30 Mayıs Biz Dünyanın Yerlileri
Nizamettin Uygar
Devrim kendi alet çantasını yanında taşır. Onun yaşayan bir varlık olarak kendini anlamlandırması için de bu şarttır.
Devrim üzerine yazarken ben de kendimce o alet çantasına başvuruyorum. Çantanın içindekiler kendi ufkumuzdan gördüklerimizdir de bir bakıma…
‘Direnişin olduğu yerde her zaman ütopya vardır’ diyor Negri ve ekliyor:’’direniş bizi bu dünyaya, etkinlik olarak ütopyanın kuruluşuna geri getirir.’’
Usta, böyle bir belirlemeyi, ütopyanın, metafizik kavrayışına, ahiretteki cennet vaadine, özlemine ve solda mevcut olan, gelecekte var olacak olan yeryüzü cenneti fikrine, teslim etmemek adına yapıyor…
Ütopyayı , ‘‘praksis olarak, çokluğun etkinliği olarak hayal edebilir miyiz? Ütopyayı, olanaklının güncel bir stratejisi olarak değerlendirmeye başlayabilir miyiz?’’diye sorarak, ütopya bahsinde bir başka düşünme önerisi yapıyor ve ‘ yaşamdan olumsuzu söküp atmak, ütopyanın yeni bir tanımı olabilirdi’ diyerek; Deleuze-Guattari’nin, yaşamı olumlama felsefesinin, fikri takibini de yapıyor...
Bugün Ütopyadan bahsetmek, olanaklıdan söz etmek anlamına gelir. ‘Machiavelli’de Ütopya öfkeden doğar, direnişe dönüşür. Spinoza’da tutkular sürecinin içine çekilmiştir: Arzuyu aşka doğru hareket ettiren güçtür. Marks’ta sömürünün maddi koşullarıyla birleşir ve yaşamın, yeni kolektif özgürlük gücünün dinamiklerine katılan gerçek güçtür’…
Böyle bir girişi, İskender’in:“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” bana oldukça dayanıksız bir ütopya dışında bir şey çağrıştırmıyor’’ sözünü, hangi ütopya? Sorusuyla karşılamak için ve :“Cüret” edemeyen, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar” ne yapacak?’’ sorusunun, benim metin üzerinden sorulmasının, çok anlamlı olmadığını anlatabilmek için yapıyorum. Bu durumu , ‘köle ahlakı’ ve ‘yerlilik’ kavramı üzerinden de konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Bu konuya birazdan geleceğim.
Önce, Umut Özmakas’ın ‘ortaklaşa düşünmeye cüret etmek’ dediği, bana kalsa ‘emeğin yoldaşlığı’ için adım atmak adına kısa bir şeyler söylemek, parantez açmak istiyorum.
Bir aradalığımızın, bu platformda kendi fikriyatımızı ifadelendirme irademizin, harcını oluşturan, birbirimize ve birbirimizle ilişkimize anlamını, rengini veren şeyi emek olarak ifadelendirmek bu emeğin, yoldaşlığını inşa etmek bize yeni açılımlar kazandırabilir kanımca.
Emeğin Yoldaşlığı fikrinin temelinde yatan öz, insanlığımızı değer olarak kurma eylemimizdir: Emeğin sermayeleşmesi olarak kapitalizmin bütün egemenlik biçimleri karşısında, kendini “aşkın iktidarın dışında kurma onuru”[1] üzerinden yaratma çabasıdır.
Yoldaşlığı, bir paye, bürokratik bir görev olarak tanımlayan, emeği hiyerarşik, askeri bir makinenin emir eri haline getiren, insanı araçsallaştıran, ama daha önemlisi emeği sınıflaştırarak, “devletleştiren” zihniyetin gölgesinde kalan yoldaşlık kavramının itibarının iadesi için de bir şans yaratabilir. Tartışalım isterim…
İskender’in yazdıklarına yönelik eleştirime tekrar dönersek;
Köle ahlakı, çileci bir hayatın üretimi ve yeniden üretiminin varlık koşulu; tahakkümün sonsuzca sürüp gitmesine rıza üretmenin volan kayışıdır. Bize, verili koşulların deney imlenmesinden başka bir seçeneğin olmadığını onaylatır, bunu üretir ve bizi bu ‘üretimin öznesi’ yapar.
İşte cüret tam da burada özneliği reddetme kudretidir. Bu kudretin karşıtı, cüret etmemek, İskender’in deyişiyle ‘’Madun olmak’’değildir.
Çünkü burada diyalektik işlemez, yani eylemin kaynağı, var olan ile o var olanın yokluğu olarak ifadelendirilen iki şeyin bir aradalığı, cüret edenler ve etmeyenler olarak formüle edilemez. Çünkü cüretin kendi var oluş koşullarıyla, cüret etmeme arasında kurucu bir bağlantı yoktur…
Cüret, bir eylem olarak deney imlendiğinde, parçaladığı şeyi yeniden üretmemek üzere gösterilen iradedir. Antagonizma tam da bu demektir, Karşıtların birbirini beslediği bir döngüyü parçalama ve kendi kuruluşunu çelişkiden değil, çatışkıdan üretmektir.
İskender’in “Cüret” edemeyen’’ diye başlayan cümlesi bize, cüret hakkında hiçbir şey anlatmaz. Çünkü cüret, ancak varlığında konuşulabilinir bir kavramdır. Var ise konuşulabilecek olan hakkında, olmadığını varsaydığımız ve kavramın yok varlığı halinde ne olacağı üzerinden fikir beyan etmek çok anlamlı da değildir. Kaldı ki cüreti ben kendim sahiplenebilirim; ama cüret dediğim şeyi sahiplenmeyenleri kategorize etmek ve onları yargılamak, benim devrim üzerine düşüncelerimin temelden reddi anlamına gelir.
İskender’in “Cüret edemeyen’, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar ne yapacak?’’ sorusunun altında, ‘temsili yet fikri mi yatıyor, Onlar kendisini temsil edemiyorlarsa, yapılacak olan nedir; Adlarına temsil edilmelidirler mi denmek isteniyor? Sanırım madun dediği insanlar hakkında kendine ait bir fikri vardır, belki söylemek ister…
Devrim ve temsil konusunu burada deşmek yararlı olabilir, Timuçin‘in yazdıkları bence konuya kendince bir bakış açısı getiriyor okuyalım:
Ne kadar romantik yaklaşımlar ve duygulanmalar içinde olursak olalım, devrimleri başarıya ulaştıranlar arzuları doğrultusunda hareket edenler değil, devrimi bir teknik mesele olarak ele alanlar olmuştur. En iyi ve en tehlikeli devrimciler meselenin teknik yanını en iyi şekilde kavramış olanlardır. Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı. Çok güzel devrimler gerçekleşebilirdi. Fakat maalesef olamıyor veya bugüne kadar olamadı. Çünkü devrimlerin başarıya ulaşmaları tamamen teknik meselelerin çözülmesine bağlı.
Timuçin bir temsili yete karşı çıkarken başka bir temsili yet düşüncesini ifadelendiriyor. Bana kalırsa tam da, geniş yığınların inisiyatifinin başkaları tarafından ellerinden alınmasını reddederken, temsili yetin kaçınılmazlığını ifadelendiriyor: ‘’Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı’’ sözüne de içerilmiş olarak bulunan, devrimin bir sonuç ve bitmiş bir proje olduğunu ve devrimin Modernist temsili yetinin gerekli olduğunu düşünüyor. Daha önemlisi devrimi bir ‘devlet biçimi’ olarak formüle ediyor…
Temsili yetin –bir başka deyişle ‘ siyasal mülksüzleştirmenin’ en somut ve billurlaşmış hali olan devletin, devrim fikriyle düşünülme alışkanlığını aklımızdan silmek ve devletsiz, ulussuz, sınırsız bir devrimi düşünmek bugün isyanın olmazsa olmazı olarak kabul edilmelidir. Değilse, devrimi ikame eden devlet biçimlerinin üzerinden kapitalizmi üreten özneler olmaktan öteye geçemeyiz…
Temsili yet ve siyasallığımızı kurma biçimimiz hakkında, yerlilik kavramı üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum.
Yerlilik kavramı, varlığımızı kurma biçimimizle bizi buluşturabilir… Yerlilik, tahakküme karşı yaşama gücünün öznelliğidir. Bir farkındalık halidir, basılan yeri bilmek, aşkın bir iktidarın parçası olmamak; ayağımızın altındaki toprağın hissedilmesi/kavranmasıdır. Her türlü aşkın iktidar ve köle ahlakına karşı, hayatımızı, emeğimizi değerli kılmanın etiğidir.(‘’Etik, özgür insanın özgür eylemidir’’ diyor Negri).
Yerlilik kavramı, Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmemek; Ancak onunla tam olduğumuzun, biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğunun, onu bölen her şeyin bizi de böldüğünün ifadesidir. İnsanlığın/emeğin, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deney imlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa, sınırlara karşı isyanın kurucu gücüdür.
Modernist politika, , siyasallığı ve kuruculuğu, yönetici bir elite hak görür ve varlığını bu hakkı meşrulaştıracak kitle, halk… Üzerindeki egemenliğe dayandırır.
Kendi kuruculuğu olan, kendi öznelliğini deney imleme gücünün bizatihi kendisini anlatan Yerlilik kavramı ise, bu Modernist politikliği parçalama kudretinin ve kendi kuruculuğunun gücü olduğunu kendi eylemiyle anlatır. Dünyanın sokaklarında, topraksız köylüler, fabrika işgalcileri, göçmenlik kavramını faşizmin çöplüğünde yakıp, melezliğin ulus devletlerin kâbusu olduğunun farkında lığını yaratanlar, Ücretli emek olmayı reddedip kapitalizmi üretmenin dışında bir üretimi olanaklı kılmayı ‘iş’ edinenler… Yerlilik kavramının içini dolduran öznelliklerdir. Devrim, yerliliğin içinde var olan, ama yerliliğin de onun içinde var olduğu bir kavramdır. Ve kendi siyasallığını, ne aşağıdan yukarıya, ne de yukarıdan aşağıya kurar. O tamamen yatay bir siyasallığın kuruculuğudur…
Devrimcilik ve reformizm bahsinde, devrimin devrimcilik, devrimciliğin de ‘’romantizm’’ üzerinden okunuşu; insanın kendi hayatını isyanın içinde kurma, kapitalist komutayı işlevsiz kılma eylemini değersizleştiremeye yönelik oluşu karşısında biz neyi konuşuyoruz sorusunu dillendirmek gerekiyor.
Biz burada devrim üzerine mi; yoksa devrim fikrini devrimcilikler üzerinden yargılamak üzere mi konuşuyoruz?
Devrimi, bir varlık olarak bilebilmemizi sağlayanın, ‘devrimcilik kurumu’ olarak sunumu; Devrimin kendini var edişini tamamen iradi bir mesele olarak görme anlayışının, sonucudur. Devrimi ‘devrimcilik kurumu’na havale eden anlayış, devrimi profesyonelliğe teslim eder ve kendi bağlamından kopartır ki bu tarihteki bütün totalitarizmlerin de amentüsüdür…
Devrimi durağan bir şey, devrimciliği de onun ‘hareketi’ olarak sunmak ilk ağızda insanı etkileyen bir fikirmiş gibi gelebilir.
Oysa devrimi bir öncelik arayışı yerine biraradalık olarak, beden olarak kavramak, devrim bahsinde yeni bir düşünme önerisi olabilir ve devrimi hem ‘devrimcilik kurumu’nun insafından, hem de dışından konuşanların değersizleştirme girişiminden, azat etme şansı yakalanabilir belki…
Bu konuya ara verirken, Ferda Keskin, Bülent Somay’ın, Foucault üzerinden yaptığı söyleşideki ‘’Foucaultcu devrimcilik’’ – Foucault, böyle bir sahiplenmeyi, Foucaultculuğu nasıl karşılardı acaba?-başlığı altında Ferda Keskinin sözünü de tartışmaya dâhil edeyim:
‘’Bilimsel bir hakikat, doğruluk rejimi üzerinden, insanların kendi kendilerine belli birtakım söylemler üzerinden bakmalarını, kendilerini bu şekilde kavramsallaştırmalarını ve bu kavramsallaştırma içinde normatif olarak kötü, arzu edilmez, zararlı, suça eğilimli, sapık vb görülen birtakım deneyim biçimlerinden kendi rızaları ile vazgeçmelerini, kendi kendilerini engellemelerini sağlamak şeklindeki bir tahakküm. Buna karşı çıktığımız sürece devrimcilikten bahsetmek mümkün. Ama buna karşı çıkmak da, Foucault'nun kendi terimleri ile hakikat rejimlerine karşı çıkmayı gerektiriyor’’
İskender’in Hegelci tarih üzerine yazdıklarına şimdilik küçük bir not:
Hegel tarihi ‘aşkın’ bir şey olarak düşündü ve yaşananların ki Ulus Baker’in bence önemli olan bir yazısında bahsettiği gibi: ‘’ ... Jena'da ders verdiği sıralarda Napolyon orduları kenti kuşatıyorlar ve top ateşi başlıyor... Penceresinden ürkerek baktığında aşağıda marangozların top ateşini hiç iplemeden çalışmalarına devam ettiklerini görüyor... Ve sanırım bir anda bir şey hissediyor: "bütün bunların bir amacı olmalı..." Tarih sadece bir anlamsız olaylar, savaşlar, entrikalar, katliamlar yığını olarak görünüyor gözümüze... Peki, ama buna nasıl katlanılır? ‘’sorusu onun için can alıcı sorulardandı. Ve Bütün bu felaketlerin bir manası, bir amacı, bir hedefi olmalı ve bu hedef de "iyi" olmalı diye düşünmeye çalıştı. Tarihin sonu fikrinin, zaman mefhumuna umudunu yüklemesinin arka planında da böyle bir düşünüş vardı.
İskender’in ve tabiî ki Hegel’in tezine karşı, Tarih'te artık kendimizi görmek zorunda olmadığımız, mutlak bir şimdiliğin gereklerini düşünmeyi anlamlı bulduğumu belirterek bitireyim…
1 “Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.” (Komutan Yardımcısı Marcos)
0 yorum:
Yorum Gönder