2 Ocak: Kansas Havaalanı
Tabii, havaalanları hakkında söylediklerim, başka herhangi bir yer gibi, bir havaalanının da bir insanın hayatında estetiğe benzer bir değer kazanamayacağı anlamına gelmiyor.
Kendi hayatımdan aklıma gelen örnek, Kansas City havaalanı. Ama o da, bir havaalanının (hatta genel olarak, bir konaklama yerinin) ancak ontolojik bir boyutu da olan bir geçişe sahnelik ettiği takdirde, kişinin kendisi için estetiğe benzer bir önem kazanabileceğini kanıtlıyor gibi duruyor.
21 yaşında ilk kez ana ocağını terk ediyordum – o zamana kadar hep karşıma bir tanıdıklık imzasıyla (güveni ve kasvetiyle) çıkan her şey geride kalmıştı. Cebimde 1000 dolar vardı ve ayda 220 dolarlık yarım bursumun bağlanıp bağlanmayacağından da henüz emin değildim.
Ama havaalanına vardığımda hissettiğim, korku, kendime güven ya da heyecan değildi. Londra’daki grevden ötürü New York’un Kennedy’i havaalanındaki bağlantılarımızı kaçırmıştık (uçakta tanıdığım biri Türk, biri Fin iki kızla beraber– onların kaçırdığı bağlantılar nereyeydi, hatırlamıyorum, benimki Kansas City’yeydi). Bir labirenti andıran koridorlar boyunca Chicago uçağını ararken Türk kızı durmadan ağlıyordu; Fin kız hiç konuşmadan bizi izliyordu– Türkçe ya da İngilizce konuşup konuşmadığını öğrenemeyecektim; Finlandıya’dan olduğunu söyledikten sonra bir daha konuşmamıştı. Elinde bir keman kutusu taşıyordu.
Kansas havaalanına indiğimde 20 küsur saattir uyumamıştım. Sanırım hafızada billurlaşan resimde, o resmin benim için estetik bir değer kazanmasında yorgunluğun da bir payı var. Artık varmıştım, yapacak bir şeyim kalmamış, kalmış olsa bile yapmaya takatim kalmamıştı.
Kahverengi tonlu camlardan içeri boca olan sonbahar ışığı, alanın tenhalığı, sessizliği, ferahlığı, hepsi birlikte beni buyur eden, daha şimdiden yatıştırmaya hazır bir kucak gibiydiler.
Kansas, daha sonraki iki yıl boyunca, havaalanında o öğledensonranın erken saatlerinin vaad ettiği her şeyi (heyecanı da güveni de, zafer duygusunu da yatışmayı da) bana verdi.
Ama, vermemiş olsaydı da, o sahne, hafızada billurlaşmış o resim, benim için taşıdığı estetik değeri yine de taşırdı gibi geliyor bana– belki daha seyrek çağırır, anardım o resmi, eşlik eden duygu daha buruk, daha kekre olabilirdi. Resmi, hafızada ona daha sonradan yapışmış çağrışımlardan, yeni anlamlardan elimden geldiğince arındırmaya çalışıyorum. Zaten bunlar, hafızadaki resmin kendisinin estetik değeriyle değil, taşıdığı anlamla, hatırlamaya eşlik eden duyguyla ilgili...
Nedir o halde bu “estetik değer” dediğim şey, diye sorulacak şimdi... “Estetik değer” tek bir kişi için varolabilen türden bir şey olabilir mi?
Tatilde cevaplanmaya kalkışılmayacak kadar iri sorular...
1 yorum:
Yorum Gönder