29 Haziran 2007 Cuma

29 Haziran Bach'tan Sonra

Son 3-4 yıldır, aslında epistemoloji problemleri ile hiç ilgilenmemekle birlikte, ısrarla fizikle matematik arasındaki ilişki sorununa dönerken, aslında neyi düşünmeye çalışıyorum?

Bu akşam, oldukça yorgun ve nasıl adlandıracağımı bilemediğim bir ruh hali içinde olduğum bir sırada aklıma şöyle bir cümle geldi (rastgele, öylesine değil, aslında bunu, yani neyi düşünmeye çalıştığımı düşünüyordum): “Bach’ın müziğinde ifadesini bulmayan (ama hayattan yine de tanıdığımız, işaret edebileceğimiz, yaşadığımızı bildiğimiz) bir neşenin izini sürmeye, onu düşünmeye çalışıyorum.” (Zelenka’nın müziğinin beni o kadar sarsması, o kadar ki, hâlâ ona geri dön/e)memiş olmam, onu dinlemekten imtina etmem, belki bu yüzdendir.)

Bunu söylerken, düşünürken aslında Bach’a bir yerde (nerede? öznellik, yaşantı, fenomenoloji alanında mı?) epistemolojide Newton’un tuttuğu (tutmuş olduğu) yere benzer bir yer, bir rol mü atfetmiş oluyorum? Yaşanabilecek her şey, bütün yaşantı olanakları, (yaşantıyı ve müziği yeterince dikkatli dinlediğimiz takdirde) ifadesini (anlamını? sesini? kalıbını?) Bach’ta bulabilir. Tarihin sonu iddiasının müzikal karşılığı Bach’tır. Bu mu, kendisine karşı düşünmeye çalıştığım sav...?

Matematikle fizik arasındaki o “küçük açı”nın –mükemmel olarak işittiğimiz aralıkların, her zaman matematiksel olarak mükemmel olmamaları (Pythagoras’ın hesaplarmaları ile Samos’taki kazılan kanalın iki ucu arasındaki küçük fark)– işte, modern dünyanın anlamladırma olanaklarını aşan, onların dışına taşan o neşe olanağının kaynağı olduğunu (daha doğrusu, olabileceğini) düşünüyor, böyle düşünüldüğü takdirde nereye kadar gidilebileceğini görmek istiyorum – sanki...

Tabii, denebilir ki (hatta denmeli ki) Bach’ın müziğinin kendisinin kaynaklarından biri de, tam da o açı, “wohltemperiert”le “equal temperament” arasındaki farktır. Ama şimdilik bu kadar “itiraf” yeter... Kendi cehaletim bir yana, araçların kendisi de kaba saba geliyor (Bach’ın müziği değil tabii, ondan da matematikten de bahsetmek için kullandığımız kelimeler falan...)

Ama tabii, kaba saba da olsa araç-gereçten tamamen yoksun değiliz; örneğin romantikler de aynı olanağın önünde eşiniyorlardı.

2 yorum:

24 Haziran 2007 Pazar

Bu Dünyanın Yerlileri

Nizamettin Uygar'ın Timuçin Binder'İn son iki gönderide yanıtlamakta olduğu yazısı, daha önce "yorum" olarak yayınlanmış olduğundan gözden kaçmış olabilir. Kendi talebi üzerine yeniden yazı olarak yayınlıyorum.


Değerli Timuçin Binder

Yazınızı yeni gördüm. Malum, bu hayatın bize yüklediği yapay zorunluluklar var. Hızlı yazıyorum, sizi önemsemediğim duygunuzun(duygu da bir fikirdir)asla benimle anılamayacağını da belirtmek için.
Ezber konuşmanın anlamına yönelik söylenecek sözler arasında ‘birbirimizi tanıma’ da olabilir. Ama bence konunun özüne hiçbir katkı yapmaz. O halde bana göre, nedir ezber konuşmak; kafamızda oluşturduğumuz kalıplarla metne yaklaşmak, o kalıpları metne mal etmek, o kalıbın/formatın dilinde metni anlamlandırmak, kavramları o formatın tanıdığı biçimde –beklide kaçınılmaz olarak anlamak. Bu tarz bir düşünmenin bir çeşit muhafazakârlık olduğunu düşünüyorum. Var olanı, kendini aşmayı engellemeyeceği sınırda tutmak olarak. Ve muhafazakârlık, bir duyuş düşünüş tarzıyla, başka bir anlamda bir refleks gibi, işler. Bu bakımdan her zaman onun ‘varlığının farkına varamayabiliriz…’ Yani her zaman yüksek bir bilincin ifadesi değildir, muhafazakârlık…
Peki, ‘’aklınızda ne olduğunu nasıl biliyorum da sizin ezber okuması yaptığınızı anlıyorum’’ hemen söyleyeyim.
Ezber konuşmanın ne demek olduğunu anlatmak için sizin bana yazdığınız yanıttan hemen bir örnek vereyim. Benim yerlilik kavramı üzerine yazdığım: ‘’Yerlilik kavramı, Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmemek; Ancak onunla tam olduğumuzun, biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğunun, onu bölen her şeyin bizi de böldüğünün ifadesidir. İnsanlığın/emeğin, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deney imlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa, sınırlara karşı isyanın kurucu gücüdür.’’cümlesini ve diğer bütün cümleleri yerellik olarak okuyorsunuz mesela. Şimdi resme bir bakalım, benim yerlilik üzerine ifade ettiğim hangi görüşte yerelliğe bir vurgu var? Yerellik/ulusallık/sınırlara hapsedilme… Üzerine kurulu bütün modelleri reddetme üzerine kurulu olan yerlilik kavramını siz yerellik olarak okuyor ve onun üzerinden bana :’’Örneğin yerelliğinizin ölçüsü ne? Kaç kişiyle ve hangi koşullarda yerellikten bahsedebiliriz. Bir arkadaşımın bana hatırlattığı gibi, internet çağında ne tür bir yerellikten bahsedebiliriz? İnternet dünyası yerelliği etkilemiyor mu?’’ gibi sorular soruyorsunuz. Bir önceki metninizde yaptığınızı tekrar ediyorsunuz. Sonrada size ezberden konuştuğunuz eleştirisi yapıldığında alınganlık gösterip, diyalogu kopartma iması yapıyorsunuz.
Bakın bir başka yerde:
‘’Devlet, iktidar gibi kurumlara karşı olup devrimi bunlardan bağımsız düşünmeyi teşvik etmeye çalışan birisi olarak Uygar aslında eleştirdiği herkes kadar çok siyasetle ilgileniyor, tartışmayı hiç de alışılmamış cephelere taşımıyor. Açıkçası ben çok farklı bir yaklaşım görmedim. Bu tür devrimin nasıl gerçekleşeceği üzerine pek konuşmadığı gibi (teknik ayrıntılar), önerdiği devrimcilik hâlâ iktidar mücadelesiyle ilişkili. İktidarı, sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde veya Foucault’un yaptığı gibi tüm toplumu kapsayan hakikat rejimleri şeklinde düşünsek de, Uygar’ınkisi var olan iktidara karşı yapılan bir mücadele. Bu farklı bir şekilde yapılabilir mi, açıkçası bilmiyorum, ama Uygar’ın yaklaşımı da farklı değil. Üstelik devrimin canlandırılması, bir canlı varlık olarak görülmesi ve bir süreç olarak düşünülmesi bana çok daha şiddetli bir iktidarcı yaklaşım gibi geldi. Böyle bir toplumun içinde devrimci olmadan yaşayabilmek mümkün olacak mı? Herkes devrimci olmak zorunda değil.’’ Diyerek, metinde kullanılan kavramların hangi fikri projenin, ufkun takibinde olduğunu, kendi anlamını hangi fikriyatın katkısından ürettiğini, neleri içerdiğini irdelemeden, neyi ne için söylediğini düşünmeden (ki ben hangi fikri takibin içinde olduğumu yazmıştım), metnin zaten bildiğiniz şeyleri anlattığını iddia etmek, metne ait olmayan fikirleri o metne yamamak- örneğin, benim yazdığım hangi söz iktidarı almayı/rejimi ele geçirmeyi olumluyor?- başlı başına bir ezber okuma/konuşma örneğidir. Ayrıca benim metnimde, sizin söylediklerinizi doğrulayabileceğiniz bir şey yok… Metni deşmek mi istiyorsunuz, benim devrim fikrimin, toplumsal yanını açığa mı çıkarmak istiyorsunuz; ama o zaman benim yazdıklarımın hakkını vermeniz yani, metni tahrif etmeden, metnin söyledikleriyle metni değerlendirmeye tabi tutmanız gerekmez mi?
“Böyle bir yazıya nasıl cevap verebilirim” dedikten sonra ezbercilik suçlamasıyla metinden ziyade yazarıyla uğraşmak ilginç bir yaklaşım olmuş. Diyalogcu bir yaklaşım olduğunu söyleyemeyeceğim. Geliştirmiş olduğunuz devrimcilik yaklaşımınıza pek uymamış… ya da belki de uymuş… Kim bilir?’’ Gibi bir cümle de ezberden konuşmaktır diyeceğim, konuya bir katkısı olmayacağını düşüneceksiniz. Bu nedenle şimdilik,metne hakkını vermiyor demeyi tercih ediyorum. ‘’Diyalogculuk’’ ne demek, benim devrim fikrim ile diyalogcu yaklaşım arasında nasıl bir bağ var örneğin. Ben diyalogculuk iddiasında ne zaman bulundum?’’diyorsunuz. Diyalogculuk’’ kavramını muhtemelen birbirimizle ilişkilenme anlamında kullanıyorsunuz ben, aynı anlama gelmemek üzere emeğin yoldaşlığını, bir oluş’a, sürece, içkin bir politikliğe emek vermeyi öneriyorum. Biliyorsunuz diyalogculuğu, müzakereciliği liberalizmle ilişkilendirmek daha doğru olur. Bakın burada ben de ezber konuşuyorum çünkü ettiğiniz kelamın bende çağrıştırdığı şeyi size mal ediyorum. Buna karşı çıkarsanız ve bunun böyle olmadığını söylerseniz, size hak veririm. Ama diyalogculuk diye bir kavramı kullanmayı tercih etmem, etmeme nedenim de kavramın daha çok liberal terminolojiye yakıştığını düşünmemdir. Ama bunu sizin, kavramı kullanma ereğinizi dışta tutarak, söylerim.
Eğer İskender beni böyle bir şeyle eleştirirse, benim için bir başka ezber konuşma örneği: ‘’İskender’in ve tabiî ki Hegel’in tezine karşı, Tarih'te artık kendimizi görmek zorunda olmadığımız, mutlak bir şimdiliğin gereklerini düşünmeyi anlamlı bulduğumu’’ söylemem olabilir. Çünkü burada da metne kendi algımı mal ettiğim iddia edilebilinir.
Bilerek uzatıyorum çünkü bu konuya çözüm bulmak, bizi neyi konuşuyoruz üzerine daha fazla emek vermeye zorlayabilir ve bu bence çok önemli bir katkıdır Sizin’’bir katkısının olmayacağını’’ düşünüyor oluşunuzun hilafına.
Sanırım size ya da bir başkasına yönelik kırıcı sözler edeyim diye yazmıyor olduğumu anlatabilmişimdir. Birbirimize emek vermek bizi değerli kılar ve benim değere emek vermemem söz konusu bile olamaz… Saygılarımla.
***
Kısa bir not olarak belirtmeliyim artık; ben Ayşegül Denizci’nin söylediklerinin çoğunu anlamıyorum. Bunun, onun anlaşılmaz yazıyor olmasından kaynaklı olduğunu söylemiyorum. Sadece bende oluşan, insanı sarsmaya yönelik yazdığına dair hissi önemsediğimi belirtmek ve bu sarsma hamlesine kayıtsız kalıyormuşum gibi anlaşılmasın istiyorum.

0 yorum:

16 Haziran 2007 Cumartesi

Ezberden konuşma: Ya da konuşamama II

Sayın Nizamettin, yazınıza geri dönecek olursam, sizin yazınızda hem fikre karşı fikirle tepkide bulunma var hem de yazara yüklenme, yazarın nasıl okuması gerektiğine dair komutlar verme var. “Ezberden konuşuyorsun” demek size bu anlamda bir komut olarak gelmeyebilir ama bu şekilde ifade edildiğinde, en azından ben böyle algılıyorum. Çünkü benim fikirlerinize karşı bazı fikirler sunmam ve sizin bunları ezberden konuşmak olarak tanımlayarak tartışmaya bile layık bulmamanızı başka türlü açıklayamıyorum. Özellikle bir fikir tartışmasına girdiğiniz bariz bir şekilde belliyken, neden yazarın okuma ve dolayısıyla düşünme şekliyle bu kadar çok uğraşıyorsunuz? Aynı tavır içinde olmayı seçeceksem olsam, siz de bana göre ezberden konuşmuş oluyorsunuz. Mesele eğer kafamızda oluşturduğumuz kalıplarla (sizin tanımınız) veya genelde etkisi altında olduğumuz hegemonik veya ideolojik düşünce kalıplarıyla hareket ederek bir şeyler yazmaksa ve bir şeyleri okumaksa, siz ve metniniz bunun ne kadar dışına çıkıyorsunuz ki, böyle bir suçlamada bulunabiliyorsunuz. Ortada “nesnel” şekilde belirlenebilecek bu ezberdir veya ezberden konuşmadır diyebileceğimiz bir şey olmadığı sürece, rahatlıkla herkes bir diğerine göre ezberden konuşuyor olabilir.

Şöyle ifade ediyorsunuz ezberden konuşmayı:

“O halde bana göre, nedir ezber konuşmak; kafamızda oluşturduğumuz kalıplarla metne yaklaşmak, o kalıpları metne mal etmek, o kalıbın/formatın dilinde metni anlamlandırmak, kavramları o formatın tanıdığı biçimde –beklide kaçınılmaz olarak anlamak” diyorsunuz.

Bir önceki yazımda ifade etmiştim ama bir kez daha deneyeyim. Siz metninizi tabii ki kafanızda mevcut olan belli kalıplardan yola çıkarak ve belli fikirlere göre kâğıda dökersiniz ve yine size göre metniniz mükemmeldir, kafanızdaki her şeyi gayet açık bir şekilde ifade etmişsinizdir. Maalesef bu böyle olmuyor. O metin sizi terk ettikten sonra çok farklı şekillerde okunacaktır. Bu gayet doğal ve kaçınılmaz bir süreç. Siz bunu bir tür metinsel tecavüz, metne hakkının verilmemesi olarak ifade ediyorsunuz. Bu size bu kadar çok rahatsızlık veriyorsa, bence yazmayı bırakmanız gerekiyor. Ya da metninizi okuyan kişilerle buluşarak onlar metninizi okurken yanı başlarında bulunmanız gerekiyor, ki böylece metni sizin kalıplarınızla okusunlar. Bu bile yetersiz kalacaktır. Yine bir yerlerden kendi kalıpları, kendi fikirleri sızacaktır okuma sürecine. Tartışma dediğimiz şey de zaten bu yüzden var.

Peki, siz bu başkalarından talep ettiğinizi başarabiliyor musunuz, önünüze gelen metinleri o metinlerinin yazarlarının kendi kafalarında oluşturdukları kalıplara göre okuyabiliyor musunuz? Eğer yapabiliyorsanız, tebrikler. Bu konuda tek olmalısınız. Çünkü birçok yazarın, düşünürün, sanatçının, aydının, tarihçinin vb. yazıları bugün hâlâ tartışılıyor, hâlâ farklı yorumlara ulaşılıyor.

Sanırım bu noktada mal etmek terimine dikkatimi çekeceksiniz. Eğer mal etmekten kastettiğiniz, birisine dönüp “sen” bunu yazmışsın demekse, bu tabii ki yanlış bir tavırdır. Burada yazmaktan kastettiğim, söylenen şeyi yazarın fiziksel bir eylem olarak yazmış olmasıdır. Aksi takdirde, birinin dönüp “ben bu metinde yazarın bunu söylediğini düşünüyorum veya yazar bunu söylemiştir” veya “hatta yazmıştır” demesi metne bir şey mal etmek değil, metni okumaktır. Eğer okuma metnin yazarına göre yanlış olmuşsa, onun yapacağı şey bu okumaya itiraz ederek yeni bir metin yazmaktır.

Yukarıda yazmayla ilgili söylediğim bir şey çelişkili bulunabilir; açıklık getireyim. Yazarın bir şey yazmasıyla yazarın metinde bir şey yazmış olması arasında ince bir farklılık olduğunu düşünüyorum. Metin yazılıp okumaya sunulduktan itibaren artık yazarına ait değildir, farklı bir boyuta geçmiştir ve sonunda o metin yazarının hiçbir şekilde hayal bile edemediği yerlerde ve biçimlerde kullanılabilir. Okuyucularla buluşmuş bu metnin yazarı o ilk yazar, metni fiziksel olarak üretmiş yazar değildir. Artık hayali bir yazar mevcuttur. Dolayısıyla, yazar burada bunu yazmış derken kastedilen orijinal yazar değildir. Daha da ilginç olanı, bir gün orijinal yazar ölecek ve metin ya da metni, bu hayali veya farz edilen yazarla yaşamına devam edecektir. Eğer bu farz edilen yazarın kalıplarından bahsediyorsak, onun kalıpları hiç de net değildir ve metin yazıldığı orijinal boyuttan uzaklaştıkça bu netlik iyice kaybolur. Metin, orijinal yazarına ait olmayan ve hatta onun hiçbir zaman düşünmemiş olduğu kalıplar da yüklenir. Bu farz edilen bir yazar aynı zamanda bir çokluktur da. Hem metnin içinde bulunduğu entelektüel ortamın veya genel düşünsel bağlamın gördüğü bir yazar söz konusudur hem de her bir okuyucunun okurken gördüğü bir yazar vardır. Durum böyle olunca, mal etmenin ne olduğunu tanımlamak da epey zorlaşıyor.

Mal etme dediğiniz eylem birinci, yani orijinal yazarı kapsıyorsa, elbette yanlıştır. Diğer yandan eğer metnin orijinal yazarından bağımsız olarak atıldığı yolculuktaki yazarı kastediliyorsa serbesttir, normaldir, doğaldır. Ve iyidir de, çünkü metnin ciddiye alındığını, hâlâ toplumsal süreçlerin parçası olduğunu gösterir. Bir yazar veya bir tartışmacı için bundan daha iyi bir şey olabilir mi? (Tabii bu maalesef Hitler’in Kavgam’ı da olabilir ama bu düşünceyi savunanlar açısından baktığımızda, aynı şey söz konusudur. Ya da bir metin artık iyice klişeleşerek popüler kültürün veya kültün bir parçasına dönüşebilir.)

Burada duruyorum. Devam edecek…

1 yorum:

14 Haziran 2007 Perşembe

Ezberden konuşma: Ya da konuşamama

Sayın Nizamettin,
Bir yorum olarak gönderdiğiniz yazınızı geç fark ettim. Blogların yorum düzenlemesinin böyle bir kötülüğü var. Tesadüfen önceki yazılar gözden geçirilmediği sürece geçmiş yanıtlar fark edilmiyor. Ben o yüzden cevabımı yoruma yorum olarak göndermeyeceğim. Bu arada baştan bu yazının biraz uzun olacağını belirtmek istiyorum, daha doğrusu oldu. Bu yüzden parça parça göndereceğim.

Gördüğüm kadarıyla, “ezberden konuşma” konusu yazınızın önemli bir kısmını oluşturmuş. Bu konuyla ilgili fikrimi bir önceki yazımda açıklamış olduğumu sanıyordum ama herhalde yetersiz kalmışım. Her ne kadar ilk andaki tepkim bu tartışmayı daha fazla sürdürmemek biçimindeydiyse de, nasıl düşünmem veya yazmam gerektiği konusunda direktifler veren anlayışlar beni oldum olası rahatsız ettiğinden sonunda bu tartışmanın aslında düşündüğümden daha gerekli ve hatta değerli olduğu sonucuna vardım.


Eğer işin içinde açık hakaret yoksa (ki ülkemizde bu konuda var olan alınganlığı hesaba katacak olursak, sanırım hakaretin ne olduğu veya olması gerektiği konusunu da tartışmak gerekiyor), insanlar istedikleri gibi yazarlar. Üstelik tepkilerini ifade ettikleri yazıları tahrif de edebilirler. Her ne kadar bir yazının göz göre göre tahrif edilmesine karşıysam da, neticede her tepki, her eleştiri bir parça da tahrifat içerir. Bazı tahrifatlar büyük tepki çeker, bazılarıysa eleştiri olarak görülür. Tahrifatın olmadığı durum, okuyucunun okuduğu metinle yüzde yüz veya neredeyse tamamen fikir birliği içinde olduğu durumlardır. Her tahrifat elbette kasıtlı değildir ama sonunda yazarının öldürülmesine kadar giden tahrifatlar da vardır.

Neden bir yazının tahrif edilmesine veya daha düzgün bir şekilde söyleyecek olursam, anlamından saptırılmasına bu kadar önem veriyorum? Evet, bir yazının anlamından saptırılması yazarına göre hiç de hoş değildir ama zorunludur. Eğer ortada kasti bir saptırma yoksa (yani ne anlama geldiği anlaşılmışken saptırma), saptırmalar doğaldır ve yazarlar bu saptırmalarla birlikte yaşamak zorundadır.

Metinler saptırılır ve bundan hoşlanmayanlar (genelde ve en başta da orijinal metinlerin yazarları) tepkilerini belirten yazılar kaleme alır. Bu sırada iki farklı yöntem seçilebilir: Doğrudan metinde ifade edilen fikirlerle uğraşılır; veya bu fikirlerin üreticisi yazarla uğraşılır. Birinci yöntem de hiçbir sorun görmüyorum. “Bu duyduğum en saçma fikir” türünden hakaret olarak algılanabilecek ifadelerin bile kullanılabileceğine inanıyorum. Bazı insanlara veya çoğunluğa saçma gelebilecek fikirlerimiz olabilir, buna herkesin alışması gerekiyor. Yapılmaması gereken, bunu yazarın bir kişilik özelliğiymişçesine tartışarak onu susturmaya çalışmaktır. Haliyle bu yöntemi, yani ikinci yöntemi tercih edenler olacaktır ve ben bu kişileri susturmaya kalkışamam. Aksi takdirde aynı duruma düşerim. Sanırım tek yapabileceğim şey, bu tür yaklaşımın fikir alışverişini veya fikri tartışmaları sekteye uğratıcı yanına işaret etmek olabilir. Yazara veya yazarın tartışma şekline yüklenmenin başladığı yerde fikirlerin tartışılması da sona ermeye başlamıştır.

Kanımca ezberden konuşmak ikinci kategoriye ait bir yaklaşım. Eğer ezberden konuşmaktan kasıt o kişinin üzerinde çok fazla düşünmeden bazı fikirleri olduğu gibi alıp kullanması veya hâkim düşünce biçiminin ya da ideolojinin sınırları içinde kalarak bir şeyler ifade etmesiyse, bu, beğensek de beğenmesek de, gayet normal veya doğal bir davranıştır. Üstelik ezberden konuşma neticede herkesin herkese yöneltebileceği bir suçlamadır. Neredeyse herkes belli ideolojilerin ve düşünce kalıplarının etkisi altında kalarak fikirler üretir. Kimisi bunu daha yaratıcı bir biçimde yapar, kendisinden de bir şeyler katar, kimisi de pek uğraşmadan bulduğu fikirleri olduğu gibi kullanır. Açıkçası bunun dışına çıkmanın mümkün olduğunu sanıyorum. Sanan biri varsa, bunun nasıl olabileceğini açıklarsa sevinirim. Eğer bu ezberden konuşma suçlaması herkesin herkese yöneltebileceği bir suçlamaysa, bir fikir tartışmasında o tartışmayı tıkamaktan başka ne tür bir işlevi olabilir? Diğer yandan ezberden konuşma ibaresinin kendisi ne kadar bir fikirdir? Yani bu ibarenin ne tarafından yaklaşırsak, ortaya konulan fikirlere bir başkasını eklemiş olabiliriz.

Ezberden konuşmanın yaptığı tek şey veya hedefi yazarı belli bir kategoriye koymaktan başka bir şey değildir. Bu ibare veya suçlamayla kastedilen, “sen şöyle bir yazarsın” veya “söylediklerini söylememen gerekiyor, çünkü onlar ezber”. Yani fikre fikirle karşı çıkmadan yazarı tartışma dışı bırakma çabasıdır söz konusu olan. Konu bu noktaya gelince de, artık sürdürülecek bir fikir tartışması da kalmamıştır. Bir tartışma hâlâ vardır ama bunun karakteri artık “ben ve öteki” türünden (bazı düşünürlere göre bu siyasettir) bir tartışmaya dönüşmüştür.

Devam edecek…

0 yorum:

12 Haziran 2007 Salı

12 Haziran Düş Toplumu

Ayşegül Denizci

Maddi tarih el değiştiriyor...
"bir hikayeye sahip olanlar " ve "bir hikayeye sahip olmayanlar " arasında gelişen yeni sermaye paylaşımı düzeneğine geçiş diye adlandırıyor ROLF JENSEN,
adına DÜŞ TOPLUMU dediği ve bilgi toplumunun yerine geçen zamane insan toplumuna.
-Hayat yayınları.

Sahip olanla, olmayanlar arasındaki mücadelenin; sahip olanların, temel ihtiyaçlarının, maddi olmayan tüketime doğru yöneldiğini anlatıyor.

Artık markalaşma, hikayesi olan ürün geliştirmek olduğundan, kitlelerin ortak karakteristik özelliklerinin geldiği doygunluk noktası, piyasa profillerini "DÜŞ"lenen duygu durumları yaratan üretim araç ve ilişkilerine köprülemiştir.
"DÜŞ TOPLUMU" nun nihai toplum olacağı kehaneti şimdiden ilk ışıklarını yansıtmaktadır.

-sayfa 55'de bazı YENİ piyasa tanımları da var.
...
satılık macerelar piyasası
birliktelik, arkadaşlık , sevgi piyasası
bakım piyasası
ben kimim piyasası
şefkat piyasası
kafa rahatlığı piyasası
ikna piyasası

Ürünlerin pratik değerleri, bir değerler skalası izlemeyi zorunlu kılıyor... Duygular işte burada devreye giriyor.

Eğitimin de entellektüel zeka ağırlıklı olmaktan çıkarak duygusal zekaya doğru kayması gerekiyor.

Tabii;
Bu dünyaya niçin geldik?
Öldüğümüzde ne olacak?
"sorularından kurtulmanın piyasası"nın en büyük payı kaplayacağını ben zikredersem şimdi ayıp olmaz mı?

0 yorum:

11 Haziran Sayısallaşma ve Metalaşma

“Bütün bunların devrimle ilişkisi ne?” sorunu sormadan önce, geçen yazdıklarımın başında sorduğum soruya geri döneyim. Matematikleşme –eşyanın nicel boyutlarına indirgenmesi– ile metalaşma arasındaki ilişkiyi nasıl düşünmeliyiz?

Yarihsel olarak bu ilişkinin zorunlu olmadığını, örneğin sesin matematiksel ilişkilerinden hareketle ama piyasa kaygıları gözetmeyen bir müziğin bestelenebileceğini görmüştük. (Hatta o kadar ki, 1950’lerde Adorno-Boulez çevresi böyle üretilmiş bir müzikte anti-kapitalist bir jestin imkânını dahi vehmedebildiler.)

Bugün nasıl düşünmeliyiz bu ilişkiyi?

Bugün son derece ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Bilgi-işlem devriminin en önemli sonuçlarından biri, düne kadar matematize edilmeye, sayısalllaşmaya (ve dolayısıyla piyasa egemenliğine girmeye?) direnen bir faaliyet olarak göregeldiğimiz zihinsel emeğin matematize edilmesi (formelleştirilmesi, yani tıpkı kol emeğinin makinalar tarafından nesnelleştirilmesi gibi, bu kez elektriksel akımlar tarafından benzetlenebilecek şekilde nesnelleşmesi, demek ki “demokratikleşmesi”) oldu. Öyle ki bugün, belirli bir akılyürütme sürecini tercüme edilebileceği bilgisayar komutları açısından birim maliyetini, demek ki piyasa değerini hesaplayabiliyoruz.

Ama daha ilginç olan bir nokta var:

Zihinel üretim sürecinin bu şekilde nesnelleşmesini, mümkün kılan teknoloji özellikle Internet aracılığıya yarattığı yeni dağıtım kanallarıyla, piyasa mekanizmasının “dibini oyuyormuş” gibi görünüyor. İster bir ilaç formülü olsun, ister bir beste, ister bir T-shirt çizimi, sayısal sinyallere dönüştürülebilen her tasarım, sayısal sinyallere dönüştürülmekle ânında “mîri malı” haline geliyor gibi görünüyor.

Tahminimi mümkün en iddialı, en aşırı şekilde dile getirmeye çalışayım:

Entellektüel üretimin ya da sayısal teknolojilerin doğasında öyle bir şey var gibi görünüyor ki, biraraya geldiklerinde, zihinsel üretimin nesnellleşmesini sağlamakla birlikte, ürünlerinin metalaşmalarına engelliyor. Yani, yasalaştırılmasına, hukukî statüsünün belirgin kılınmasına gösterilen onca gayrete karşın, “fikrî mülkiyet” kavramı terimlerde bir çelişki gibi duruyor.

Buna itiraz olarak, benim geçici bir konjonktürü ilkeselleştirmeye kalkıştığım, fikrî mülkiyeti tanımlayacak, ona fiilî bir gerçeklik kazandıracak düzenlemelerin henüz yerli yerine oturmamış oldukları iddia edilebilir. Benim tahminim, fikrî mülkiyeti tanımlamak için gösterilen gayretin, diyelim bronz çağınının sonunda demir kullanımını sınırlandırdığını tahmin ettiğimiz tabulara ya da 16. yüzyıla kadar zannatkârların bilgisini piyasanın basıncından koruya gizem kültürüne benzeyeceği doğrultusunda...

Ama bilmiyorum. Fikrî mülkiyetile ilişkili sıkıntıların, az ya da çok sancılı (“kanlı mı kansız mı olacak”) iktidar mücadeleleri ile aşılacak geçici bir konjonktürün mü yoksa eşyanın tabiatından kaynaklanan bir olanaksızlığın mı ifadesi olduğunu tartabilmek bir yana, bu sorulara akılyürütme düzeyinde bir cevap aranabilip aranamayacağını dahi kestiremiyorum.

0 yorum:

7 Haziran 2007 Perşembe

Devrimcinin İkilemi

Tekrar devrim tartışmasına geri dönecek olursak, bir önceki yazımda biraz zalimce davranmış olduğumu düşünmüyor değilim ama artık bu toplumda ve belki de genelde dünyamızda devrimci tanımının sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Devrimi anlamakta zorluk çekmiyorum. Üstelik her ne kadar tehlikeli bulsam da, toplumsal yaşamın gerekli ve doğal bir tepkisi olarak görüyorum. Benim derdim devrimciyle.

Devrimin, doğası gereği kısa süreli bir tepki olması gerekiyor. Bugüne kadar birçok araştırmanın gösterdiği ve birçok kişinin de kendi yaşam deneyimlerinden bildiği gibi, insan muhafazakârdır, yaşadığı ortamla bütünleşme ihtiyacı onun aslında değişimci olmamasına yol açmıştır, açmaktadır. Süratli ve sürekli değişen ortamlar insanlara rahatsızlık verir. Bir kısmımız buna nostalji diyor. Bazı durumlarda daha ciddi psikolojik sorunlar da söz konusu. Bu sorunu fazlasıyla yaşayan günümüz insanının, var olanı olduğu gibi sürdürme ile değişime açık olma arasında gidip gelen farklı bir tür olduğu da söylenebilir.

Devrim kabaca o ana kadar var olmuş yapıyı alt üst eden ani değişiklik veya değişim şeklinde tanımlandığına göre, bunun sürekli bir hale getirilmesi aslında arzu edilmemesi gereken bir şey. Çünkü (1) insanların yeni koşullara alışması için zamana ihtiyaçları olduğundan, her devrim kazanımlarını veya getirdiklerini somutlaştırmak için şekil değiştirmek zorundadır, (2) sürekli değişim ve/veya ani değişimin insan beyninin tercih ettiği bir var olma şekli olmadığı görülüyor. Olsaydı, zaten böyle yaşardık. Bu tür konuları tartışırken insanların doğal hallerinde ne tür bir toplumsal hız içinde var olduklarını düşünmekte yarar var. Bunun ardından bir de modern yaşamın bu hızı arttırmış olmasının insanlar üzerinde yarattığı çeşitli sorunları göze alacak olursak, devrim gibi son derece hızlı toplumsal değişim evrelerinin normal yaşam biçimine dönüştürülemeyeceği gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.

O zaman devrimcilik ne anlama geliyor? Var olan toplumsal yaşamda çok ciddi ve kökten hızlı değişimi savunan birey diyebiliriz. Buraya kadar anlaşılır bir şeyden bahsediyoruz ama bu değişim gerçekleştikten sonra bu devrimciye ne oluyor? Eğer devrimciyse bir süre sonra kendi devriminin karşısında yer almak zorunda; çünkü bir süre sonra kendi devrimi normalleşerek kendi aşkınsal anlam sistemini ve iktidar yapısını kuracak (neden bunun zorunlu olduğu konusunu bir sonraki yazıda ayrıca tartışacağım). Sorun burada başlıyor. Kendisine devrimci diyen bireyler devrimden sonraki evre üzerine düşünmek istemiyorlar; hep devrim öncesinden ve devrimin gerekliliğinden bahsetme eğilimindeler.

Eğer devrim sonrası evre neticede devrim öncesi aşkınsallığın ve hegemonik yapılaşmanın tekrar ortaya çıkmasını getirecekse, yine aynı noktaya gelmiş olmuyor muyuz? Devrimin bitmemesi, devrimciliğin süreklilik kazanması ancak aslında hiçbir şeyin kökten değişmemesiyle mümkün değil midir? Çünkü ancak böyle bir durumda birileri çıkıp sistemi değiştirmek isteyecektir. Bu tam da modern yaşam devrimciliğinin içinde olduğu durumdur. Modern yaşamın veya biraz daha geniş tutarak medeni yaşamın temel mekanizmalarına veya özüne dokumayan, bu düzeyde bir değişikliğe yol açmayan devrimci faaliyetler sonunda devrimciliğin bir kez daha belirmesine yol açacaktır. Yani devrimci aslında modern veya medeni yaşamın neredeyse asli bir unsuruna dönüşmüştür ve bitmeyen, sona ermeyen proje olarak devrimcilik de bu tür yaşamın ortadan kaldırılamamasıyla ilişkili bir durum. Yani devrimciliğin bitmemiş bir projeye ve ardından da hem bir yaşam tarzına hem de felsefesine dönüşmesi doğrudan bu faaliyetin başarısızlığının sistemin ayrılmaz ve hatta bazı durumlarda gerekli bir unsuruna, bir parçasına dönüşmesiyle bağlantılıdır diyebiliriz. Çünkü devrimcilik ancak yapılan devrimler başarısız kaldıkça kalıcılığa, yaşam tarzına dönüşebilir. Hiçbir zaman sistemi alt üst edemediği, kökten değiştiremediği için bitmeyen bir proje.

0 yorum:

6 Haziran 2007 Çarşamba

6 Haziran Matematiğin Anlamları

Son yazdıklarımda şöyle bir sorun vardı: Matematize edilme ile metalaşmayı neredeyse eşanlamlılarmışcasına kullanıyorum. Tarihsel olarak bu tabii doğru değil. Tarih boyunca üretim süreçleri bakımından matematize eilmemiş sayısız mal elbette pazarda mübadele edilegeldi. Diğer yandan, mesela Rameau’nun bütün eserlerinin nerdeyse tamamı, Bach’ınkilerinin bazıları ksımen matematiksel saiklerle matematiksel bir çerçevede üretildi. Ama özellikle Bach’ınki Pazar için üretilmediği gibi, bazılarının dolaşıma girmesi bile, “piyasaya düşmeleri”, deyimyerindeyse, tesadüfen gerçekleşti.

Burada, “matematik” (daha doğrusu “matematize edilmek”) teriminin tam olarak matematikçilerin yaptığı şeyi adlandırmak için kullanılmadığını hatırlamak önemli. Bu bağlamda, daha ziyade metafizikçilerin matematikten anladığı şeyi, yani saf aklın ifadesi olarak matematiği kasdediyoruz: Birbirlerinden bağımsız olarak tanımlanmış unsurların, açık seçik tanımlanmış işlemler aracılığıyla ilişkilendirilerek oluşturduğu ve kendi kendisinin kanıtını da içeren aksiyomatik yapı... Kelimenin bu anlamında matatematiğin kendisinin bile matematikselleştirilmesinin ancak 17. yüzyılda gerçekten yola koyulduğu söylenebilir (Euclid’i bir an için bir kenara bırakacak olursak). Yani dünyanın büyüsünün bozulmaya başlamasından beri....

1920’lerde, 30’larda yazan düşünürler (Heidegger, Weber, Frankfurt Okulu) dünyanın akılcılaşmasının, matematize edilmesinin ancak bir merkez çevresinde örgütlenmiş, yekpare bir bürokratik yapı şeklini alacağını düşünüyorlardı. Kısmen bu yüzden modern devleti modernliğin olmazsa olmaz koşullarından biri olarak görüyorlardı.

Oysa, modern devletin teorisyenlerinden biri olarak anılsa da, Hegel’in sistematiği dünyanın (sivil toplumun) devletin müdahalesi olmaksızın da, akılcı bir doğrultuda işleyebilmesi imkânını (belki) öngörüyordu. Ya da Marks’ın sol Hegelciliği’Ni bu doğrultuda yorumlamak mümkün...

(Konuyu dağıtmak pahasına da olsa şunu eklemeden geçemeyeceğim: Belirli bir tarihsel mesafeden bakıldığında, 1968 hareketinin öncelikli olarak modern dünyanın “akıl-dışı” – yani matematize edilemeyen, piyasa akılcılığının dışında kalanarkaik yönlerine bir isyan olduğu, bu açıdan da 68’İn talepleri ile ardından gelen neoliberalizminkiler arasında sanıldığından büyük bir süreklilik olduğunun görülebileceğini düşünüyorum.)

Peki, bu matematik neyin ifadesi? Hegel’i, diyelim Stace (Birikim Yayınları) gibi, nisbeten daha akademik bir doğrultuda yorumluyor ve bu yorumu modern terimlere çevirmek istiyorsanız, matematik yapının (Objektif Tin olarak) genetik yapıda kodlanmış bir imkan olduğunu,, uygun şartlarda ortaya çıktığını söyleyeceksiniz. Yok Kojeve gibi, daha davranışçı, daha varoluşçu bir doğrultuda okuyorsanız, insan gövdesi gibi bir gövdenin dünyaya fırlatıldığında çevresi ve ötekilerle kurduğu ilişkiler tarihinden soyutlanmış, süzülmüş –hatta belki bir araç olarak sınanıp, inceltirek geliştirilmiş– bir yapı olarak değerlendireceksiniz. Ama Hegel’i döneminin idealist terimleriyle yorumlamakta ısrar edip, onu tarihin çöp sepetine havale etmek, olsa olsa bizi, sistematiğinden yararlanma imkânından yoksun bırakır.

(Tabii matematiği tamamen farklı bir doğrultuda, metafiziğin ondan talep ettikleriyle –hakikatle– bağını tamamen kopararak, fizikle ilişkisini de saf bir rastlantısallığa indirgeyerek de okumak mümkün– belki Gödel’den sonraki yegâne çözüm bu doğrultuda yatıyor.

Ama şimdi matematik felsefesinin daha da derinlerine dalmak istemiyorum– hoş bunu yapabilecek halim de, bilgim de yok.)

0 yorum:

4 Haziran 2007 Pazartesi

Nizamettin Uygar'ın itirazi notuna yanıt

Sayın Uygar,

Farklı fikirleri savunmayı anlayabiliyorum, birbirimizin görüşlerine katılmamayı da, ama kendi ezberinden okumak ne demek, açıkçası ona pek aklım ermedi. Sanırım tanışıyoruz ama ben bugüne kadar varlığınızı pek hissetmemişim. Çünkü ancak yakın bir ilişki sonunda veya bu konuyla ilgili olarak yaptığım çalışmalar hakkında belli bir gözlemden yola çıkarak benim ezberimden mi, yoksa yaptığım araştırmalardan yola çıkarak mı konuştuğumu iddia edebilirsiniz diye düşünüyorum. (Aslında ezberden konuşmak ne anlama geliyor pek emin değilim. Belki de dogmatiklik söz konusu olan. Her neyse, kulağa hoş gelmiyor.)

Yakın ilişkide olsak fark ederdim sanırım. Bu konuyla ilgili çalışmalarıma gelince, pek bir şey de yazmadım. O zaman nereden çıktı bu benim çalışma, hazırlanma ve topladığım bilgiyi sunma konusundaki bu iddianız.

Düşünüyorum da, ben de aynı tavır içinde yaklaşsaydım, yani dönüp sizin ezberden konuştuğunuzu söyleseydim, ne tür bir tartışmaya çıkacaktı ortaya? Ne dersiniz, benim kendi ezberimden konuşuyor olduğumu söylemek ne tür bir katkı sağlamış oldu bu tartışmaya? Böylece ileri sürdüğüm görüşleri çürütmüş mü oldunuz?

Metin ne söyler? Hiçbir şey söylemez. Yazarı bir şeyler söyler. Okuyucuları da okuyarak anlamaya çalışırlar yazarının söylemek istediğini. Bu süreç sırasında her metin farklı şekillerde anlaşılabilir. Bazen yazarının hiç arzulamadığı anlamlar da çıkabilir. Yazar buna karşılık başka bir metin kaleme alabilir ve aynı süreç tekrar başlar. Yoksa metin hiçbir şey söylemez. Aynı metini yüz yıl öncesine veya sonrasına taşıyalım, çok farklı sonuçlar çıkabilir. Öyle her metni tek bir şekilde okumak mümkün olsaydı veya her metin kendisini bilinmeyen bir güç vasıtasıyla tek bir biçimde okutabilseydi çok iyi olurdu ama maalesef böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Dolayısıyla, bir metnin bağlamından soyutlanmadan okunması pek mümkün değil. Çünkü her şeyden önce okuyucunun, eğer yazarın kendisi değilse, aynı bağlamı yakalaması pek mümkün değildir (ki bazen yazarın kendisi bile ben bunu yazarken ne düşünüyordum diyebilir). İkinci olarak, bağlamın kendisi de en az metin kadar farklı (yanlış demiyorum) anlaşılmaya açık olabilir.

“Böyle bir yazıya nasıl cevap verebilirim” dedikten sonra ezbercilik suçlamasıyla metinden ziyade yazarıyla uğraşmak ilginç bir yaklaşım olmuş. Diyalogcu bir yaklaşım olduğunu söyleyemeyeceğim. Geliştirmiş olduğunuz devrimcilik yaklaşımınıza pek uymamış…ya da belki de uymuş…kim bilir?

Benim tüm istediğim, açıkladığınız devrim yaklaşımının toplumsal yanı hakkında daha fazla bir şey söylemenizdi. Örneğin yerelliğinizin ölçüsü ne? Kaç kişiyle ve hangi koşullarda yerellikten bahsedebiliriz. Bir arkadaşımın bana hatırlattığı gibi, internet çağında ne tür bir yerellikten bahsedebiliriz? İnternet dünyası yerelliği etkilemiyor mu? Bu arada inatla kişi sayısı üzerinde duruyorum ve muhtemelen sizin hiç ilgilenmediğiniz bir konu ama rakamlardan bahsetmeden toplumsallık konusu nasıl işlenir bilemiyorum.

Neyse, ben zaten kendi ezberimden konuşuyorum. O yüzden bu soruları ciddiye almanıza gerek yok. Daha farklı olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım.

1 yorum:

1 Haziran 2007 Cuma

Aşkıncılığın farklı bir şekli olarak devrimcilik

Sanırım devrimin teknik bir mesele olduğunu biraz daha açmam gerekiyor.

Biz insanlar bizim de sınırlı biyolojik ve fiziksel parametreler arasında yaşamsal faaliyetlerde bulunduğumuzu nedense unutma eğilimindeyiz. Yani her istediğimizi yapamayacağımız gibi, yaptığımız birçok şey bizim isteklerimizden bağımsız etmenler tarafından yönlendiriliyor. Örneğin, 10 kişiyle paylaştığınız bir alanı 100 kişiyle paylaşmaya başladığınızda hem birey olarak siz farklı hareket etmeye başlayacaksınızdır hem de o mekândaki gruplaşmaların sayısı artacaktır. Teknik mesele derken, bu gibi fiziksel etmenlerden ve ayrıca insanın toplumsal iletişim kapasitesini belirleyen biyolojik sınırlardan bahsediyorum. Nedense bu tür sınırlamalar içinde faaliyette bulunduğumuzu unutuyoruz. Yüz bin kişilik bir grup oluşturulmaya karar verildiğinde dikkate alınması gereken birçok parametre olacağı gibi, bu durumda hiyerarşik, yani dikey yapılanmaların belirmesi zorunlu olacaktır. Ben dikey yapılara karşı çıkıyorum demek dikey yapıların belirmesini durdurmaz. Bu tür yapıların ortaya çıkması nüfus yoğunluğuyla doğrudan bağlantılıdır. Nüfus yoğunluğu düşürülmediği sürece, dikey yapılanmalar da olacaktır, eşitsizlikler, büyük gruplar, uluslar ve bir yığın kurum da. Teknik mesele derken kastettiğim buydu.

Uygar’ın sunduğu devrim yaklaşımı açıkçası çekici ama bu tür devrim, teknik açıdan ne kadar uygulanabilir, o konuyla ilgili ciddi şüphelerim var. Uygar da maalesef konunun bu kısmına hiç değinmiyor. Yatay siyasallık benim de tercihim ama nüfus yoğunluğu düşürülmeden bunu başarmak çok zor. Medeniyet düzeyi yükseltilerek toplumsal iletişimi dikeyleştirmeye (hiyerarşileri ortaya çıkaran) yönelten süreçlerin baskısı azaltılabilir ama bu da daha fazla üretimi ve daha fazla kontrol/karar mekanizmalarının devreye sokulmasını gerektirecektir. Bu mekanizmaları dikeyleşmeleri nasıl durdurulacak? Medeniyet düzeyinin arttırılmasının iyi bir çözüm olmadığı gözüküyor ve medeniyetin kendisine bulaşmayan bir devrimcilik (ya da solculuk diyeyim; bence daha uygun) ne kadar anlamlıdır veya arkasından gitmeye değer mi? Neticede modernite dediğimiz şey medeniyetin getirdiği bir evre değil mi? Yani moderniteye, modernist siyasete hayır ama onu ortaya çıkaran medeniyete evet. Burada bir çelişki yok mu? Medeniyetin ortadan kalkmasını istemek gerekmeyebilir ama bugün medeniyetin ulaştığı yer ve/veya yapı sorgulanmadan bir yere varılacağını sanmıyorum. Bu bağlamda aynı kökten beslenen sosyalist modellerin de sorgulanması gerekiyor. İnsanlar yaşam tarzları (yani medeniyet) üzerine oturup düşünmek zorundalar artık. Özellikle yatay sistemler isteniyorsa, o zaman bu kalabalıklar şeklinde yaşama konusunda ne yapılabilir, bunun üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu sadece bir kentte milyonların yaşamasıyla ilgili bir tartışma da değil, aynı zamanda neden büyük ulus devletlere ihtiyacımız var. Belki de bu büyük ulus devletlerin parçalanması çok daha yerinde bir hareket olabilir. Bu sonuncusu sadece bir öneri ama kanımca bu tür sorular üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Devlet, iktidar gibi kurumlara karşı olup devrimi bunlardan bağımsız düşünmeyi teşvik etmeye çalışan birisi olarak Uygar aslında eleştirdiği herkes kadar çok siyasetle ilgileniyor, tartışmayı hiç de alışılmamış cephelere taşımıyor. Açıkçası ben çok farklı bir yaklaşım görmedim. Bu tür devrimin nasıl gerçekleşeceği üzerine pek konuşmadığı gibi (teknik ayrıntılar), önerdiği devrimcilik hâlâ iktidar mücadelesiyle ilişkili. İktidarı, sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde veya Foucault’un yaptığı gibi tüm toplumu kapsayan hakikat rejimleri şeklinde düşünsek de, Uygar’ınkisi var olan iktidara karşı yapılan bir mücadele. Bu farklı bir şekilde yapılabilir mi, açıkçası bilmiyorum, ama Uygar’ın yaklaşımı da farklı değil. Üstelik devrimin canlandırılması, bir canlı varlık olarak görülmesi ve bir süreç olarak düşünülmesi bana çok daha şiddetli bir iktidarcı yaklaşım gibi geldi. Böyle bir toplumun içinde devrimci olmadan yaşayabilmek mümkün olacak mı? Herkes devrimci olmak zorunda değil.

Kendi adıma konuşacak olursam, ben devrimi bir tecavüz, toplumsal bir tecavüz olarak görüyorum. Tek avuntum, bu tecavüzün bir tecavüzü veya tecavüzleri ortadan kaldırmak için ortaya çıkması ve bu yüzden de ne kadar kısa olursa, kendisini ne kadar bitmiş bir proje olarak yapılandırırsa olumlu sonuçlara varma ihtimalinin olması. Bu bağlamda düşününce devrimciliği de bir hastalık olarak görme eğilimi içindeyim diyebilirim. Devrimi ani bir patlama, toplumdaki iletişim ağlarını, ilişkilerini ve güç odaklarını büyük bir değişimden geçirmeyi hedefleyen (bunu her zaman başaramayabilir) bir toplumsal patlama olarak görüyorum. Bu açıdan bakınca, devrim aslında toplumsal yaşamda bir aralık, bir parantez veya matematikte karşımıza çıkan bir asimptot gibi bir şey. Devrimler süratle kurumsallaşır ve kendi örgütlenmelerini yaratırlar. Bugüne kadar gerçekleşmiş başarılı devrimlerin hepsi böyle sonuçlandı. Elbette bir devrimci zihniyetin sürmesinden veya bu zihniyetin kendi hegemonyasını oluşturmasından bahsedebiliriz. Ben bunu tehlikeli bir oluşum olarak görüyorum. Henüz kendisini gerçekleştiremediğini düşünen ve bunu toplumsal yaşamın tüm katmanlarına yayan bir ani değişimci zihniyet. Bu kararsız bir topluma yol açar. Gereken toplumsal ağlar, yapılar ve merkezler oluşamaz. Çünkü sürekli her şeyi ani bir değişiklikten geçirme isteği, ani değişikliğin henüz tamamlanmadığı iddiası vardır: Yapılanı görmemekte ısrar ederek henüz hiçbir şeyin yapılmadığını göstermeye çalışan zihniyet; “mücadele hâlâ sürüyor”. Ve bu arada devlet gibi kurumları ortadan kaldırma adına aynı düzeyde kurumsallaşmaların, devrimci kurumsallaşmaların ortaya çıkması da ayrı bir konu. Bunların çıkmayacağını iddia etmek, eğer devrimin gerçekleştiği grup milyonlardan oluşuyorsa, çok anlamsız; ciddiye alınamaz. Böyle bir şey mümkün değil. Bunun bugünkü koşullarda mümkün olabilmesi için günümüzde var olan medeniyetsel yapıya karşı gerçekten çok ciddi tedbirlerin alınması gerekiyor. Uygar’ın yazısında bunlarla ilgili bir tartışma yok.

Devrimin profesyonelleştirilmesi sonunda totalitarizme yol açar. Buna katılıyorum ve profesyonellik de tam bu şekilde, devrimin hiçbir zaman bitmeyen bir süreç olarak sunulmasıyla gerçekleşir. Devrimi eğer her türlü aşkın iktidardan, otoriteden bağımsızlık olarak tanımlıyorsak, bu tür devrimin ömrü çok kısadır. Sanırım devrim gerçekten de bu olmalı: O güne kadar var olmuş iktidar ilişkisine, toplumsal örgütlenmeye bir parantez açarak onu zor kullanarak büyük bir değişikliğe tabi kılma girişimi. Bu açıdan bakınca devrimin kendisi bir aşkınlık eylemidir. Her şeyi hiçe sayan, kendisini her şeyin üstünde gören bir zihniyetin ürünüdür ki, karşı çıktığı aşkın iktidardan pek bir farkı yoktur. Bunun sürdürülmesi, devrimin bittiğini görmemek, onun bir süreçten çok iki şeyi birbirinden ayıran bir aralık, bir asimptot olarak görmemek, asıl bu yaklaşım devrimi garip bir şeye, daimi bir aşkınlığa dönüştürür. Ve bu tür devrimcilik anlayışının sonu her zaman totalitarizmdir. Uygar’ın yazısında benim gördüğüm hiç de öyle toplumsal diyalogu öne çıkaran bir yaklaşım değil, aksine iktidarı kendi adına almaya çalışan, sonuna kadar iktidarcı bir yaklaşım. Aynı aşkınlık, aynı iktidarcılık, ama farklı adla ve farklı bir insan türü için. Evet, farklı bir grup demiyorum, farklı bir insan türü diyorum ve böyle bir ihtimalin herkesi korkutması gerekir. Hele devrimin canlandırılması, yaşayan bir varlığa dönüştürülmesi kadar tehlikeli bir şey düşünemiyorum.


3 yorum: