütün hakkında da o kadar çok şey bilinebilir. Yetersizliğini ifade eden aydınlar da çıkabilir. Asl olanın parçayı, eksik olma durumunu öne çıkartmak olduğunu ileri düşünebilir bazı aydınlar. Bu tür aydınların pek fazla şansı yok. Makbul olanlar, bütünle uğraşanlar. Tabii burada bir başka bütün projesi daha var diyebilirim. Birbirimizi anlamadığımızı kabul ederek birbirimizle ilişkiye geçmek. Bu yöntemin henüz denenmiş olduğunu sanmıyorum. Hele empati çılgınlığının her yere yayılmaya başladığı bugünlerde. Herkes empatik artık. Empatiye karşı değilim ama empati karşı tarafı anlamak anlamında kullanılıyorsa veya her empatinin doğal sonucunun sorunun çözülmesi olduğu düşünülüyorsa, yine aynı kapıya çıkmış oluyoruz. Karşı tarafı anlama çabası, diyalog kurma çabası desteklenebilir ama buradan karşı tarafı anlamanın mümkün olduğu sonucuna ulaşma bana pek inandırıcı gelmiyor.

0 yorum:

Ayşegül Denizci'ye: Yolda Olmak

Merhaba,
Yanıtım biraz uzun olduğundan, bu şekilde ayrı bir yazı olarak düzenledim.
Yaşamımızdaki çeşitli anları veya durumları yan yana getirdiğimizde bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz. Ama düşünüyorum da, bu yolda olma durumu daha çok bizim kurguladığımız bir şey. Birçok durumdan geçiyoruz veya birçok an yaşıyoruz ve aralarından bazılarını seçiyoruz, bunları kendimizi bir yoldaymış gibi görmemizi düşündürecek şekilde seçiyoruz. Oysa şöyle bir geriye baktığımızda, yaşadığımız tüm deneyimlerimizi gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımızda, iki nokta dikkatimi çekiyor: Birincisi bu deneyimlerimizden aslında birçok yol çıkartabileceğimiz ve bu arada hiçbir yere ulaşmamış başka yollar da tasarlayabileceğimiz. Fakat ikinci ve daha önemli olan noktaysa, yolumuzu bugünden geriye bakarak belirliyor olmamız. Bundan yıllar önce bugün ulaşacağımız noktayı biliyor muyduk? Çoğumuzun bilmiş olduğunu sanmıyorum. Yıllar sonra çok farklı bir yerde olabiliriz. Bunu da bildiğimizi sanmıyorum. O zaman bu nasıl bir yolda olmak diye kendime soruyorum. Evet, bir yerden bir yere gidiyor gibiyiz ama bu bir yolculuk şeklinde gerçekleşmiyor gibi. Üstelik aydınların durumuna baktığımızda, bugün var olan aydınlarımızın veya genelde aydınların büyük kısmının bundan yıllar önceki konumlarına, bulundukları yerlere baktığımızda, aslında hiç de yolda olmadıklarını görüyorum. Çoğu çok farklı yerlere varmışlar ve çoğu ne bugün geldikleri noktayı ne de genelde dünyamızın ulaştığı yeri tahmin edebilmiş değiller. Tam tersine, moda olmuş kavramlar ve argümanlar görüyorum. Yeni çıkmış bir kıyafet gibi, neredeyse tüm aydınlar aynı kavram ve argümanları benimsemişler. Sonra başkaları gelmiş, onları benimsemişler. Bu, nereye kadar yolda olmak şeklinde yorumlanabilir, açıkçası pek emin değilim. Neticede bugün ulaştığımız noktadan geriye doğru bir nokta belirlediğimizde, illa ki bir yolda olacağımız görülecektir. Bu aşağı yukarı herkes için geçerli olan bir şey diye düşünüyorum. Belki de “yol” kavramıyla anlatmak istediğiniz daha farklı bir şey.

0 yorum:

Yaşamımızdaki çeşitli anları veya durumları yan yana getirdiğimizde bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz. Ama düşünüyorum da, bu yolda olma durumu daha çok bizim kurguladığımız bir şey. Birçok durumdan geçiyoruz veya birçok an yaşıyoruz ve aralarından bazılarını seçiyoruz, bunları kendimizi bir yoldaymış gibi görmemizi düşündürecek şekilde seçiyoruz. Oysa şöyle bir geriye baktığımızda, yaşadığımız tüm deneyimlerimizi gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımızda, iki nokta dikkatimi çekiyor: Birincisi bu deneyimlerimizden aslında birçok yol çıkartabileceğimiz ve bu arada hiçbir yere ulaşmamış başka yollar da tasarlayabileceğimiz. Fakat ikinci ve daha önemli olan noktaysa, yolumuzu bugünden geriye bakarak belirliyor olmamız. Bundan yıllar önce bugün ulaşacağımız noktayı biliyor muyduk? Çoğumuzun bilmiş olduğunu sanmıyorum. Yıllar sonra çok farklı bir yerde olabiliriz. Bunu da bildiğimizi sanmıyorum. O zaman bu nasıl bir yolda olmak diye kendime soruyorum. Evet, bir yerden bir yere gidiyor gibiyiz ama bu bir yolculuk şeklinde gerçekleşmiyor gibi. Üstelik aydınların durumuna baktığımızda, bugün var olan aydınlarımızın veya genelde aydınların büyük kısmının bundan yıllar önceki konumlarına, bulundukları yerlere baktığımızda, aslında hiç de yolda olmadıklarını görüyorum. Çoğu çok farklı yerlere varmışlar ve çoğu ne bugün geldikleri noktayı ne de genelde dünyamızın ulaştığı yeri tahmin edebilmiş değiller. Tam tersine, moda olmuş kavramlar ve argümanlar görüyorum. Yeni çıkmış bir kıyafet gibi, neredeyse tüm aydınlar aynı kavram ve argümanları benimsemişler. Sonra başkaları gelmiş, onları benimsemişler. Bu, nereye kadar yolda olmak şeklinde yorumlanabilir, açıkçası pek emin değilim. Neticede bugün ulaştığımız noktadan geriye doğru bir nokta belirlediğimizde, illa ki bir yolda olacağımız görülecektir. Bu aşağı yukarı herkes için geçerli olan bir şey diye düşünüyorum. Belki de “yol” kavramıyla anlatmak istediğiniz daha farklı bir şey.

0 yorum:

Her şeyi anlamasak, biraz da eksik kalsak.

Devrim tartışmasıyla ilgili fikirlerimi sunmaya devam ediyorum. Aslında doğrudan konunun kendisinden çok aralarda dikkatimi çeken bazı noktalar ilgimi daha çok çekiyor. Sonunda elbette devrim konusuyla ilgili bazı fikirlerim de olacak. Fikirler çekici, derin ve karmaşık olduğundan ve tabii başka şeylerle de ilgilenmek gerektiğinden bu şekilde ilerleyebiliyorum ancak. Bu sefer Utku Özmakas'ın bir yazısında geçen anlama konusunda söylenmiş bazı şeyler anlamanın ne olduğu konusunda düşünmeye itti beni. Utku Özmakas şöyle yazmış yazısının ilgimi çeken bu kısmında. Ben burada sadece anlama üzerine yazacağım.

Utku Özmakas:
Yani ben ideolojik bir birlik olarak –çeşitli dünya görüşlerini içinde barındıran- “ulus-devletçi proje”nin “içinden” değilim ancak temel argümanlarını anlıyorum. Onları onayladığımı söylemiyorum. Onaylamak, katılmak ve anlama arasındaki ayrıma dikkat çekiyorum. Eğer Nizamettin’in dile getirdiği gibi içinden olmadığım için diğer doğruları “hata” olarak kabul etmeye dayanan bir “ideolojik birlik” nosyonu yalnızca kendi düşmanını yaratarak kendine yol açan bir bakışın ürünü. Eğer “anlama” böyle bir şey olmasaydı, yani öteki’ye eğilmenin bir yolu olmasaydı o zaman zaten konuşamazdık? Birini anladığımızı varsayıyoruz ki eleştiriyoruz. Yani “ideolojik birlik” ifadesini yalnızca “faşist” çağrışımlar içerisine hapsetmenin, kavramları belli bir görüşün boyunduruğu altına sokmanın bir anlamı yok.

Anlama ne zaman gerçekleşir? Bir şeyi anlamaya çalışan “ben bunu anlıyorum, bunu kavrıyorum” dediğinde mi? Yoksa bir şeyi anlatmaya çalışan “sen beni anlıyorsun” dediğinde mi? Anlamak, süreç tamamlandığında anlaşılmaya çalışılan gibi olmak değil midir? Eğer anlamaya çalıştığım gibi olamıyorsam, onu ne kadar anlıyorum? Ben milliyetçiliği anlıyorum dediğimde ne kadar anlamış oluyorum milliyetçiliği? Çünkü anlamış olsam, milliyetçi olmam gerekmez mi? O zaman iki farklı anlama söz konusu değil mi? Bu iki farklı anlama birleşecek bir ortak alan bulabilirler mi? Bu iki farklı anlamanın birbirlerini ortak bir anlama düzlemi çerçevesinde anlayabilmeleri ortak bir söylem üretmelerine bağlı olduğuna göre, nasıl iddia edebiliriz diğerini anladığımızı? Benim tektanrıcı bir dindarla “Tanrı”nın varlığı konusunda anlaşabilmem sonunda onun getirdiği önermeleri ve akıl yürütme şeklini kabul etmeme bağlıysa, nasıl ortak bir anlama çerçevesinden bahsedebiliriz? Benim düşüncemde onu ona katılmadan anlamam mümkün olabilir ama onun düşüncesinde onu anlamak ona katılmaksa veya ona katılmıyor olmam onu anlamamış olmamın işaretiyse, daha işin başında bir sorun çıkmıyor mu? Dolayısıyla aslında anlama-şamıyoruz, diğerini anladığımızı sanıyoruz. Belki de yapılması gereken, diğerini anlayamadığımızı, anlamadığımızı kabul etmemizi sağlayan bir pratik çerçevesinde diğeriyle ilişkiye girmeye çalışmak, “öteki”ni anlamaya değil, onun gerçekten ulaşılamaz anlamında öteki olduğunu kabul etmek ve buradan yola çıkarak birbirimize dünyalarımızda karşılıklı biçimde yer vermeye çalışmak olmalı. Belki de diğerini ve her şeyi anlayabileceğimizi getiren söylemin (modern söylemin) kendisini sorgulamamız gerekiyor.

Beni anlamaya çalışan zihniyet neticede anlaşılmadığımı iddia etmeme, ileri sürmeme yol açan zihniyetin diğer yüzü değil mi? Nasıl oluyor da bir yandan diğerinin de benim gibi olmadığını, onun doğrularına da yer vermek gerektiğini savunacağım ve diğer yandan o da dahil her şeyi anlayabildiğimi ileri süreceğim? Farklı doğruların var olmasının nedeni her şeyi aynı görmememiz değil mi? Mesele, diğerinin şikâyet ettiği “bütünün” onun üzerinde oluşturduğu hegemonyadan kaynaklanmıyor mu? Hegemonyaya karşıyım, çünkü farklı doğrularıyla, farklı bakış açılarıyla, farklı yaşam tarzlarıyla var olan diğerleri var. Ama iş anlamaya gelince, hiçbir farklılık görmüyorum ve böylece hegemonyayı hâlâ sürdürüyorum? Çünkü ben herkesi ve her şeyi anlayabilirim. Bu sadece bana mı özgü, yoksa diğer türdeşlerim de bunu becerebiliyor mu? O zaman mesele ne? Birbirimizi anlayabiliyorsak, neden anlaşamıyoruz? Çünkü birbirimize katılmıyoruz. Diğerinin getirdiği şeye katılmıyoruz ama anlıyoruz. Hayır, anlamıyoruz, sadece anladığımızı sanıyoruz veya varsayıyoruz ve bunu doğruların üstünde bir ilkeye dönüştürüyoruz.
Diğerlerinin canını yaktığımız en önemli nokta da tam burada. Onlara kendilerine özgü, sadece kendilerinin anlayabileceği hiçbir şey bırakmıyoruz. Onlara ait olup benim anlayamayacağım hiçbir şey olamaz. Kavganın merkezinde olan sorun da bu. Bırak, bende de sadece benim anlayabildiğim ve senin anlayamadığın bir şey olsun. Aksi takdirde ben nasıl bana ait olana veya seninkinden farklı olana ait olabileceğim, böyle bir aidiyet geliştirebileceğim? Yaşamımda ve senin yaşamında sadece benim anlayabildiğim, sadece bana ait bir deneyim olsun. Bunu sadece ben anlayabileyim ve sen anlayama, bunun sende yarattığı eksiklikle yaklaş bana. Bunun üzerinden konuşmaya başlayalım. Anlayamadığımız yanlarımıza rağmen neler yapabiliriz, bunu konuşalım. Nereden çıktı bu, herkesin diğerini anlayabilmesi meselesi. Anlasaydın, şu anda benim yanımda olurdun. Çünkü beni anlamak benim gibi davranmak demek. Bunun dışındaki eksik anlamadır ve sorun da bu eksiklik aracılığıyla var olmanın bir yolunu henüz bulamamış olmamızdır.

Aydının rolü bütünü kurtarmayacak çözümler üretmek olmayacaksa, ilk önce her şeyi anlayabilme ama bazı şeylere katılmamam söylemini, daha doğrusu pratiğini bırakması gerekmektedir. Ancak bu noktada bütünden kopup parçanın dünyasına adım atılabilir; aksi takdirde parçalar değil, daha küçük bütünler söz konusudur. Bütünü terk edip parçanın dünyasına girmek eksik olmayı gerektirir, her şeyi anlayamamanın, görememenin getirdiği eksik olmayı, ve bu şekilde var olmayı öğrenmeyi. Bütünün parçası ile tek başına parça, bütünü görememenin, anlamamanın getirdiği, ortaya çıkardığı parça birbirinden çok farklıdır. Bu biçimde aydın olmak, günümüz dünyasının getirdiği normlar açısından bakıldığında, mümkün mü?

1 yorum:

18 Mayıs 2007 Cuma

Aydın bütünle uğraşmak zorunda...

Utku Özmakas şunu yazmış:

"Çağın tini" sizin de
[İskender Savaşır] Mesele'deki [Mart 2007] söyleşinizde ifade ettiğiniz üzere bütünle uğraşmayı olanaksız kılıyor. Öyle ki artık aydının rolü de "bütün"ü kurtaracak çözümler üretme olmamalı. Söz konusu üç argümanın da taşıdığı "bütün(lük)" kaygısı bana olanaksız bir deneyimi çağrıştırıyor.

Bütünle uğraşmanın ve bunun zorunluluğunun olanaksızlaştırıldığını sanmıyorum. Belki uğraşılan bütünlerin boyutları ufalmış ya da bir ekip çalışması içine girilmiş olabilir ama sonuçta bütünlerle uğraşılıyor, bütünler üzerine kafa yoruluyor.

Her ne kadar global düşünüp yerel davranmak gibi bir slogan yerleşmişse de, bu nasıl oluyor ben pek anlayamıyorum. Niye global düşünme ihtiyacındayız? Eylemimizi, düşündüğümüzü yaşama geçirirken bizim dışımızdaki dünyayı da hesaplarımıza katmak için değil mi? Eğer bunu yapıyorsak, eylemimiz veya davranışımız nasıl yerel olabiliyor? İnsan fiziksel olarak hem burada hem de başka bir yerde olamayacağına göre, zaten her zaman yereldir. Herhalde bahsedilen bu değil. Buradaki yerel, bir sınır çizmeyle ilgili. Kastedilen muhtemelen bir mahalle veya işle evimiz arasındaki dünyamız da değil. Bu tür dünyada davranışta bulunabilmek için global düşünmenin bir anlamı yok. Zararlı bile olabilir. Niye global düşünürüz ki zaten? Daha global veya küresel oluşumların, gruplaşmaların temelini atmak, bu tür yapılanmalara destek olmak için değil mi? Bunu bir kafamızın bir yerinde tutarak tekrar yerel sorusuna dönecek olursak, burada kastedilen aslında fiziksel bir yerel değil, sadece gördüğümüz, dokunduğumuz, konuştuğumuz küçük, çok küçük fiziksel dünya değil bahsedilen. Daha büyük bir şey ve hatta bazen İstanbul boyutlarında bir kent (bazı yerlerde ülke deniyor bu boyutlardaki yerleşimlere), bir bölge veya hatta bir ulus-devlet toplumu. Sanki kastedilen, “küresel düşün, ulusal veya kültürel davran” gibi bir şey. Neticede çok da yerel bir davranma söz konusu değil, sadece daha ufak bir bütünün sınırları içinde davranış geliştirmekten bahsediyoruz. Bu bir.

İkinci meseleyse, yine başta değindiğim, global bakış açısı veya stratejisi ürettikten sonra nasıl yerel davranıldığı sorusu? Tüm diğer “yerelleri” dikkate alarak veya bunlar üzerinde hegemonik bir yapıya dönüşmüş küreselleşmenin değerlerinden hareket ederek üretilen eylem-öncesi safhanın sonucunda ortaya çıkan eylemin, davranışın neresi yerel oluyor veya nasıl sadece yerel oluyor? Bir kere davranışın kendini ifade ettiği alan zaten çoğu kez yukarıda tanımladığım fiziksel yerel değil, daha ufak küresel anlamında bir yerel (boyutları değişen). İkincisi, davranışı üreten beyin, verilerinin önemli bir kısmını ve hatta bu slogana göre tamamını (verilerinin bir kısmı veya tamamının ve tüm analizin globalliği söz konusu bu slogana göre) globallik üzerinden alıyor, üretiyor ve işliyorsa, davranışın kendisi nasıl yerel olabilir? Yerel demekle yerel olmaz. Eylemin ne tür iletişim ağlarının sonucu olarak biçimlendiğine bakmak gerekiyor. Davranışınızın düşünsel kaynağını büyük çapta Batı Aydınlanmacılığına borçluysanız ve yereliniz Andaman adaları veya o kadar abartmaya da gerek yok, herhangi bir Doğu Asya ülkesiyse, pek yerel davranmış olmuyorsunuz. Tabii burada global düşünmeden ne kastedildiğini de sorgulamak gerekiyor?

Bu yazının başındaki aydının rolünün bütünü kurtaracak çözümler üretmek olmaması gerektiği meselesine gerek dönecek olursak, benim savunduğum tam tersi: Aydının rolü bütünü kurtaracak veya yeni bütünler kuracak, kurgulayacak çözümler üretmek olmalı ve hatta aydın, bunu yaptığı sürece aydındır. Aydın bunu bir ekip çalışmasına dönüştürebilir ve günümüzde bu yönde bir eğilim var ama her aydın kafasının bir yanında bir bütünle ilgili kaygılar taşır, bunları çözmek için çözümler üretir, üretmeye çalışır.

Bütünlerle uğraşmanın olanaksızlığına katılıyorum. Böyle bir şey hiçbir şekilde mümkün değil. Uğraşılan bütün her zaman seçilmiş ve muhayyel bir bütündür; her zaman bütünü sorgulayan veya bütünün görmek istemediği, arka plana attığı veya sesini duyuramayan, öyküsünü anlatamayan parçalar vardır ama bu, bir bütünle uğraşıldığı sonucunu değiştirmiyor. Önemli olan, uğraşanın bir bütünle uğraştığını kabul etmesi. Ve sesini duyuramayan, öyküsünü anlatamayan grupların sözcülüğünü yapmakta olan aydın bile bir parça bağlamında değil, bir bütün bağlamında çabalamaktadır. Sesini duyuramamamın ve bunun için mücadele etmenin kendisi bir bütünle uğraşma çabası değil mi? Neden sesimizi duyurmaya çalışalım, eğer bir bütünle uğraşmıyorsak? Sesimi duyurarak yaşama isteğinin kendisi hem bir bütünün parçası olmanın hem de yerelin dışına çıkmak istemenin ta kendisi değil mi?Sesini duyurma söyleminin kendisi ne tür bir yaklaşımın ve dünyanın ürünü? Tarih, bütünle uğraşmayan aydını kaydetmemiştir. Edemez, çünkü tarihin parçası olmak için bütünle uğraşmak gerekmektedir; tarih, bütünle uğraşmanın farklı bir alanıdır.

Aydının rolünün biran için bütünü kurtaracak çözümler üretmek olmadığını düşünelim. Peki, o zaman nedir bu rol? Kimin aydınından bahsediyoruz? Nasıl bir aydın bu? Medeniyet denen oluşumun, yaşam tarzının aydını değil mi düşündüğümüz? Şu anda Türkiye’de, Avrupa’da ve dünyada hangi aydın bütünle uğraşmıyor, bütünü daha iyi düzenleyecek çözümler üretmeye çalışmıyor veya daha iyi bütünler hayal etmiyor? Toplumsal bir varlık, toplumsal bir hayvan olarak insanın bütünü kurtarmaya çalışmaması, bununla uğraşmaması biyolojik olarak nasıl mümkün olabilir? Farklı bütün anlayışları tanımlayabiliriz ama bütünle uğraşmamak, bütünü kurtarmaya çabalamamak insanın bir özelliği değil; bu özelliğin edinilmesi gerekiyor. Aydınsa, bu tür bir özelliği edinmede en az başarılı olan insan tipidir; zaten aydın, bu yüzden aydındır.

2 yorum:

17 Mayıs 2007 Perşembe

Devrim elbette teknik bir mesele

Merhaba,

Bir süredir ilgiyle izlediğim devrim tartışmasına katılmaya karar verdim. Katılımım daha çok kısa kısa yorumlar, sorular, eleştiriler şeklinde olacak. Yani orasından burasından didikleyeceğim yazılanları ama zaten sanırım blogculuk da böyle bir şey: Düşüncelerimizi herhangi bir şekilde sınırlandırılmadan kafamızda belirdikleri biçimleriyle sıralamak.

Devrimci miyim, pek emin değilim. Solculuk olabilir. Devrimci olmadan solcu olmak mümkün mü? Sanırım evet. Üstelik sosyalist olmadan ve hatta sosyalizme karşı çıkarak solcu olmanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Neyse bunlara daha sonra gelmek dileğiyle, şimdi devrim tartışmasında kafama takılan bazı noktalara değinmek istiyorum.

Nizamettin Uygar şöyle yazıyor:

Ve Devrim asla; Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uyma gayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndan çıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.

Kısacası, Devrim, teknik bir mesele değildir...Konu benim için önemli ve değerli.Sizin için anlamı nedir?...'

Herhangi bir tanım yapmadan eylemde bulunmak mümkün mü? Çoğu zaman devrimlerin tanımlanmadığını düşünüyoruz ama tam tersine fazlasıyla tanımlanıyorlar. Yoksa her devrimden sonra gelen mahkemeleri nasıl açıklayacağız? Bunun dışında bir devrim anlayışını savunabiliriz ama eğer bu devrimi insanlar yapacaksa, ben pek mümkün olduğunu düşünmüyorum, tanımlardan ve tanımlara uymadan kurtulmanın. Bu açıdan bakınca aslında devrim de diğer toplumsal gruplaşmalar gibi teknik bir mesele bence. Her şeyden önce kalabalıkları bir araya getirme gibi gayet teknik bir sorun söz konusu. Ne kadar romantik yaklaşımlar ve duygulanmalar içinde olursak olalım, devrimleri başarıya ulaştıranlar arzuları doğrultusunda hareket edenler değil, devrimi bir teknik mesele olarak ele alanlar olmuştur. En iyi ve en tehlikeli devrimciler meselenin teknik yanını en iyi şekilde kavramış olanlardır. Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı. Çok güzel devrimler gerçekleşebilirdi. Fakat maalesef olamıyor veya bugüne kadar olamadı. Çünkü devrimlerin başarıya ulaşmaları tamamen teknik meselelerin çözülmesine bağlı.

0 yorum: