1 Aralık 2006 Cuma

Maddi Tarih Posta Grubu Özet 1

1 Dünya Düzeninin Yeni Dinamikleri: Ulus-Devletin Krizi

2 Hegemonya Krizi

3 Hegemonyanın Biçimleri Üzerine

3.1 Chinese Fast-Food

4 Kriz Notları I

5 Yeni Dünyaya Dair Düşünceler

6 Farklı Eksenler

7 Amerika'daki Kriz

8 Hegemonya Krizi -Farklı Bir Perspektif: Modelski

9 Yabancılaşma Üzerine

10 Arjantin

11 Devlet ve İflas

11.1

11.2 Arjantin ve Türkiye

11.3 Devletlerin İflas Hukuku

11.4 Düyunu Umumi Örneği

12 Sorular Yanıtlar

13 Bazı Sayısal Veriler

14 Filistin

14.1 Hegemonya Krizi Bağlamında Filistin

14.2 Amerika'nın Seçenekleri

14.3 Avrupa Seçeneği

14.4 Avrasya Seçeneği

14.5 Filistin'e Dönecek Olursak...

15 Pamukbank Örneğinde Bankalar Krizi

15.1

15.2

15.2.1 Hatırlatmalar

15.2.2 Ertelenen Operasyon: Türkiye

1 Dünya Düzeninin Yeni Dinamikleri: Ulus-Devletin Krizi

Bülent Somay 14 Eylül 2001 Cuma günü Karşı Sanat’ta yaptığı konuşmasında Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nun alameti olarak ulus devletin meşruiyetini yitimesi sürecini seçti. Bir dünya sistemi olan, dolayısıyla doğası ya da mantığı gereği ‘global’ bir sistem olan tarihsel kapitalizmle, tikel toplumsal oluşumların siyasal üstyapıları olarak görünen ulusal devletler arasındaki çelişkili birliği vurgulayarak... “19. ve 20. yüzyıllar, ‘dünya-kapitalizmi’ olma çekirdeğini gerçekleştirmeye çalışan kapitalizmle, onun zorunlu yol arkadaşı ve ürünü olan, ancak ideolojik olarak tümüyle kapitalizm-öncesi aidiyet biçimleri üzerinde temellenen ulus-devletlerin arasındaki bitmek bilmez gerginlikle geçti.” (Defter 44, s. 17).

Ulus-devletin işlevini tüketmiş olduğu yeni bir havadis değil. Daha 1969’ların sonunda akademik çevrelerde “ulus-devletin işinin bitmiş olduğu” söyleniyordu. Yalnız akademik çevrelerde de değil... Sermaye sınıfının dolaysız ve egemen temsilcileri de 1970’lerin ilk yarısında benzer bir sonuca varmışlardı: 1971’de Nixon Amerikan dolarının ulusal bir altın standardı gibi işlev görmesini sağlayan Bretton Woods anlaşmasından çekilip Amerika’ya yapılan ithalata %10’luk bir vergi koyduğunda, David Rockfeller’in öncülüğünde Trilateral Komisyon kuruldu. Komisyonun kendine koyduğu hedef: “1930’ların merkantilist politikalarına dönülmesinin engellenmesi ve Japonya’nın Amerika’Nın ittifaklar çekirdeği ile bütünleştirilmesiydi”. Siyasal danışmanların yanısıra Avrupa ve Japon şirketlerinin yönetim kurulu başkanlarının da yeraldığı Komisyon’a göre “kamu ve çoğu ülkenin yöneticisi zihinsel olarak, farklı uluslardan oluşan ve artık varolmayan bir dünyada yaşıyordu ve global bir perpspektiften ve karşılıklı bağımlılıkları hesaba katarak düşünmekte büyük güçlük çekiyorlardı.” Çözüm önerilerini dile getiren Komisyon’un birinci başkanı Brezinski, bir insan hakları kampanyasını ve Amerika’nın gücünü Batılı müttefikleri ile paylaşmasını ve Üçüncü Dünya’nın umut ve heveslerine bir işbirliği anlayışı içinde yaklaşılmasını vurguluyordu. Komisyon başarılı oldu; ithalat vergisi kaldırıldı. Nixon’un devrilmesine, bir iddiaya göre, dışişleri bürokrasisi ile Washington Post ve New York Times arasındaki yakın ilişkiler katkıda bulundu (Christoph Scherrer, “The Commitment to a Liberal World Market Order as a Hegemonic Practice: The Case of the USA”, Journal of World Systems Research, cilt 1, http://csf.colorado.edu/jwsr/archive/vol1/index.html).

Bu uzun alntıya başvurmam sırf, ulus-devletin dayanaklarını yitirmekte olduğunun kimi zaman hâlâ iddia ya da ima edildiği gibi post-modernist bir yanılsama olmadığını hatırlatmak içindi. Bülent Somay’ın anlatısına göre bugün yeni olan, ‘nesnel’ işlevini çoktan yitirmiş olan ulus-devletin yurttaşları gözünde de meşruiyetini, dolayısıyla da son dayanağını yitirmekte olması... World Trade Centre ve Pentagon’un bombalanması da, bu perspektiften bakıldığında, kendisini savunamayan ve karşısında savaşacak, saldıracak bir düşman devlet bulamayan dünya egemeni ulus-devletinin zaafiyetini açığa çıkardığı düşünülebilir.

Ama biz şimdi ulus-devletin ve ulusal kimliğin hangi anlamda geleneksel olduğu, “kapitalizm öncesi aidiyet biçimleri üzerinde temellendiği” üzerinde duralım. Bülent Somay’a göre, tam da tıpkı bütün geleneksel kimlikler gibi verili bir kimliği bir Öteki’den hareketle tanımlaması bakımından... Ancak Bülent Somay Lacan ve Zizek’i izleyerek Öteki’nin yalnızca bir düşman değil, aynı zamanda öznenin kendine yasakladığı keyifleri yaşadığı için haset edilen bir özne olarak düşünülmesi gerektiğini vurguluyor.

Bülent, kapitalizmin ilk kez, gecikmiş olarak da olsa gerçekten küresel boyutlara ulaşmasıyla, öteki temelinde tanımlanmış bu tür geleneksel aidiyetler yaratma olanağını da yitirmiş olduğuna inanıyor gibi görünüyor. Başka bir deyişle, kapitalizmin Marks’ın öngördüğü gibi ama ancak şimdi gerçekten evrensel olan bir öznenin ortaya çıkmasının maddî koşullarını yaratmış olduğunu düşünüyor. Anti-kapitalist bir mücadelenin öznesi olacak bu tür bir öznelliğe denk düşecek bir örgütlenmenin ipuçlarını ise tarihsel olarak İspanya İç Savaşı’ndaki Uluslarararası Tugay’da günümüzde ise Greenpeace gibi ulus-ötesi örgütlerde aramamızı öneriyor.

Böylesi bir (anti-kapitalist) öznenin varlığı bir yana olanağında dair bile işaretlerin ne kadar cılız olduğu gözönünde bulundurulduğunda, bence Bülent Somay’ın son söylediklerinin bir öngörüden çok bir irade, daha da çok bir umut beyanı gibi değerlendirilmesi gerekiyor.

Ben 7 Eylül akşamı yaptığım konuşmada Giovanni Arrighi’nin (Uzun Yirminci Yüzyıl) kapitalizmin krizlerini sermayenin üretim yatırımları aracılığıyla metalara dönüşme eğilimleri ile likid kalarak faiz (ya da rant) gelirlerine dönüşme eğilimleri arasıdnaki dönemsel salınımlardan açıklayan kavramsal çerçevesini aktarmaya çalışmıştım. Zaman darlığı yüzünden Amerikan yüzyılı (yani Amerika’nın —hegemonik olma anlamında— egemen olduğu sermaye birikim rejimi) üzerinde yeterince duramadım. Bu akşamki (17 Eylül Pazartesi, saat 19:30) konuşmamda bu eksikliği telafi etmeye çalışacak ama asıl yaşanan, daha çok da yaklaşmakta olan krizin dinamiklerinin mevcut özneler açısından anlamı üzerinde durmaya çalışacağım.

2 Hegemonya Krizi

Dünya düzenin yeni dinamiklerini tartışmaya 11 Eylül’den önce başlamıştık. 11 Eylül’den sonra medyada da sık sık tekrarlanan “artık her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” gibi iddiaları sorgulamaya da aslında pek fazla gerek yok. Yine de, eski tartışmalarımızı özetlemek, o tartışmaları ışığında düşünmeye devam etmek tamamen de anlamsız değilmiş gibi görünüyor.

Önce Arrighi’den (Uzun Yirminci Yüzyıl) hareketle yaptığımız bazı saptamaları kısa maddeler halinde hatırlatmaya çalışayım.

1. Bütün dünya sistemi analistleri, dünya sisteminin içinde bulunduğu genişleme ve refah evresinin (Kondratieff A evresi) 2020 dolaylarında sona ereceği konusunda hemfikir gibi görünüyor. Ancak bu tarihi izleyecek olan “kriz” evresinin aynız zamanda çok daha uzun vadeli bir çevrimin, Arrighi’nin kullanıdğı deyişle, bir “sermaye birikim dairesi”nin, seminerlerde kullandığımız deyişle Amerikan rejiminin sonuna da denk düşeceği konusunda da bir fikirbirliği var gibi görünüyor.

1.1. Bu (Kondratief’ten) daha uzun vadeli çevrimlerin nasıl kavramsallaştırılacağı konusunda da rivayet muhtelif. Bruadel “seküler çevrimler”den sözediyor; Arrighi “sermaye birikim daireleri”nden... “Modelski çevrimleri”nden de sözedildiğini duydum. Bu farklı kavramsallaştırmalar tarihsel olarak üç aşağı beş yukarı örtüşmekle birlikte, aralarındaki farkların neler olduğu ayrıca tartışılabilir. Yalnız her uzun vadeli çevrimi niteleyenin, o çevrime kendine özgü rengini/tonunu, kurumsal örgüsünü kazandıranın belirli bir hegemonik gücün varlığı olduğu konusunda da fikirbirliği olduğunu farzediyorum.

2. Hegemonik bir güç nedir, ne yapar? Bu konuda da kavramsal bir açık-seçiklik olduğundan emin değilim ama ben ne anladığımı kalemimin döndüğünce anlatmaya çalışayım. “Hegemonik bir güç” dediğimizde aslında (en azından) iki farklı unsurun/işlevin bir ilişkisinden sözediyoruz: Bir yanda, üretim ve ticaret faaliyetlerini, kısaca iktisadî hayatı düzenleyen sermayenin biriktiği bir odakla, diğer yanda sermaye birikim sürecinin mümkün olduğunca arızasız bir şekilde sürmesini sağlayacak önlemleri alan, “koruma maliyetlerini üstlenen” (Arrighi) bir odak... Bu iki işlev, Arrgihi’ye göre Rönesans sırasında olduğu gibi iki farklı özne/aktör (Ceneviz sermayesi, İber askerî gücü) tarafından yerine getirilebileceği gibi, örneğin Amerikan rejiminde olduğu gibi tek bir merkez çevresinde de kümelenebilir.

3. Yine Arrighi’ye göre bir sermaye birikim dairesinin, ya da seküler çevrimin son evresinin ayırdedici, tipik özelliği büyük sermayenin (azalan kar hadleri yasası gereğince, anladığım kadarıyla) üretim faaliyetlerinden çekilerek başka alanlara yönelmesi... Başka şekillerde de ifade edilebilir: Sermeynin ürünlere, metalara dönüşme eğiliminin gerilemesine karşın, kendisini likid bir halde tutma eğiliminin ön plana çıkması. Ya da: kâr gelirlerine kıyasla, rant ve faiz gelirlerinin öneminin artması... Çok kabaca birkaç örneğe değinmek gerekirse, Rönesans sırasında sermayenin ticaretten elde edilen gelirlerdense lüks tüketime (Floransa) ya da savaşların finanse etmek üzere verilen borçlardan edinilen faiz gelirlerine yönelmesi (Ceneviz?, Fuggerler)... Tabii bizi çok daha yakından ilgilendiren bir örnek son (on)yılların “sıcak para” olgusu, “off-shore banking” vs.

4. Bir seküler çevriminin sonundaki kriz genellikle (ama belki de zorunlu olarak değil) savaşların da eşlik ettiği bir “devir-teslim işlemi” ile çözülür. Bunun tarihsel olarak en yakın örneği, birinci dünya savaşı sırasında hegemonik işlevin hem askerî hem iktisadî boyutunun İngiltere’den Amerika’ya kaymasıydı. Yeni hegemonik gücün çeşitli göreli avantajlara sahip olduğunndan -coğrafi, teknolojik, örgütsel, demografik- bu işlevi yerine getirme kapasitesine sahip olacaktır.

5. Son neredeyse 40 yılın verilerine baktığımızda (iktisadî büyüme hızları vs.) 2020’leri izleyen yıllarda hegemonik güç olmaya aday yöreler arasında en avantajlısının Uzakdoğu Asya olduğunu düşünülüyor. (Bundan sonra yazacaklarım tamamen spekülatif - sanki buraya kadar yazdıklarım değilmiş gibi).

5.1. Yeni hegemonik gücün alacağı kurumsal şekillenme için ille de bir tarihsel emsal aranacaksa, bunun Ceneviz sermayesi-İber territoryalitesi arasındaki ittifaka benzer bir Japon (ya da Asya kaplanları) sermayesi-Çin territoryalitesi ittifakını andırması olası görünüyor.

5.2. Amerikan hegemonyasının taşıyıcı gücü, dikey olarak örgütlenmiş (yani hammadde temininden ürünün pazarlanmasına kadar bütün iktisadi faaliyetleri kendi bünyesinde toplamış) çok-uluslu şirketlerle Amerika’nın askerî güç tekeliydi. Ayrıntılarına burada girmeyeceğim çeşitli nedenlerden ötürü, hegemonyanın yeni alacağı kurumsal biçimin özellikle Çin diasporasının kurucu bir rol oynayacağı şebekeler (networkler) şeklini alacağını düşünmek mümkün. Bu durumda, koruma maliyetlerinin nasıl, kimin tarafından üstlenileceği gibi sorunlar var, elbette (belki Mafya tipi örgütlemeler?)

6. Her neyse... 11 Eylül ve sonrasının bütün bunlar ışığında nasıl göründüğüne geçmeden kısaca da olsa, şimdiye kadar üzerinde durmadığımız ama bence yakın zamanda durmamız gereken bir teorik tartışmaya gönderme yapmakta yarar var. Buraya kadar anlattığım hikaye hegemonyanın Uzakdoğuya kaymasının dünya sisteminin temel işleyiş mekanizmalarını değiştirmeyeceği kabulü üzerine dayanan Walllerstein’vari bir hikaye üzerine kuruluydu. Ancak alternatif bir tez ise, hegemonyanın Uzakdoğu’ya kaymasının kapitalizmin kuruluşuna/Batı aklının yükselişine dair bugüne kadar geliştiregeldiğimiz bütün teorileri yeniden gözden geçirmemize yol açacak yeni bir teorikleştirmeyi gerektireceği yolunda... Andre Gunder Frank’ın belki de en ünlü sözcüsü olduğu bu perspektife göre, hegemonyanın Uzakdoğu’ya kaymasıyla birlikte Batı egemenliğinin 1800-2000 yılları arasına özgü bir “arıza” olduğu anlaşılacak ve yalnızca mevcut ya da yakın geçmişteki haliyle dünya-sistemini değil, bütün dünya tarihini yeniden okumayı öğrenmemiz gerekecek.

7. Hegemonyanın Uzakdoğu’ya kayması olasılığının mevcut hegemonik güçler tarafından da ille de bir tehdit değilse de bir risk olarak algılandığını farzediyorum. Bütün bunlar bize 11 Eylül’den sonra yaşanmakta olanlar hakkında bir şeyler söylemek, tahminlerde bulunmak olanağını veriyor mu?

7.1. Amerika’nın bugün dünyanın en büyük borca sahip olan ülkesi olduğu biliniyor. (İngiltere’nin de 19. yy sonu ile 20. yy başında benzer bir şekilde “creditor” ülke olma statüsünden borçluluğa geçtiğini hatırlayalım.) Dolayısıyla Amerika hegemonik blokta bir rol oynayabilecekse bunu artık iktisadî gücü ile değil ancak askerî gücü sayesinde oynayabilir.

7.2. Bugün dünyada Uzakdoğu’nun temsil ettiği iktisadî potansiyelle rekabet edebilecek yegâne büyüklük, Amerika-Avrupa(özellikle Almanya)-Rusya ekseniymiş gibi görünüyor. Çok şematik bir şekilde söylenecek olursa, böyle bir hegemonik bloğa Amerika gerekli koruma şemsiyesini, askerî gücü, Almanya iktisadî büyüklüğü, sermayeyi, Rusya ise yeterli büyüklükteki bir pazarı sağlayacaktır.

7.3. Bugüne kadar olanlar bana Rusya’nın böyle bir pazarlığa razı olduğunu düşündürüyor. Şimdi kritik nokta AB’nin (Almanya’nın) bu senaryoda kendisine düşen rolü oynamaya razı olup olmayacağıymış gibi görünüyor.

7.4. Akla gelen bazı sorular: Askerî operasyon başlamadan önce alınan önlemlerden biri, terörü finanse etmek için büyük paraların yer değiştirmesini önlemeye yönelik bankalara yönelik bir dizi yeni kuraldı. Bunların ayrıntılarını bilmiyorum. Ancak bu “anti-terörist” malî uygulamaların “yan etki”lerinden biri sıcak paranın dolaşım hızını yavaşlatmak ve üretime yönelmesini daha çekici kılmak olabilir mi?

7.5. AB (Alman) sermayesi, Uzakdoğu Asya’daki şebekeler üzerine yükselen yeni bir hegemonik blokla birlikte yaşamayı, Amerika’yı (ve onun askerî rolünü) finanse etmekten daha çekici bir seçenek olarak görebilir mi?

8. Hangi (hegemonik) kurumsal yapılar tarafından şekillendirilirlerse şekillendirilsin, yeni (2020 sonrası) sermaye birikim rejiminin önünde, hiç değilse bugünden bakıldığında aşılamazmış gibi görünen ekolojik bazı engeller varmış gibi duruyor. Amerikan rejiminin kendi merkez pazarında yerleşiklik kazandırdığı tüketim normlarının, krizin aşılması için gereken yeni pazarlara yaygınlaştırılması, ekolojik olarak mümkün değilmiş gibi görünüyor. Daha dolambaçsız bir dille söyleyecek olursak, Amerika’daki otomobil kullanma oranını Rusya ya da Çin’de tekrarlamaya kalkacak olursanız dünya yaşanamaz bir hale gelir. Dolayısıyla artık bir “Amerikan hayat tarzı vaadi”nin Amerikan askerî/siyasal yayılmacılığına eşlik etmesi bir yana, Amerika’nın kendi içinde kendi nüfusunu alıştırmış olduğu tüketim normlarını koruması (orta vadede) fiilen olanaksızlaşacakmış gibi görünüyor. O halde (yine orta vadedeki) sorulardan biri şuymuş gibi görünüyor: Amerikan halkı göreli bir yoksullaşmaya nasıl ikna edilecek? Ve buna kısmen bağlı bir başka soru: Rus ya da Çin pazarları hangi (çevre-dostu?) ürünlerin tüketimi ile dünya-sistemi ile daha sıkı bir şekilde bütünleştirilerek sermaye birikim sürecine katkıda bulunacak?

Umarım kimse bu sorulara verebilecek yanıtlarım olduğunu düşünmüyordur. Yanıt vermek bir yana, doğru soruları sorduğumdan bile emin değilim. Yine de bu düşünce zincirini, kışkırtıcı olma potansiyeli taşıdığı ölçüde anlamlı olabileceğini düşündüm.

İskender Savaşır

3 Hegemonyanın Biçimleri Üzerine

Hegemonik krizle ilgili bana gelen yazıyı okurken aklıma ilk takılan 'dil'le ilgili idi.Dil ve dilin kapsaddığı engin kültür bileşenleri, müzik, yemek, eğitim vs.

Diyelim ki 2020 ve sonrasında hâlâ Türkiye ve Türkçe konuşan insanlar denebilecek bir coğrafî alan ve toplum var,o zaman gençlerimiz, çocuklar ingilizce egitim yapan ozel ilkokul,lise ve Üniversiteler için değil Rusça ve Çince ogrenmek icin mi at yarisina girecekler? 17'lik iyi gelirli aile cocuklari McDonalds yerine Cin lokantalarinda mi kuyruk oluşturacak,ve müzik olup olmadığını tam olarak anlamadigim turlerin çalındığı bar-cafelerde Kalinka esliginde mi ziplayacaklar? Uc kurus kazanir kazanmaz Cin parasina,Japon yenine mi çevireceğiz?

"Yasami ve zamani lineer olarak degil, Zerdüşt’teki gibi bengi dongu(?) biciminde algılayacağız? Cocugumu dogurmak icin Rusyaya gidecegim(oranın vatandasi olsun diye) Internet Cin ya da Rus Alfabesiyle yazilan bir terim olacak. Sokakta ayrilirken 'kendine iyi bak, görüşürüz sozleri yerine birbiri onunde egilerek selamlaşılacak... Mİ?"

Elif

Herhalde hegemonik gücün degisik toplumlara nüfuz etme derecesinin yayginligini sabit olarak degil, farkli tasrihsel/teknolojik kosullara göre degisen, arastirilmasi/yorumlanmasi gereken büyüklükler gibi düsünmek lazim. 19. yüzyilda Ingiltere hegemonyasinin diyelim (sömürgelestirilmis) Hindistan'la (sömürgelestirilmemis) Osmanli'da aldigi farkli biçimleri hatirlayalim. Ingiliz varligi Hintli seçkinler için öykünülesi bir hayat-tarzi modeli sunarken, böyle bir modelin Osmanli için geçerli oldugu pek söylenemez. (Osmanli'da Ingiliz nüfüzunun niteligi bakimdan benim aydinlatici buldugum bir veciz söz: "Asilacaksan Ingiliz ipiyle asil."). Diger yandan Fransa'nin 18. yüzyilda bütün Avrupa'da, 19. yüzyilda bizim
buralarda iktisadi gücünü katbekat asan bir kültürel prestiji vardi.


Amerikan hegemonyasinin çeliskilerinden biri, bir yandan Amerikan hayat tarzini bütün ("özgür") dünya için öykünülebilir bir model gibi sunarken, simdilerde esitsiz gelismeye bagli iktisadi kisitlarin yanisira çesitli çevresel kisitlardan da ötürü bunun "aslinda" ancak çok dar bir tüketici kitlesi için ulasilabilir oldugunu kesfetmeye baslamamiz.

Eger böyle bir hegemonya kurulacaksa bile Uzakdogu hegemonyasinin alacagi sekli simdiden kestirmek olanaksiz. Ancak bili-islem tüketimin her halükarda sermaye birikim sürecinde bir süre daha çok önemli bir rol oynayacagi asikar gibi görünüyor. Kültürel alan...? Yanlis hatirlamiyorsam 1980'lerde Uzakdogu sermayesinin Hollywood'u "ele geçirme" çabalari hem iktisadi hem de kültürel olarak çok fazla belrigin bazi degisikliklere yol açmadi.


Merkezi bir mali düzenleme mekanizmasinin olmadigi kosullarda, para piyasalari ne olacak? Gunder-Frank Uzqakdogu'da IMF'in etkililigini kirmak üzere bir Asian Monetary Fund kurma çalismalarindan sözediyor. Turizm-yeme-içme aliskanliklari... Rakami yanlis hatirliyor olabilir ama hatirladigim kadariyla Çin Türkiye'ye yilda 2 milyon turist getirmeyi vaadetmisti. Son aylarda terapilerde is hayatina dair aldigim tek olumlu haber birinin iki yil is garantili bir uluslararasi baglani yapmis olmasi- Çin'le.... Zaman kavrayisi.... Bu süreç içinde Çin'in "autochton"-yerli varlik ve zaman alayislarinin ne tür dönüsümler geçirecegini kestirmek de ayni derecede olanaksiz.

İskender Savaşır

3.1 Chinese Fast-Food

Bütün bu yazılanlar göz önünde bulundurulduğunda bir yana The Economist’in 7-13 Aralık 2002 tarihli sayısının 71. sayfasında yayınlanan aşağıdaki yazı, konuyla ilişkili gibi görünüyor:

“Eninde sonunda Çin tarzı fast-food pizza ve burger’ın yerini alacak” diyor Michael Chan, dünyanın en büyük Çin tarzı fast-food zinciri Coral’ın başkanı. Kastettiği yalnızca, kendi ana piyasası olan Hong Kong değil Avrupa, Amerika ve dünya. Kibirli ve iddialı tınlasa da Chan destekçilerden yoksun değil. Filipinler’de de ülkenin en büyük fast-food zinciri Jollibee’nin başkanı Tony Tan’ın da, zincirin en yeni halkası olan Çin-tarzı Chowking hakkında benzer umutları var. McDonalds’ın kendi evinde başına bela olmayı becerebilmiş olduklarından ötürü, bu iki fast-food patronu ciddiye alınmayı hakkediyorlar.

İyimserlikleri iki eğilimden kaynaklanıyor. Biri, hem “sağlık bilincinin” artması, hem de “etnik” gıdaların giderek daha fazla makbul hale gelmesi. Amerika’daki fast-food sanayinin %90’ı “Batılı” (Big Mac’lerden doughnut’lara kadar) ancak %10’u “şarklı (çoğunlukla Çin). Mr V-Chan bu %10’luk oranın, yavaş besin için fazla acelesi olan ancak yağlı yağlı burger’lara satın almayacak kadar da endişeli olan Amerikalılar’ın giderek daha sağlıklı bir seçeneğe yönelmesiyle iki katına çıkabileceğini hesaplıyor. Daha şimdiden, 2000’de Mancu Wok zincirini satın aldıktan sonra Kanada’nın Çin tarzı fast-food sektörüne egemen olmuş olan ve Amerika’daki de ikinci en büyük şark zinciri olan Cafe de Coral’ın müşterilerinin %90’ Çinli değil.

Tabii bir de fast-food’un bir patlama yaşamakta olduğu kıta Çin’i var. Bugün fast-food Çin’de dışarıda yenen yemeklerin ancak %2’sini oluşturuyor; aynı oran Amerika’da %32, Japonya’da %25, Hong Kong’da ise %18. Ama Çinliler zenginleşiyorlar ve fast-food’u modern olarak algılıyorlar; serktör yılda %20 oranında büyüyor. Bugün bu büyümenin büyük bir kısmı Çinli değil Amerikan fast-food’una yöneliyor; MacDonalds ve daha da çok Kentucky Fried Chicken (KFC). Kıta Çinliler’i Amerikan fast-food’unu “in”, yeni ve hatta ekzotik olarak algılıyorlar. Fast-food piyasasının yaklaşık %80’i Amerikan. KFC’nin daha şimdiden kıta Çin’inde neredeyse 800 restoranı var. Bu yıl 100 tane daha açacak olan MacDonalds’ın ise 500’ün üzerinde.

Kısa vadede Cafe de Coral, Chowking ve diğer Çin zincirleri kendilerini Eskimolar’a fast-buz satıyor olmak durumunda bulabilirler. Ama Big Mac’in yeniliğinin aşınacağını ve batı yemeklerine olan talebin yavaşlayacağına güveniyorlar− ama tüketicilerin hızlı olarak önlerine sürülen besinlere olan iştahı azalmayacak. Bu ihtiyacı ise Çin yemeği karşılayacak. O zaman kıta Çin’i, fast-food piyasasının %70’ini Çin yemeklerinin tuttuğu, şimdiden zengin Hong Kong’a benzeyebilir. Hatta Şanghay’da bile Albay Sanders’ın parmak yalatan karşı konmaz en iyi tavuğu bile bugün olduğu kadar karşı konmaz hale gelebilir.”

Bir de son olarak Chinese Fast Food hakkinda yazmak istiyorum, bence bu soru tamamen “hegemonya” denen kavramla ilgili. Kapitalizm içinde genelde güçlü sermayeye sahip ülkelerin kültürleri dünya üzerinde egemen oldu ve örnek alındı. Amerikan Hegemonyasının
krize girmesiyle eş zamanlı olarak daha yerel kültürler, yerel müzikler vs. popülerlik kazandı
özellikle yetmişlerden sonra. Bu durumu sadece “krizle” açıklamak ne kadar doğrudur bilemiyorum. Ama tarihsel olarak böyle bir eş zamanlılık arka plana atılamaz bence. Ya da “krize” sadece ekonomik bir atıf yapmamak gerekiyor belki. (yani sadece kar oranlarının, üretim ve yatırım düzeyinin düşmesi olarak bakmamak gerekiyor kriz denen duruma) Bu soru
ulus devletler ve sermaye sahipleri arasındaki ilişkiyi de içeriyor. Bu gün sermaye denen şey “çok uluslu” hale geldiği için belki de artık tek başına bir hegemonyadan bahsetmek de doğru olmayabilir. Tarihsel olarak bakıldığında bugün eğer bir Amerikan Hegemonyası krizinden bahsediyorsak kriz sonrasında yeni bir ulusla temsil edilen yeni bir hegemonyanın kurulması gerekiyor. Bunun da daha önceden tartışıldığı üzere Uzak Doğu (Japonya) olması gerekiyor. Ama bu gün sermayenin iç içe olması durumu var daha önceden de söylediğim gibi fakat bir yandan da bloklaşmalar ver Nafta, AB, Asean gibi. Bu konu benim kafamı çok karıştırıyor. Yani sermayenin hem ortak hareket etmesi hem de bir çatışma içinde olması, bloklar kurması durumu. Eğer bir gün Çin Lokantaları, Mc Donald’s kadar dünyada egemen hale gelirse (ki ben pek sanmıyorum, en azından Çin için söylüyorum) bu durumda bu olguyu anlamak için bence bu lokantaların sermaye paylarına filan bakmak gerekiyor. Mesela bugün müzik sektörü içinde dünyada World Music olarak adlandırılan etnik müzikler (Hint, Arap vs.gibi) önemli bir yer kaplıyor. Simdi biz bu durumu Hint kültürünün egemen olması olarak mı adlandıracağız? Yoksa bize o müziği satan müzik şirketlerinin ortaklıklarına mı bakacağız? (Emi geliyor aklıma...)Ya da İskender Bey’in daha önceden yazdığı sinema sektörü durumu var. Örneğin Japonların Amerikan sineması içindeki ortaklıkları: Japon sermayesi şu an güçlü durumda fakat biz şu an Japon filmleri değil de hala Amerikan filmlerini izliyoruz. Neden? Çünkü, Japonlar Colombia Pictures’ın önemli ortakları artık. Bu soru zor bir soru bence. Belki de Arrighi’ye sormak gerekiyor..

Güllistan

4 Kriz Notları I

Senaryo üretmeden duramıyoruz ya... Bu notlarda, devamını şimdilik getiremediğimiz Dünya Düzenin Yeni Dinamikleri seminerlerinde dile getirilmiş görüşler ışığında, daha sonra meydana gelmiş kimi gelişmeleri gözden geçirmeye, sözlü sohbetlerde, arkadaş meclislerinde dile getirilmiş kimi görüşleri aktarmaya çalışacağım. Başkaları da bu aktarım/paylaşma sürecine katılırsa memnun olurum.

1. Kısa bir özetle başlamak gerekirse... Sözkonusu seminerlerde sürmekte olan Afganistan operasyonu, 2020’ler için öngörülen ve Amerika’ın verili şekliyle hegemonik rolünü nihayete erdirmesi mukaddermiş gibi görünen krize karşı Amerika’nın aldığı bir önlem olarak yorumlanmıştı. Bu perspektifte Amerika’nın “teklifi”, potansiyel bir uzakdoğu hegemonyasına karşı Amerika-Avrupa-Rusya ekseninde yeni bir hegemonik bloğun kurulması olarak yorumlanmıştı. Kabaca bu blok, Amerika’nın siyasal/askerî düzenleyici rolünün ve gerçekçi olmayan tüketim normlarının Avrupa (ve dünya) sermayesi tarafından finanse edimesi hesabı üzerine yaslanıyor— Rusya’nın ise Pazar yetersizliği darboğazını telafi edecek enginlikte bir Pazar sunduğu düşünülebilir.

2. Avrupa’nın son günlerde Afgan operasyonuna asker desteği sağlamasının bu pazarlığa giderek daha yakın bakmakta olduğunun bir işareti olarak yorumlanabilir. (Tam sayılardan emin değilim ama yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’nin yolladığı 90 askere karşı yalnız Almanya 3900 askerlik bir güçle operasyona katılacağını açıklamıştı.) Kuşkusuz Avrupa’nın böyle bir blokta yeralmasının Amerikan birikim rejiminin son yıllardaki “vahşiliği”ni yumuşatacağı umulabilir. Çağlar Keyder’in Avrupa öncülüğündeki yeni bir “uluslar arası Keynesçilik” görüşü de, Sabancı Üniversitesi’nin davetlişsi olarak bir konuşma yapan Edzard Reuter’in Avrupa’nın sermaye birikim mantığını frenleyecek, sınırlandıracak bir perspektif benimsemesi, aksi takdirde yine komünizm hayaletine bir davetiye çıkarılacağı yolundaki görüşleri de bir anlamda b umudun ifadesi olarak yorumlanabilir (hernekadar “komünizm” hayaleti” günümüz için çok gerçekçi görünmüyorsa da).

3. Avrupa’nın bu senaryonun kendisine biçtiği rolü oynayabileceği konusundaki en ciddi tereddüt, Avrupa’nın malî gücüyle orantılı bir siyasal iradeden yoksun olduğu, Avrupa’da siyasal iradenin fazlasıyla parçalanmış, yerel olduğu saptamasından kaynaklanıyor. Bu itirazın temelinde yatan saptamaya karşı iki örnek vereceğim: Birincisi, kör topal da olsa Almanya’nın birleşmeyi istişare etmekte gösterdiği başarı... Elbette Avrupa’nın birliği ile Almanya’nın birliği arasında, nitel bir farka işaret ediyor olabilecek bir ölçek farkı var. Üstelik bazı arkadaşlar tam da Almanya’nın birliğinin kurulması sürecinde yaşanan sancıları, Avrupa’daki (özellikle de Almaya’daki) siyasal irade zaafiyetinin bir işareti olarak yorumluyorlar. Sanırım buradaki fark, “bardağı yarı dolu mu yarı boş mu” görmek arasındaki fark gibi bir şey.


İkinci örnek ise dar anlamıyla politikayla neredeyse hiç ilgisi olmayan bir alandan.... Bildiğim kadarıyla şu anda nükleer ve parçacık fiziği alanında dünyada faaliyet gösteren en büyük hızlandırıcı (“accelerator”) Avrupa Birliği’nin kökü 1950’lere dayanan ortak bir projesi: CERN. Yine bildiğim kadarıyla Amerika Teksas’ta inşa edilmesi öngörülen ve buna rakip olabilecek projeyi fon yetersizliğinden ötürü durdurmuş durumda. Eğer tıpkı ulusal düzeyde olduğu gibi küresel ölçekte de hegemonyanın, yalnızca siyasal ve iktisadi araçlarla kurulmadığına inanıyorsak, bu tür örneklerin de önemsiz olmadığını düşünmek zorundayız.

4. Afganistan sahnesinin, Amerika’nın siyasal ve askerî rolünü kalıcılaştırmak bakıından yeterli olmayacağı aşikâr olsa gerek. Afganistan’dan sonra Irak’ı (ve daha uzun bir vadede belki Libya’yı) hedef gösteren Amerikan “şahinleri”nin hesaplarının temelinde de bu sapama yatıyor olsa gerek.

5. William Safire’ın NY Times’da yayınlanıp Türkçe’ye de çevrilen yazısından sonra şimdiye kadar bu konuda sessiz kalmış olan Colin Powell’ın da Irak’ı hedef göstermesi, bu (olası) yeni yapılanmada Türkiye’nin oynayabileceği (olası) rol konusuna daha bir ciddiyet kazandırmış gibi görünüyor.

Geçenlerde Internet sitelerinden birinde Irak’ta bir cephe açılmasının Türkiye ekonomisi üzerindeki olası etkileri üzerine bir anket görmüş, yanıt olarak sunulan seçeneklere baktığımda çok eğlenmiştim. Üç seçenek sunulmuştu: 1) Etkilemez 2) Kötü etkiler 3) Bilmiyorum. “İlk akla gelen” ama vicdan sahibi bizlerin telaffuz etmekte güçlük çekeceği böylesi bir cephenin Türkiye ekonomise etkisinin olumlu olacağı seçeneği dışarıda bırakılmıştı. Oysa Soğuk Savaş yıllarından beri, bölgedeki gerginliğin artmasının Türkiye Hariciyesi tarafından “olumlu bir gelişme” olarak değerlendirildiği iyi bilinen “sırlardan” biridir. (Bu arada sözkonusu ankette, yanıtların %60’ının çoğu “etkilemez” doğrultusundaydı— olumlu bir etkisi olacağını düşünenlerin de bu şıkkı işaretlediğini tahmin ediyorum.)

Gerek Safire’ın perspektifinde, gerekse son günlerde Hariciye’nin Kıbrıs konusunda yaptığı çıkışların Özal’ın Türkiye için öngördüğü “federatif” bir perspektifi çağrıştıran unsurlar var. Güney Kıbrıs’ın AB’ye girmesi üzerine federatif bir bünyeye ilhak edilecek bir Kuzey Kıbrıs, pekala Kuzey Irak’ı da kısmen içeren federatif bir Kürt bölgesi ile dengelenebilir.

Umarım buraya kadar yazdıklarım bir “siyasal öneri” olarak yorumlanmamış, “benimseme/benimsememe” perspektifinde değerlendirilmemiştir. Bütün yapmaya çalıştığım, oldukça kıt bazı veriler temelinde büyüklerimizin neler düşünüyor olabileceğini yorumlamaya çalışmaktan ibaret.

İskender Savaşır

5 Yeni Dünyaya Dair Düşünceler

Kriz Notları I yazısında ki tespitlerin ve öngörülerin bir çoğu son derece gerçekçi ve gelişen olaylar bu varsayımları besler nitelikte. Aslında bizleri daha yakından ilgilendiren Kuzey Irak ve Kuzey Kıbrıs'ta öngörülen federatif yapıdır.

Benim kişisel düşüncem bu noktada bizim için çok parlak bir durumun ufukta gözükmediği yönünde. İskender Bey’ in dediği gibi Ortadoğu bölgesinde gerginlik Türk Dışişlerinde olumlu bir gelişme olarak kabul edilir. Örneğin İran-Irak savaşı döneminde Türkiye oldukça karlı ticari ilişkiler kurdu bu bölgede. Aynı zamanda böyle bir gerginlik Türkiye’ nin İsrail ve dolayısı ile Amerika nezdinde önemini ve değerini arttıracak nitelikte. Ancak Körfez savaşı sonrası görüldü ki gerilim Türkiye açısından yıkıcı da olabiliyor. Amerika’ nın yüzyılın en büyük zulümlerinden birine sebep olan Irak ambargosu Türkiye için de ekonomik olarak yıkıcı olmuştur. Ekonomik olarak yıkıcılığı bir yana Ortadoğu ve İslam dünyasında Türkiye’ nin eskiden (Özal zamanında) sözünü ettiği lider ülke konumu ciddi tehlikeye düşmüştür. Açık olarak Türkiye’ nin Avrupa Birliğine olan saplantıya varan ve ciddi olarak bir türlü irdelenemeyen ve tartışılmayan politikaları Orta Doğu’ ya, Türki Cumhuriyetler’ e gereken yoğunlaşmayı engellemiştir. Genelde boncuk dağıtmak ve kabaca söylemek gerekirse yaranmak üzerine kurulu olan dış politika maalesef bizi son dönemlerde (1970 sonrası) gittikçe figüranlığa itmiştir. Körfez savaşında sahneye çıkma girişimimiz hüsranla sonuçlandığı gibi, Avrupa, Amerika ve İsrail ile olan bağlayıcı ilişkiler bizi bir tür çıkmaza sokmuştur. Bu bağlamda Kuzey Irak’ ta federatif bir yapıda baş aktör mü, aktör mü, figüran mı, yoksa sahne görevlisi mi olacağımız tez-antitezler ile uzun bir tartışma konusudur. Bir de Kuzey Kıbrıs var tabii ki. Bence Kıbrıs konusunu sadece devlet büyüklerimizin ne düşündüğüdeğil, Kıbrıs’ ta ve Türkiye’ de yaşayan vatandaşların ne hissettiği noktasından ele almak lazım. Acaba Türk vatandaşları Kıbrıs’ a ne gözle bakıyor? Aynı şekilde Kıbrıs’taki vatandaşların konuya yaklaşımı nedir?

Türkiye’ nin Orta Doğu ve İslam aleminde ki örnek laik yapısı, Amerika’ nın İslam’ a karşı bir hareketinin olmadığının dayanağı olarak gösterilen işbirliği Kıbrıs için bir koz oluşturabilir mi? Elbette eğer Türkiye elimde bir koz var, bunu değerlendireyim düşüncesine kendisini kaptırırsa; Körfez savaşı sonrası yaşanan acımasız ambargo benzeri insanlık dışı politikaların içinde kendini buluverme olasılığı nedir? Hepsinin yanında böylesi yanlış ve insanlık ile bağdaşmayan politikalara sessiz kalarak Dimyat'a pirince giderken eldeki buluguru heba etmez mi?

Daha sorulacak bir çok soru var ve ne yazık ki bir çok sorunun birden fazla yanıtı olduğu gibi, bazıları cevapsız kalabilir. İskender Bey’ in dediği gibi devlet büyüklerinin kafalarından geçeni anlamamız belki bu sorulara cevaplar arayarak gerçekleşebilir.

Abdullah Safi

6 Farklı Eksenler

Dünya Sistemi analizinin kuruculaından Immanuel Wallerstein 15 günde bir dünyadaki gelişmeleri kendi perspektifinden kendi sayfasında yorumlamaktadır (http://fbc.binghamton.edu/commentr.htm ). 15 Kasım 2001 tarihli yorumunu Doha'daki Dünya Ticaret Örgütü konferansının sonuçlarına ayırmış. Yorumunun temelini, sözkonusu konferansın (ve giderek dünya ekonomisinin) gündeminde 3 farklı mücadele olduğu ve konferansta atılan kısmi adımlara karşın, her üçünde de çözüme doğru ciddi bir ilerleme kaydedilmemiş olduğu iddiası oluşturuyor. Sözkonusu mücadeleler ABD ile Avrupa arasındaki, Kuzey'le Güney arasındaki ve çevrenin ve işçilerin ve diğer kesimlerin kazanılmış haklarının korunmasını isteyenlerle diğerlerinin arasındaki mücadeleler....Konfereans'ta kaydedilen ilerlemeler arasında bence en önemlisi, Hindistan'ın çekincelerinin nihai tutanakta yeralmasının sağlanması...

Ancak buraya kadar sürdürdüğümüz tartışmalar açısından daha ilginç olanı, Wallerstein'^ın Avrupa'nın ABD önderliğindeki bir birleşik cephede yer almaktansa, kendine özgü bir rol oynamaya yolundaki istekliliğine dair işaretler. Örneğin Avrupa Ticaret Komiseri Pascal Lamy Avrupa'nın ABD ile Güney ülkeleri arasında aracı bir rol oynayabileceğini söyler imiş. Daha da ilginci, Portekiz'li girişimcilerin bir dergisinde yeralan editoryal makalede Lizbon'dan Vladivostok'a uzanan bir Paris-Berlin-Moskova ekseninin iktisadi avantajlarının tartışılıyor olması... (Sözkonusu hattın iki yıl önce, Almaya öncülüğüde iki yıl önce yüz küsur yazarı gezdiren Literaturexpress treninin rotasının neredeyse tıpatıp aynısı olduğunu hatırlatayım.)

7 Amerika'daki Kriz

Yaşanan Krizin Düşündürdükleri...The New Republic on-line’ın 11 Kasım 2001 tarihli postasında (http://www.tnr.com/120301/scheiber120301.html) bizim tartışmalarımız açısından ilginç olabilecek bazı veriler sunan bir yazı var: "WHY THIS RECESSION WILL BE WORSE." Wretched Excess by Noam Scheiber”. Kendimce ilişkilendirerek özetliyorum.

Yazının başlığında sözü edilen resesyon Amerikan ekonomisinin 2000 yılında girmiş olduğu ve halen sürmekte olan resesyon. Bu resesyonun gelmekte olduğu öncesinden görülüyor ve alınabilecek önlemler tartışılıyordu. Bu yazının bu konuda söylediklerine daha sonra değineceğim.

1. İngiliz ve Amerikan Hegemonyaları sırasında iktisadi büzülme ve büyüme... 19. yüzyılın Britanya hegemonyasındaki sermaye birikim rejiminin, 20. yüzyıldaki Amerika hegemonyasındaki birikim rejimine kıyasla, daha “liberal”, sermaye hareketlerini düzenlemeye yönelik siyasal düzenleme mekanizma ve kurumları açısından daha “anarşik” bir görünüm arzettiğini biliyoruz. Andığım yazı bu farkın izini daha ayrıntılı bir düzeyde sürmemize imkan veren bazı veriler zikrediyor. 1846 ile 1945 yılları arasındaki iktisadî büzülme (“resesyon”) evreleri onlara denk düşen büyüme evrelerinden ortalama olarak üçte iki daha uzunmuş. Oysa 1945 ile 1982 arasındaki resesyon evreleri büyüme evrelerinin ancak dörtte biri kadarmış. (Makale bu veriler için kaynak vermediğinden daha ayrıntılı bilgi veremiyorum. Bu resesyon ve büyüme evrelerinin tam tarihleri hakkında bilgi sahibi olan varsa ve bunları bu listeye aktarırsa müteşekkir kalırım.).

2. Kondratieff Dalgalarının Anatomisi. Makaleye göre Amerika’nın bu dönemde resesyonlarla başa çıkmada başvurduğu başlıca araç, faiz oranları... Bu politika, resesyonların temelinde tüketici harcamalarının düşmesine bağlı olarak üreticilerin ellerindeki stokların birikmesi ve bunun sonucu olarak üretimi kısmaları, bununsa işsizliğe yol açarak tüketici harcamalarının daha düşmesinin yattığı görüşü var. Bu büzülme evresinin ortalarında ya da sonlarına doğru bir yerde faiz oranlarının düşürülmesi tüketici harcamalarını kamçılayarak ekonominin tam kapasiteye yakın bir ölçekte çalışmaya başlamasına kadar büyümesini sağlar. Tam kapasiteye yaklaşan bir ekonomide ise mal ve hizmetlere olan talep artık karşılanammaaya başladığında, mal ve hizmetlerin fiyatları artıyor ve enflasyonist bir sürece giriliyor ve yeni resesyon evresinin temelleri atılmış oluyor.

3. Bugünkü Kriz. Hatırlanacaktır, bizim şimdiye kadar tahlillerimize temel aldığımız Arrighi, belli bir hegemonik sermaye birikim rejiminin sondan bir önceki krizini sonu haber veren semptomatik bir kriz olarak ele alıyor, 1973-1994 arasını da bu çerçevede yorumluyordu. Noam Scheiber’ın yorumları bu perspektifle tutarlı, çünkü şu andaki (yani Amerika’nın 1999’da girmiş olduğu) kriz “faiz oranlarının düşürülmesi” gibi geleneksel yöntemlerle çözülemiyor çünkü 1945 sonrası diğer krizlerden yapısal olarak farklı. Farklı çünkü “iktisadi sistem tüketici harcamalarındaki değil işletmelerin haracamalarındaki kesintilerden ötürü tamamen durmuş durumda.” 1990’lar boyunca işletmeler bilgi-işlem sektörüne yaptıkları yatırımlarla hem stokların şişmesine, hem de ekonominin tam kapasiteye yakın bir düzeyde çalışmasına imkan sağladılar. Ancak tüketici talepleri hiçbir noktada bu kapasteyi emecek düzeyde olmadı. Dolayısıyla 1999’dan beri işletmeler yeni yatırımlara yönelmektense sermayeyi likid halde tutmayı tercih ediyorlar. (Bu tabii büyük bir ihtimalle Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere verilebilecek borç miktarının da artması anlamına geliyor.)

3.1. Bilgi işlem sektörü. Bu noktada bilgi-işlem sektörüne ne olduğuna daha yakından bir gözatmakta yarar var. Bazı önyargılarımızın değişmesine hizmet edebilir. Benim Scheiber’in verilerinden harekete tahminim, bilgi-işlem sektörünün mümkün kıldığı yüksek kârlılık oranlarının sınıra dayanmış olabileceği yolunda. Ama daha ilginç olan nokta otomasyon ile istihdam arasındaki ilişki. Yaygın kanaatin aksine 1990’larda otomasyonun istihadamı kamçılamış olduğu anlaşılıyor. 1994-2000 yılları arasında sermaye giderlerinin %14’ü yatırımına gidereken %70’i işgücü harcamalarına gitmiş. Aynı dönem içinde işgücünün “yönetici sınıfı” denen kesimi %20 büyümüş.

4. Hegemonya ve Savaş. Son nokta oldukça genel ve spekülatif. Hiç değilse 17. yüzyıldan beri siyasal iktidarlar (başka bir deyişle, kendilerini iktisadi olmayan bir gerekçeyle meşrulaştıran iktidarlar), kendilerini kabaca askerî denebilecek terimlerden hareketle meşrulaştırdılar (“şan”, “ulusal onur”, “savunma”). Şöyle bir şey söyleyebilir miyiz? Herhangi bir hegemonun sermaye hareketleri ve piyasa karşısındaki göreli özerkliği ve gücü arttıkça, kendi “doğası”na uygun olarak davranma eğilimi, yani askerî yönelimi de daha belirgin hale gelecektir. Çok kabacak şunu söylemeye çalışıyorum. Bir siyasal birimin piyasa anarşisini kontrol altına alma yeteneğinin artması ile onun savaşçı eğilimlerinin (sınai-askeri düzenle ittifaka girmesi olasılığı arasında) pozitif bir korrelasyon vardır. Barış istemek iktisadi hayatı kontrol edebilmekten vazgeçmekle eşanlamlıyımış gibi görünüyor bu uğursuz perspektife göre... Yeni bir uluslar arası Keyneçiliği istenir bir gelişme olarak öngörenlerin bu perspektife karşı çıkmalarını görmek beni çok sevindirecektir.

8 Hegemonya Krizi -Farklı Bir Perspektif: Modelski

Ergin Yıldızoğlu genellikle Hegemonya Krizi notlarında burada yararlandığımıza benzer bir dünya sistemi perspektifinden yazan bir yazar... Gerek Edebiyat ve Eleştiri'nin Aralık sayısında, gerek Cumhuriyet'teki yazılarında ABD'nin hâlen sürdürmekte olan politikalarını, hegemonik niteliğini yitirmekte olan bir gücün bunu yeniden kurma çabası olarak yorumluyor (buraya kadarı tanıdık olsa gerek). Ancak böyle bir çabanın bir "tarihsel ilk" olduğu ve "bu yüzden" (?) başarısızlığa mahkûm olduğu iddiaları, en azından iki bakımdan itiraza açık gibi görünüyor.

Mantıksal olan itirazı dile getirmek nisbeten daha kolay... Bir şeyin "tarihsel ilk" olması, tarihte daha önce yaşanmamış olduğu, bundan sonra yaşanamayacağına dair bir kanıt teşkil etmez...

Ama tartışmanın önünü açmak bakımından ikinci itiraz daha önemli... Gerçekten bir "tarihsel ilk" mi Amerika'nın denediği...?

Ben bugüne kadar tuttuğuğum notlarda genellikle Arrighi'nin çizdiği çerçeveyi (Uzun Yirminci Yüzyıl: Ayrıntı Yayınları) kılavuz edindim.

Yine de, aynı dünya sistemi perspektifinden bakan bir başka yazarın yazdıklarına bir gözatmakta yarar var. Kasdettiğim, Modelski... Kitaplarını okumadım; dolayısıyla bundan sonra yazacaklarım büyük ölçüde Journal of World-Systems Research'te yayınlanmış şu makalesine dayanacak. İlgilenenler sözkonu makaleyi şu adreste bulabilir: http://csf.colorado.edu/jwsr/archive/vol1/v1_n7.htm)

Modelski uzun-vadeli eğilimleri, politik kerteye daha ağırlık verdiği iddiasından hareketle yorumluyor (Braudel'in "seküler çevrimleri", Arrighi'nin "sermaye birikim daireleri"). Belki bundan ötürü, "hegemonik özne"yi hep bir ulusal devletle özdeşletirme eğiliminde oluyor: örneğin Arrighi'nin Ceneviz sermayesi-İber yarımadası bloğu temelinde kurulmuş bir hegemonik ittifak dönemine o Portekiz'i yerleştiriyor. Ama bunlar daha ziyade tarihçiliği ilgilendiren sorunlar...

Yine tarihsel, tarihçilikle ilgili olmakla birlikte güncel tartışmalar açaısından Modelski'nin bizi daha çok ilgilendiren iddiası, 18. yüzyılla ilgili olanı... Oa göre, diyelim 18. yüzyıldan başlayıp 19. yüzyılın sonuna ya da 20. yüzyılın başına kadar süren bir Britanya hegemonyasından sözetmektense 18. yüzyılın ortalarında (neredelerinde?) bir yerde yeniden ihdas edilmiş olan bir Britanya hegemonyasından sözetmek daha anlamlı.

Modelski'nin sunduğu şemanın güncel önemi yalnızca Amerika'nın şimdilerde yaptığının bir "ilk" mi değil mi olduğu açısından değil, Aydılama sürecibakımından,18. yüzyılda yaşananları tam olarak kavramsallaştırabilemk bakımından da önemli.. Ama şemasının güncel olaylara çok daha doğrudan göndermeleri olan yönleri de var... Bunları da daha sonraki bir notta özetlemeye çalışacağım.

Bir Soru Bir Özet

Bu Hegamonya kriziyle ilgili olan yazýlarý pek anlayamadým.Yine de Modelski I okuyup anlamaya çalýþýyorum 31. sayfadayým ve hala vazgeçmedim.Fakat benim bir ricam var bu konularla ilgilenenler için bu tip yazýlar yollarken daha az ilgilenenler ama bilgi edinmekte sakýnca görmeyenler için kýsa açýklayýcý, konuyu tanýtacak özet yazýlar yollamanýz.

Ne yaptınız-Modelski I'in 31 sayfa tuttuğunun farkında değildim:)). Ama yazının çetrefilliği için özür dilerim. Şimdiye kadarki Hegemonya Krizi tartışmalarının berisinde yatan varsayımlar çok kısaca özetlemeye çalışayım

  1. Kapitalist ekonomi, her biri birbirini izleyen (yaklaşık) 25 yıl süren büzüşme ve genişleme evreleriyle gelişir. Kondratieff evreleri (ya da K evreleri) denen bu eğrilerin syeri hakkında epey bir fikrimiz var. Diyelim 1945'lerde girilen büyüme evresini, 1970'lerin başında girilen büzüşme evresi izledi. Bu evreden 1990'ların başında (1994?) çıkıldığı konusunda genel bir kabul var.
  2. Bu evrelerden daha uzun süreli ve daha kısa süreli evrelerden de sözetmek mümkün (örneğin halen bir yıla yakın -ya da aşkın- bir süredir Amerikan ekonomisine hakim olan ama herhalde 2002'nin ortalarında bir yerde aşılacak olan resesyon gibi).
  3. Ama bizi asıl ilgilendiren daha uzun vadeli eğilimler. Ben bu konuda genellikle Arrighi'yi izliyorum ama ayrıntılardaki bütün görüş ayrılıklarına karşın temelde bir mutabakat var. Bu uzun vadeli eğrilerin ayırdedici özelliği belli bir hegemonik güç (ya da blok) tarafından denetleniyor, düzenleniyor olmaları. Belki Birinci DÜnya Savaşı'ndan ama kesinlikle 1945'lerden beri bu güç Amerika'ydı- nasıl ki daha önce 20. yüzyıl başına kadar İngiltere'diyse...
  4. Bazı K dalgaları yalnızca iktisadi bir kriz dönemine işaret etmez aynı zamanda bir hegemonik gücün artık eski hegemonyasını sürdürmekte güçlük çektiğine de işaret eder. 1973'teki kriz böyle bir krizdi- hem kapitalizmin olağan krizlerinden biriydi ama aynı zamanda da AMerikan hegemonyasının mevcut yapısı ile sürdürülebilmesinin güçlüğüne tanıklık ediyordu.
  5. Dolayısıyla 2020'lere doğru beklenen yeni büyük krizin (K dalgalarının 1973'tekine benzer yeni büzüşme evresi), aynı zamanda hegemonik güç açısından da bir devir-teslim işlemi olacağı tahmin ediliyor. Kimi iktisadi parametreler açısından Uzakdoğu sermayesinin yeni hegemonik güç olmaya aday bloklar arasında en güçlüsü gibi görünüyor.
  6. Amerikan 11 Eylül'den sonraki (hatta daha da öncesinde, mesela Körfez Krizinden beri) izlediği politikaları, yeni kurulacak hegemonik blok içersinde kendi yerini sağlama almak çabası gibi yorumlayabiliriz. Olası bir uzakdoğu hegemonyasına karşı kurulacak bir New York-Berlin-Moskova ekseni en "makul" seçenekmiş gibi görünüyor.
  7. Ergin Yıldzıoğlu'nun ve diğer bazı yazarların iddiası 1) bunun olanaksız olduğu 2)tarihte daha önce böyle ikinci bir hegemonya hamlesine rastlanmadığı... Modelski burada devreye giriyor. O, tarihte bunun bir benzerinin 18. yüzyılın sonlarına doğru yaşandığını, İngiltere'nin sanayii devrimi öncesi hegemonyası ile sanayii devrimi sonrası hegemonyasının iki ayrı kurumsal organizasyon olarak yorumlanması gerektiğini ima ediyor.
  8. Tarihsel emsaller bir yana- Amerika'nın bu günlerdeki girişiminin neden ilkece olanaksız olduğunu ben anlamakta güçlük çekiyorum. Uzakdoğu sermayesinin (iktidar odaklarının) iktisadi güçlerine rağmen,politik tecrübesizlikleri ve "toylukları"nın onları yeni bir hegemon olma konusunda dezavantajlı kıldığını düşünüyorum.
  9. Son bir nokta- hegemonya uğruna girişilen bu rekabet, kapitalist gelişmenin önündeki sorunlardan biri... Aynı derecede (ve belki daha da önemli) bir sorun daha da var ki, o da sermaye birikiminin önündeki ekolojik kısıtlar. Amerikan modeli, ilkece evrenselleştirilemeyecek bir tüketim kalıbı temelinde sermaye birikimi sağlıyordu (bugün Amerika'nın otomobil kullanma alışkanlıklarını biraz yaygınlaştırmaya kalkışacak olursanız dünya yaşanmaz olur). Dolayısıyla sermayenin davranışlarının ondan farklı bir özne (Doğu bloku ya da 19. yüzyılda işçi sınıfı) tarafından sınırladırılmadığı koşullarda, sermaye sınıfı ya da "doğal" müttefikleri kendi kendilerini sınırlandıracak ya da ekolojik kısıtları muhasebe hesaplarına dahil edecek çözümler geliştirebilecekler mi? Amerikan halkı kendi alışmış olduğu tüketim normlarından vazgeçecek mi? Buna nasılikna edilecek? Yoksa bu tüketim kalıbı, Amerika'nın oynadığı siyasal ve askeri rolün "bedeli" olarak mazur mu bulunacak? (Kullandığım ahlaki terimlerin kusuruna bakmayın- bunlar elbette ahlaki tartışmalarla çözülecek konular değil.)

9 Yabancılaşma Üzerine

1. Ben uzunca bir zamandir kafami kurcalayan daha hicbir cevap bulamadigim konuya, Iskenderin amerikan yasam tarzina karsilik sordugu sorularla tekrar dönmüs oldum. Bu konu yabancilasma:

Nedir, nasil ve nezaman-toplumsal gelisim yasasi icindeki yeri, varsa tabii-ortaya cikmistir. varsa gelisim evresi-insanin kendine- insanin topluma yada...

Bircok tartisma platformlarinda bu konulara direk yada indirek olarak deginilmesine karsi, bu olguya karsi durusun yada savasimin nasil yapilabilecegine karsin cok az sey duyabildim ve üretebildim, belki bu konu icin de birseyler söyleyecek yada kaynak gösterebilecek arkadaslar vardir.

Tükettirme vadi olmadan iktidar olunabilir mi?

Simdiden tesekkürler

Tüm arkadaslarin yeni yilini kutlarim. Sevgiler

2. Aşağıda yabancılaşma üzeirne son derece savruk bazı notlar bulacaksınız.

Bu platformun çözüm üretmek gibi bir amacı olup olmadığı sorusuna gelince... Solun ne demek olduğunu, dolayısıyla sol olmayan sorunların da ne demek olduğunu artık tam olarak kestiremiyorum. Ama buraya kadar yazılanlar, sermaye birikim mantığının kısıtlanmasının artık yalnızca sol bir talep değil, (ekolojik kısıtlar açısından ) bütün sistem için hayati bir talep olduğu sonucu çıkıyor. Çözüm üretmeye çalışanlar var mı? Her yerde böylelerinin olduğunu sanıyorum. Bundan bir kaç ay önce Türkiye'ye yanlış hatırlamıyorsam Sabancı Üniversitesi'nin davetlisi olarak gelmiş olan Edzard Reuter (herhalde Avrupa sermayesinin temsilcisi olarak addedilmesi gereken bir şahsiyet) Avrupa'Nın sermaye birikimi mantığını kendiliğinden kısıtlamazsa, bir kere daha Avrupa'da "komünizm hayaleti"nin gezinmeye başlayacağını söylemişti.

Çözüm arayışlarına yönelik bir tartışma platformu da Başka Kültür Merkezi'nde Salı akşamları sürdürdüğümüz tartışma toplantılar. 8 Ocak Salı günü saat 20'de Wallerstein, Arrighi ve Hopkins tarafından yayınlanmış ve Metis'ten çıkmış Sİstem Karşıtı Hareketler kitabından hareketle yeni toplumsal muhalefet olanaklarını tartışacağız.

3. İnsanın belirli bir doğası olmadığı, “insan doğası”ndan sözetmenin neredeyse her durumda belirli, dolayısıyla kısmî, dolayısıyla ideoloji k bir manevra olduğuna inanan bütün “varoluşçu” görüşler için “yabancılaşma”, özellikle de “insanın kendi doğasına yabancılaşması“ zorunlu olarak sorunlu bir kavram gibi görünecektir. İnsanın doğasının aslen “hiçlik” (dolayısıyla özgürlük?) olduğu yolundaki görüşlerin oldukça radikal ve “temiz” bir ifadesi için Oruç Aruoba’nın Defter’in son sayısında yayınlanmış yazısına başvurulabilir.

3.1. “Varoluşçu görüş”ten kasdım, varoluşçuğun şu ya da bu yorumu değil, insanın doğası gibi görünen şeyin her durumda insanın belirli bir varoluş koşulları ortamı içinde yapıp ettikleri sonucu olarak görünürlük, belirginlik kazandığını iddia eden bütün görüşler. Başka bir deyişle “varoluş özden –doğadan önce gelir” ilkesini metodolojik bir ilke olarak benimseyenler.

3.2. Daha “kısmî” bazı yabancılaşma anlayışlarından da sözedilebilir. Örneğin, verili bazı koşullarda, insanın o güne kadar oluşmuş olan “doğa”sına, kurmuş olduğu belirli bir kimliğe yabancılaşmış olduğu söylenebilir. Yabancılaşmanın bu tarzına “ilkece” karşı çıkmak, önünde sonunda bir tür statikoculuğa dönüşecektir (değil mi ki kendimize yabancılaşarak değişiyoruz).

3.3. Yabancılaşmanın, çok daha özgül ve bence yararlı, elverişli bir kullanımı ise Marksist çerçevede kullanılan “üreticilerin üretim araçlarına yabancılaşması”. Bu kavramın yalnızca tarihsel değil bence zengin bir ontolojik ve felsefî içeriği de var. İnsanın kendi aslî hiçliğini örtme çabası içindeyken ona tarihsel olarak yardımcı olmuş olan araçların esasen üretim araçları olduğunu düşünürsek, üretim araçlarından yoksun kalmış, insnaın kendisine “dolu”, “içerikli” bir kimlik kurma imkanından da yoksun kalması anlamına gelecek ve bu şekliyle modern hayat tarzına özgü “ennui”yi, “sıkınıtı”yı, “kimlik yoksunluğu”nu açıklamamıza, aşılmasına belki imkan verecek bir perspektiften anlamamıza imkan sağlayacaktır.

10 Arjantin

Sevgili Maddi-Tarih Gurubu Üyeleri,

Arjantin'de son dönemde yaşanan olaylar, ister istemez Türkiye için de aynı kaderin geçerli olup olmayacağı tartışmasını gerek sol'da gerekse sağ'da toplumun tüm kesimlerinde tartışmaya açtı. Bence bu konu gurubumuzunda tartışması gereken önemli gündemlerden biri ve 2002'de Türkiye açısından belirleyici role sahip olabilecek nitelikte.

Bu vesileyle size Cosmopolitik dergisinin 1. sayısında yer almış "İstikrarın Şiddetine Verilen Yanıt" isimli yazıyı gönderiyorum. Sanırım bu yazı ve sizin de göndereceğiniz değerli yorumlarınız bu konudaki kollektif bilgi birikimimizi zenginleştirecektir.

Bilgiyi paylaşmak ve geleceği birlikte kurmak adına sunacağınız alternatiflerinizi merakla bekliyorum.

dostlukla,

alkım

www.cosmopolitik.com

adresinden internet sayfamızda yüklü olan diğer yazılara da ulaşabilirsiniz. Ayrıca ekteki dosyadan da yazı ilei ilgili animasyonu seyredebilirsiniz.

İrtibat Tel: 212 2516149 e-mail: dergi@cosmopolitik.com

İstikrarın Şiddetine Verilen Yanıt

Ana C.Dinerstein

Çeviri: Cosmopolitik

Kaynak: Capital and Class, Summer 2001/74 Sayfa 1-7

İMF ve neo liberalizmin kıskacında kıvranan Arjantin’de, başını işsiz işçilerin çektiği, ezilenlerin, işçilerin ve kamu emekçilerinin destek verdiği yol kesme eylemleri hızla yayılıyor. Yeni tarz bir örgütlenmenin nüvelerini de içinde barındıran bu süreç önemli bir deneyim olarak göze çarpıyor.

İşsizler, kamu çalışanları ve yerel teşkilatlar tarafından örgütlenen yol kesme eylemleri, Arjantin’in bir çok bölgesinde etkili oluyor. Göstericiler, istihdam programları geliştirilmesi, yeni iş alanları açılması, sermaye yatırımları yapılmasının yanı sıra, bu meselelerle ilgili karar alma süreçlerine katılabilmeyi istiyor. Bu gösteriler, 1990’lardaki Menem Hükümeti’nin neo liberal politikalarına karşı yürütülen, neredeyse kesintisiz devam eden protesto sürecinin bir parçası niteliğinde. 1993-94 yılları arasında, geç ödenen ya da hiç ödenmeyen maaşlar, maaşlardaki kesintiler, boş vaadiler, kamu harcamalarında yapılan indirimler ve yolsuz-luklara karşı kamu çalışanlarınca örgütlenen bu spontan gösteriler, ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde ardı ardına patlak verdi. 1996-97’de ise, yol kesme eylemleri en üst boyuta sıçradı. Hatta Cutral-co ve Plaza Huincul’da olduğu gibi, kimi eylemler, göstericiler arasında doğrudan demokrasiyi geliştiren, topluluk dayanışmasını teşvik eden "halk ayaklanmaları" olarak bile değerlendirildi. Yol kesme eylemleri, iş programlarının ve kamusal iş sahaları gibi toplumun ilgili olduğu sektörlerdeki dağılım ve yönetimi, temel hizmetlerin sağlanması ve küçük ve orta ölçekli işletmelere kredi verilmesi gibi konuları da görüşme kapsamına alan bir dizi yeni örgütlenmenin doğumuna ön ayak oldu. Her ne kadar Ekim 99’da genel seçimleri merkez sol Alianza (ittifak) kazansa da, Menem’in yenilgisinin monetarizmin de sonunu getireceği hayalleri kısa sürede suya düştü. İstikrar politikalarına karşı, ardı arkası kesilmeyen protesto gösterileri ile rekabet gücünün arttırılması için uluslararası basıncın arasında kalan hükümet bir süre sonra düştü. 2000’lerin başında, De La Rua yönetimi ve İMF daha sıkı bir istikrar programı konusunda anlaştı. Bunun sonucu olarak, yeni bir yol kesme eylemi dalgası, bu kez sendikalarca gerçekleştirilen iki ulusal genel grev eşliğinde, muazzam bir boyuta ulaştı.

Kriz, 2001’lere sarktıkça, istikrarı korumak adına verilen mücadeleler, Arjantin’de son on yılın en derin politik krizlerini tetikledi. Bu makale, Arjantin’deki ekonomik düzen ve istikrar politikalarına karşı, yeni bir muhalefet biçimi olarak ortaya çıkan yol kesme eylemlerini tartışmaktadır.

Yol kesme eylemleri, neo liberal istikrarın şiddetine fiziksel ve gözle görülür bir barikat oluşturmuş, emekçilerin kapitalist toplumlardaki merkeziliğini yeniden hatırlatmıştır.

İstikrar "mucizesi"

1980’lerdeki Alfonsin yönetiminin baz alınmasıyla oluşmuş demokrasinin kökleşmeme olasılığına ilişkin genel kaygı, Menem’in Başkan seçilmesiyle son buldu. Menem, demokratik hükümetin 1983’de yeniden kurulmasıyla birlikte seçilen ikinci başkandı ve Menem’in Mayıs 1989’daki seçilişi, yeni bir askeri ayaklanma tehdidinin de sona ermesini sembolize ediyordu. Politik istikrar sağlanmıştı. “Demokratik geçiş süreci" sona ermiş, acil ve kapsamlı bir ‘ekonomik’ yeniden yapılanma geliştirme zorunluluğu, ekonomik istikrarın sağlanması artık öncelikli sorun haline gelmişti. İMF ile 1991’de yapılan anlaşma uyarınca kabul edilen Konvertibilite planının bir sonucu olarak hiper enflasyonun durdurulması ise, ekonomik bir ‘mucize’ olarak görülüyordu. 1991’deki Konvertibilite Yasası, ulusal parayı devalüe ediyor ve Arjantin pezosunu Amerikan doları karşısında 1’e 1 sabitliyordu. Bunların sonucu olarak, enflasyon düştü ve Arjantin, yabancı sermaye yatırımlarıyla da desteklenen yüksek oranlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirdi. İstikrar, paranın politik kontrolünün de sağlandığı yanılgısını yarattı ve her şey bir yana, bu durumun herkesin yararına olduğuna inanıldı. "İstikrar", paradoksal biçimde, istikrarsızlığa neden oluyordu.

İstikrar politikaları, likidite daralması yaşamaya başladığında ise, İMF’nin talep ettiği verimliliğin arttırılması ve ekonomik büyüme, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, finans ve iş piyasalarının kuralsızlaştırılması, sosyal güvenliğin, sağlık ve iş güvenliğinin piyasa koşullarına terk edilmesi, emeğin daha fazla sömürüsü, bundan başka baskı ve zorlamalarla desteklenen gerileyen bir ücret dağılımının ve bölgesel ekonomik farklılıkların keskinleştirilmesi yoluyla gerçekleştirildi. Fakat her şeyden önemlisi, istikrar politikaları, emeğin en düzensiz biçimlerinin oluşumuna yol açtı. Yani, emeğin esnekleştirilmesi ve arızileştirilmesi, benzeri görülmemiş iki haneli işsizlik oranı ile birleşti. Ağustos 1995’de resmi istatistiki veriler, konver-tibilite planının uygulamaya konulduğu 1991’de yüzde 6 olan işsizlik oranının 1995 yılında yüzde 18.5’a çıktığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Yani işsizlik oranı, iki yıl içinde ikiye katlanmış, bu da yaklaşık 2 milyon 400 bin kişi ediyor. Mayıs 1995’de, işsizlerin yarısının yoğunlaştığı Başkent ve büyük Buenos Aires’de işsizlik oranı, yüzde 20.2’lere kadar çıkıyordu. Fakat esas sorun sadece işsizlik değil, işsizliğin 13 milyon işçiden yaklaşık 7 milyonunu etkileyen eksik istihdamla patlamaya hazır bir bomba haline gelmesidir. Temmuz 2000’de, işsizlik oranı yüzde15.4’e ulaştı ve bu oranın 2003’de yüzde 17.1’e ulaşması bekleniyor.

(İNDEC, Ağustos 2000)

İstikrarın istikrarsızlaştırılması

İstikrar politikaları ve işsizliği protesto etmek için gerçekleştirilen yol kesme eylemlerinin iyi bir örneği, Mayıs 2000 tarihinde Arjantin’in kuzeyinde küçük bir kasaba olan General Mosconi, Salta’da yaşandı. Bu çatışmanın arkasında, bölgede yerel ekonomiyi ayakta tutan, eskiden bir devlet işletmesi olan petrol şirketi, Yacimientos Petroliferos Fiscales (YPF)’un geliştirdiği refah devleti benzeri bir yapının çökmesi yatıyor. On beş yıl önce, General Mosconi’de yaşam, petrol endüstrisi sayesinde sürüyor, bu da ona ayrıcalıklı bir yer statüsü kazandırıyordu. Eski bir YPF çalışanının dediği gibi: "Hepimiz YPF matriksinin içindeydik: Baban gibi, YPF hastanesinde doğarsın, YPF’ye ait bir eve getirilirsin, YPF’nin otobüsü ya da arabası ile yolculuk edersin, YPF tarafından yaptırılan okula başlarsın; burada petrol işçisi olmak sadece bir iş değildir, özelleştirme gerçekleşene kadar iki kuşak boyunca insanlar için ayırtedici bir özellik oldu bu (eski YPF çalışanı, Clarin 13.5.00).

YPF’nin 1991’de özelleştirilmesinden sonra kapanan petrol plantasyonu, geride, 15 000 nüfuslu General Mosconi’de yaklaşık 5000 işsiz bıraktı. YPF’nin çevresinde oluşmuş refah devleti benzeri yapının çöküşüyle, bütün bir topluluk da çöktü. Her ne kadar işten çıkarma tazminatları görece iyi olsa da, altyapısı ve işletme deneyimi olmayan eski kamu emekçilerinin her türlü iş kurma girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ve sonunda onlar da her müflis gibi yoksul ve işsizler ordusuna katıldılar. İşsizlik oranı, yüzde 40’lara dayandı ve işsizlerin büyük bir çoğunluğu Trabajar iş programlarında yer aldı (La Nacion, 13.5.00). Bu program, emekçilere, mutlak yoksulluk sınırında, üç ayla altı ay arasında değişen bir süre içerisinde, aylık 160 peso karşılığında kamu işlerinde çalışma olanağı veriyordu. Bu işlerin aşırı güvencesiz koşullarda ve ayak işlerinin yapılmasından ibaret olması da ayrı bir sorundu. İşler, emeklilik yardımlarını değil, sadece temel sağlık hizmetlerini kapsıyordu.

Mayıs’ın 2’sinde yaklaşık 3000 General Mosconi sakini, Bolivya’ya bağlanan otobanı, çitler ve yanan lastiklerin oluşturduğu iki barikatla kesti. Sapan, sopa ve taşlarla donanmış üç yüz gösterici, trafiği kesti. Göstericiler, bölgeyi iki kamyon ve yanan lastiklerle korumaya devam etti. Kadın ve çocuklar, koli koli yiyecek taşıyarak direnişçilere yardım etti. Yoksullar, işsizler; erkek ve kadın emekçiler, çocuklar ve küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinden oluşan göstericileri, yerel sendikalar ve işsiz örgütleri de destekledi. Kendilerine Piqueteros diyen göstericiler, esas olarak Trabajar ulusal iş programlarının devamını ve bununla beraber kendi durumlarında belirgin bir iyileşme talep ediyorlardı. Aylıklarının 160 pezodan 200 pezoya yükseltilmesini, ayrıca halen çalışmakta olan kamu çalışanlarının gecikmiş ücretlerinin ödenmesini ve bölgelerinde iş projeleri oluşturulması ve geliştirilmesine hükümetin yardımcı olmasını talep ediyorlardı. Bütün bunlara ek olarak, ceza yasasına göre suç kabul edilen yol kesme eylemine katıldıkları için cezalandırılmayacaklarına dair garanti talep ettiler.

Hükümetin yanıtı ikili oldu. Bir taraftan, General Mosconi’ye derhal 500 jandarma sevk ederken, diğer taraftan da, "diyaloğun" ancak "demokratik" bir ortamda gerçekleşebileceği gerekçesiyle, barikatların kaldırılmasını şart koşarak Piqueteros’larla görüşme yolları aradı. Yani, bir yandan özel kuvvetler barikatlardan 12 kilometre uzaklıkta hazır bekletilir, 700 jandarma güvenliği sağlamak üzere bölgeye gönderilirken, yetkililer Piqueteros’lardan sessizce evlerine dönmelerini istedi, yoksa güç kullanılacaktı.

Piqueteros’lar ve göstericilerin geri kalanı, her ne kadar yüzyüze gelecekleri baskı çok vahşi olacaksa da, daha önce yaşanılmış deneyimlerden yola çıkarak, yolun bu tarafında direnişe devam etmeliydiler, bu yüzden hükümetin "ricasını" reddettiler. Ancak direnişin sayesinde seslerini duyurabilir ve bir anlaşma yapabilirlerdi: "Sizler, bizim hakkımızda çok şey söylediniz: Bizim terörist olduğumuzu, isyankar olduğumuzu, köprüyü uçurduğumuzu... gerçekte, biz şiddet istemiyoruz. Ama direneceğiz (Piqueteros’ların lideri, La Nacion, 11.5.00). Göstericiler evlerine dönmedikleri için, otobanı çevreleyen bölge tam bir savaş alanına döndü.

İlk çatışma, 13 Mayıs şafağında gerçekleşti. Göstericiler ve polisin göğüs göğüse geldiği bu ilk çatışma tam bir buçuk saat sürdü, göstericiler sadece sapan ve sopalarla direniyorlardı. Jandarma, ancak 30 Piqueteros gözaltına alındıktan ve onlarcası yaralandıktan sonra 2 kilometre geriye çekilmek zorunda kaldı. Göstericilerden bazıları kaçmayı başardı ve yerel bir hastaneye sığındı. Üstelik geriye dönüşleri de hiç güvenli olmayacaktı. Ordu, onları kaçtıkları yere kadar izledi ve binaya gözyaşartıcı bomba ve plastik mermilerle saldırdı. Piqueteros’lar sokaklara yeniden dönmeyi başardı ve belediye binasını işgal ederek ateşe verdi (La Nacion, 13.5.00). Baskı, General Mosconi nüfusu arasında Piqueteros’larla dayanışma duygusunu giderek arttırdı. Dört saatlik bir çatışmanın ardından, ellerinde Arjantin bayrakları binlerce kişi, baskıya karşı direnmek için barikatlara koştu. Küçük bir işyeri sahibinin dediği gibi: "Evet benim bir işim var ama hergün yoksulluk ve mutsuzlukla yüzyüze geliyorum. Kendimizi savunmalıyız. Tepki göstermeliyiz".

Bölge harap olmuştu ve 25.000 kişi otobanın kıyısında sessizliğe gömülmüştü. Salta halkının perişanlığını bilen yöredeki din adamları, hükümet ile göstericiler arasında arabulucuk yapmaya çalışıyordu. 14 saatlik görüşmenin sonunda, yerel yetkililer ödenmemiş ücretleri ödedi, Trabajar iş programlarının yeniden işletilmesi ve göstericilerin kovuşturulmayacağı konularında da anlaşmaya varıldı.

Otoban üzerinde bir köprü yapılması, doğal gazın bölgedeki dağıtım şebekesinin genişletilmesi, bölgedeki yerli toplulukların yasal olarak tanınması, küçük ve orta ölçekli işletmelere finansal destek sağlanması gibi, on beş ek talep daha Coordinadora de Piqueteros’un orijinal talepler listesine eklendi. Anlaşmadan sonra, Buenos Aires’teki bir basın toplantısında, Sosyal Politika sekreteri, İMF tarafından kutlandı ve "Bu hükümetin bir sosyal politikası olduğunun test edildiği" iddia edildi. Buna rağmen, laf aramızda kalsın, daha birkaç dakika sonra, ileriki günlerde herhangi bir yerde meydana gelecek yeni bir yol kesme eylemine kadar durumu kontrol altına alabilmek için "okyanusa bir bardak su döktüklerinin" (La Nacion, 14.5.00) o da farkına vardı ya, neyse.

"Örgütsüzleri" örgütlemek

1990’lar boyunca emek muhalefeti, esas olarak iki ulusal sendika tarafından örgütlendi.

Bu sendikalardan birisi, Peronist CGT’den ulaşım sektörü sendikalarının başı çektiği bir ayrılıkla, Ocak 1994’de, yirmiden fazla sendikanın, emek reformuna karşı muhalefet için Union General de Trabajadores del Transporte (UGTT)’de bir araya gelmesi ile kurulan Movimiento de los Trabajadores Argentinos, MTA’dır. İkincisi ise, neo liberal politikalara karşı militan bir mücadele süreci başlatmak ve geniş bir muhalefet hareketi yaratmak için 1992 yılında kurulan Central de Trabajadores Argentinos CTA.

MTA, Peronist olarak kaldı ve çabalarını emek süreçlerinin esnekleştirilmesine karşı mücadeleye ve sendika-destekli Obras Sociales sisteminin reforme edilmesine yoğunlaştırdı. CTA ise, işsizler, yoksullar ve dışlanmışların sesi olabilmek için ağırlıkla kamu kesimi ve bazı endüstri ve hizmet sendikalarını bir araya getirdi. CTA, yeni tarz bir sendikacılık inşa edebilmek için üç yeni öncül ortaya attı: Devletten bağımsızlık, politik partilerden bağımsızlık ve sendikalaşma konsepti ve pratiğinde bir yenilenme. CTA’nın bu yeni tarzında tek tek işçiler ve işsizler, bunun dışında emekliler ve diğer sosyal gruplar ‘merkeze’ katılabiliyor ve yürütme organı için doğrudan oy kullanabiliyor. Bu uygulamasıyla CTA, devlet güdümlü sendikacılığa olduğu kadar işçi hareketinin hiyerarşik Peronist örgütlenmelerine de alternatif olabildi. Ağustos 1997’de, CTA, işsizler ve diğer sosyal grupların yerel ve bölgesel temsilcilerinin katılımıyla Birinci İşsizler Ulusal Toplantısı’nı gerçekleştirdi. Toplantının amacı, daha önce oluşturulmuş işsiz komisyonlarının başarılarını yaygınlaştırmak ve örgütlülüklerini ulusal düzeyde tartışmaktı. Toplantının başarısı bir yana, işsizleri örgütlemek hiç de kolay değildi. Örgütsel, coğrafi ve parasal sorunlar büyüyordu. Birincisi, yol kesme eylemlerinin önderleri, örneğin Piqueteros’lar, bir sendika konfederasyonuna katılım konusunda isteksizken, sendika militanları da işsizlerin sendikalarda örgütlü bir çalışma yürütme heveslerinden kuşku duyuyordu. Birinci kesimin endişesi, ulusal sendika tarafından eritilmek iken, ikinci kesimin endişesi de işsizlerin katılımıyla örgütün dağılacağıydı. Nitekim, toplantı sırasında işsiz işçiler, CTA’daki büyük bir çelişkiye, yani bir yandan CTA’ya üye olma ve katılmaya teşvik edilmelerine rağmen, yönetim kuruluna hiçbir zaman dahil edilmediklerine işaret ettiler. İkinci olarak yol kesme eylemleri ülkenin izole olmuş bölgelerinde gerçekleşmiş derme çatma eylemlerdi. Üçüncüsü, işsizler, sendikaya ancak çok düşük bir mali katkı sağlayabiliyorlardı. Bu da işçilerle işsizler arasındaki rekabeti arttırabilirdi. Bu zorluklara yönelik çözüm arayışları, CTA’nın stratejisinde işsizlere ilişkin bir değişiklik yapmasına yol açtı. İşsizlerin örgütlenmesini merkezileştirmeye çalışmak ve onları sendika yapısı ve stratejisine birebir bağlamaya çalışmak yerine, CTA önderliği, sendikanın bir "şebeke" gibi çalışması gerektiğine karar verdi.

Genel grevler ve Veron’un ölümü

Mayıs 2000’de, taşradaki yol kesme eylemlerinin yarattığı "hoşnutsuzluk" ortamında, yeni hükümet, İMF’nin de baskısı altında, yeniden yapılandırma programını derinleştirme kararı aldı. Üç yeni düzenleme gündeme geldi: Yeni emek reformu yasa tasarısı, kamu sektöründe ücretlerin düşürülmesi ve daha sonra CGT (Ulusal İşçi Sendikası ç.n) ile Menemist hükümet arasındaki çatışmanın ana noktası olan sendikaların yönetimindeki sağlık sisteminin kuralsızlaştırılması. Bu sonuncusu, CGT ve Menemist hükümet arasındaki ana ihtilaf konusunu da oluşturuyordu. Hem CGT disidente (Confederacion General del Trabajo disidente, eski MTA) bu düzenlemelere karşı çıkarak, hem de CTA geleneksel emekçi kaygılarıyla hareket ederek, yeni çalışma yasasıyla ve işsizleri etkileyen meselelerle aynı anda başa çıkmaya çalıştılar. Haziran’ın 9’unda, örgütleyenlere göre yüzde 85, resmi kaynaklara göre ise yüzde 60 katılımlı, ama en nihayetinde büyük bir destek gören genel grev patlak verdi.

Kasım 2000’de ise, Salta eyaletinin kuzeyinde küçük bir yerleşim birimi olan Tartagal’daki M34 otobanının kesilmesi, dramatik biçimde noktalandı. 5 çocuk sahibi, 37 yaşında bir işçi olan Anibal Veron, 400 askeri polis ve 100 gösterici arasında yaşanan çatışma sırasında polis tarafından öldürüldü. Veron’un ölümü, 1995’de Tierra del Fuego’da öldürülen Victor Choque ve 97’de Neuquen’de öldürülen Teresa Rodriguez’e benzer bir ortamda oldu. Veron’un ölümünden sonra, hükümet dalga geçer gibi, göstericilerle yeni bir diyaloğun ancak ‘barış ve düzen’ içinde gerçekleşmesi gerektiğinde ısrar etti (La Nacion, 14.11.00). Hükümetin kayıtsızlığına yanıt olarak, sendikalar, 36 saatlik bir genel grev ve Kasım’ın 23’ü için de bir gösteri çağrısı yaptılar. Genel grev son on beş yılın en önemli eylemi olarak nitelendi. Gösteriler ise, binlerce grevciyi Ulusal Kongre’nin dışında bir araya getirdi.

Yol kesme: İstikrarın şiddetine karşı

Ülkenin herhangi bir bölgesinde yol kesme eyleminin meydana gelmesi, dikkatle incelenmesi gereken sayısız farklı faktöre bağlıdır. Bununla beraber, yol kesme eylemlerinin bazı ortak noktaları paylaştıkları da bir gerçek.

Birincisi, sınıf mücadelesinin en önemli konusu olarak endüstriyel işçi sınıfının geleneksel bakış açısını sorguluyorlar. Bu kuşkusuz, işsizler ve yoksulların, işçilerin yerine ‘devrimin’ tarihsel öznesi haline geldiğini iddia etmek anlamına gelmiyor. Aksine, yol kesme eylemleri, günübirlik/arızi işçilerin, işsizler ve yoksulların, sermaye düzeninden muaf olmadıklarını göstermiştir. Mücadeleleri, sermayenin sömürüsüne karşı direnişe destek sağlayabilir. İkincisi, yol kesme eylemleri, sendikaların örgütlenme stratejilerinin karşısına önemli sorunlar çıkarıyor. İşsizlik ise, sendika gündemlerine en önemli başlıklardan birisi olarak eklenmiştir. Ama sendikaların önündeki sınav, ülkenin değişik yerlerinde ortaya çıkan farklı yerel mücadele ve örgütlenmelere bir ses vermektir. Son olarak, yol kesme eylemleri sırasında, yol, yeni kimliklerin oluşumu ve sınıf parçalanmasının gerisinde politik bir dayanışma inşa edilebilmesinin zemini haline geldiğinden, yol kesme eylemleri, somut bir protesto biçimi olarak, sosyal, politik ve emekçi çatışmalarının geleneksel konseptine de meydan okumuştur.

Sendikaların, direnişin geleneksel biçimleri ile yeni biçimlerini genel bir emekçi hareketi içerisinde örgütleyip örgütleyemeyeceklerine ilişkin bir öngörüde bulunmak hala zor. Ve nihayet, günübirlik örgütlenmelerin ve Movimiento de los Trabajadores Desocupados (İşsiz İşçiler Hareketi), Coordinadoras de Piqueteros gibi yeni muhalif hareketlerin örgütlenme düzeyleri, yoğunlukları ve şebekeleşme kapasiteleri daha fazla incelemeyi gerektiriyor.

Kısacası, yol kesme eylemlerinin, direnişin yaygın biçimleri haline gelip gelemeyeceklerini şimdiden kestirmek güç. Ancak kesin olan bir şey var: Yol kesme eylemleri, sermaye ve ‘istikrar’ın şiddetine karşı fiziksel ve görünür bir barikat oluşturmuştur. Böylece, yol kesme eylemleri, emek ve toplumsal direnişe yeni bir çehre kazandırmıştır. Eylemler, kapitalist toplumlarda emeğin merkeziliğinin gösterilmesi mücadelesini de ete kemiğe büründürmektedir.

11 Devlet ve İflas

11.1

Biraz önce listeye Arjantinle ilgili yollanan yazı vesilesiyle şimdiye kadar benim Arjantin-Türkye-IMF hakkında düşündüklerimi paylaşmak için bir vesile olarak değerlendirmek istedim.

1 Kriz Türiye için bir fırsattı. (“Kriz” kelimesinin “fırsat” anlamını da içerdiğini hatırlayarak...) Ama bu fırsat, hiç değilse şimdilik, kaçırılmış gibi görünüyor. Nasıl bir fırsat...? Kendisini hukuk dışı yollardan edinilen gelirler temelinde kurmuş bir siyaset-iktisat-medya ekibini tasfiye etmek için bir fırsat... Ama ufukta görünen Irak operasyonu “Türkiye”ye bir kez daha kendi ürettikleriyle değil sübvansiyonla yaşama olanağını tanıyacakmış gibi görünüyor. Benim gibi bu durumdan memnun olmayanlar daha bir süre için hayıflanmaya devam edecek herhalde...

2 Türkiye Arjantin olabilirdi- olmadıysa bunu yukarıda andığım dinamiğe borçlu... Ama Arjantin genel olarak dünyadaki yeni hegemonya arayışı hakkında ne söylüyor? Kulaktan dolma bazı bilgiler temelinde IMF’nin halen “devletlerin iflas edebilmesi hukuku”nu tartıştığını duydum. “Ulusal devletin onuru” gibi kavramlarla düşünenler açısıdan bu elbette dehşet verici bir şey gibi görünecektir. Ama tek tek yaşayan insanlar açısından düşündüğümüzde bu ne anlama geliyor? Bilmiyorum.

11.2Arjantin ve Türkiye

selamlar,

son zamanlarda arjantin & türkiye kıyaslaması sık işlenen bir konu oldu

ve türkiyede halkın hareketsizliğinin nedeni olarak da bir kısım islam dinini, bir kısım da halkın depolitizasyon sürecinden sonra tepki vermeyen bir koyun sürüsüne dönüştüğünü gösterdi..

ve bu yorumlardan sonra da "türkiyede halk isyan etmez" dendi, hem de

ilginç bir görüşbirliğiyle..

ben halkın neden isyan etmediği konusuna pek fazla takılmadım, ne de olsa sonuçta sadece bir bireyim ve toplum üzerinde de etkim yok. Ama türkiyede halkın isyan edip etmeyeceğini nerden bilebiliyorlar, acaba içine düştüğümüz müneccimlik şizofrenisi mi? (ki bence öyle.. )

tahmin yapacak durumda değilim ama hatırlatmakta fayda görüyorum, bu ülkenin tarihinde önemli halk ayaklanmaları vardır;

- celali isyanları; osmanlı döneminde yüzyıllarca sürdü ve hem halktan

hem de yöneten kesimden çok can aldı.

- kurtuluş savaşı sırasında yaşanan isyanlar; halkın büyük kesiminin

savaşa katıldığını bilsek dahi istiklal mahkemelerinin boşuna kurulmadığını da biliyoruz.

- 6-7 eylül olayları; gayrimüslim halka karşı yağmalama ve şiddet hareketi pek çok kişinin ülkeyi terk etmesine neden olmuştur.

sadece hatırlatmak istedim..

Burak Tuna

6-7 eylul olaylarina halk ayaklanmasi demek icin cok ama gercekten cok ozel bir ayaklanma tanimi gerekir! yassiada tutanaklarini tavsiye ederim farkli bir devlet agzi icin..

Stella Ovadia

Herkese selam,

Bugünlerde en çok tartışılan konulardan bir tanesi neden Türkiye benzer koşullar altında olmasına rağmen Arjantin' de olduğu gibi bir isyana sahne olmuyor? Sayın Alkım Bey' in yolladığı yazıyı okudum, gerçekten konu hakkında önemli açılımlar veriyor. Biliyorsunuz Türkiye' de isyan yaşanmamasını herkes bir yere bağladı: Türk aile yapısı(aile içi dayanışma dinamiği), devleti kutsal sayarak baş kaldırmamak, dinimizin yağmaya izin vermemesi gibi. Geçenlerde TV8' de bu konuyu Haluk Şahin Derin Haber adlı programında işledi. Yanılmıyorsam Nisan ayında Tandoğan Meydanında isyana benzer olayların yaşandığının altı çizildikten sonra, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Sayın Yumul aslında sosyolojik olarak iki toplumun farklı olduğunu dolayısı ile krizden farklı etkilendiğini, Arjantin ile Türkiye arasında görece yoksulluk farklılığı olduğunu belirtti. Buna göre Avrupa standartlarında yaşamaya alışık(iyi şarap içmek, hergün et yemek vs.) Arjantin halkı şu anda bile Türkiye' de yaşanan yoksulluk düzeyinden yukarıda olmasına rağmen elinden alınan hak olarak gördüklerini geri istiyor, oysa Türkiye' de yaşanan yoksulluğun boyutu çok farklı. Alkım beyin gönderdiği yazıda da Arjantin' de Türkiye' dekinden çok daha güçlü bir sendikal sistemin varlığı ortaya çıkıyor. Bu da örgütlenme ve tepki gösterme açısından önemli bir faktör. Bir de Türkiye' de yaşanan krizin henüz Arjantin düzeyinde olmadığı görüşü bir başka açıyı işaret ediyor.

Türkiye Arjantin ile kriz ve isyan açısından karşılaştırılacağında bu boyutların temel alınması bana doğru geliyor. Böylece Türkiye' de yaşadığımız krizin ve ileride yaşayabileceklerimizin analizlerini daha sağlıklı yapabiliriz.

Abdullah Safi

11.3Devletlerin İflas Hukuku

Öncelikle devlet iflası konusunda birşeyler söylemek istiyorum. Eskiden bankacılık yapmış(1997de bıraktım) ve hala bu camiada kulağı olan birisi olarak bildiklerimi paylaşmak istedim.

Devlet iflası konusunda söylenebilecek herşey kulaktan dolma olacak çünkü ortada henüz kesinleşmiş bir şey yok. Ancak uluslararası bankacılık camiasının kulağına gelenler şu:

IMF krize giren ülkelerdeki uluslarası sermaye parasını geri alabilsin diye o ülkelere tekrar para vermek istemiyor, ya da en azından IMF içinde bu şekilde düşünenler var. Bu şekilde hem uluslararası sermayenin , hem de o ülkenin tembelliğe itildiğini söylemekte bu kişiler. Ben de kendi adıma bunun en hafif deyimiyle adaletsizlik olduğunu düşünüyorum, o ülkenin parasına bile geçmeden %15-25, devaluasyonu göze alırsa % 40-70 arası reel faiz alan sermaye elbette bunun riskine de katlanmalı.IMF'nin kurtarmasına(!) mazhar olmayan ülke de kendi çözümünü gerçekleştirme imkanını bulur belki, kimbilir. Geçenlerde Istanbul'da yaşayan,Türk vatandaşlarına yönelik özel bankacılık yapan ve bir İsviçre bankası için çalışan Uzakdoğu'lu bir bankacı ile tanıştım ( uluslararası sermaye böyle çalışıyor işte!). Bu kişi ve bazı bankacılar ile Arjantin üzerine yaptığımız sohbette şunlar ortaya çıktı:

1. Biliyorsunuz Rusya borçlarını ödemeyeceğini söylediğinde kıyamet koptu. Ama öyle veya böyle çoğunlukla sadece anaparayı olmak üzere Rusya borçlarının çoğunu bugün ödemiş durumda. Buna sebep IMF değil Rusyanın kendi dinamikleri, kaynakları, Putin vs. idi. Fakat biliyor musunuz eğer borçlarının anaparasını da ödememiş olsa idi bile, elinde Rusya bonosu olan müşterilerin çoğunluğu yıllık %25-50 arasındaki faizlerle çoktan anaparalarını çıkarmış idiler.Şu durumda da hala piyasa şartlarının çok üzerinde getiri elde etmiş durumdalar.

2. Durum Arjantin için de böyle.Bir de buna ek olarak 3-4 aydır Arjantin battı-batıyor diye davul çalınıyor. Bu davulun uluslararası sermayeden çıkmayan varsa çıksın diye çalındığını düşünenler çoğunlukta. (Belki ekonomi kanallarında kulağınıza çalınmıştır, uluslararası kurumların riskleri 'hedge' edilmiş durumda diye, bu kendilerini korumaya almışlar demek) Arkasından da IMF devlet iflasından dem vurmaya başladı. Çünkü para vermeye niyeti yok. İflasın kanun-kurallarını oluşturarak , içerde parayı kaptırmış kurumların aynen icra-iflas masasında olduğu gibi terekeden eşit ve adil pay almalarını sağlamaya çalışacak. Ama bunun uygulanması da çok zor zira bunun yaptırımının ne olacağı sorusu var ortada. Hakim olan fikir parayı alırken devletin bu iflas yasasına uyacağını beyan etmesi olabilir şeklinde. Ama İskender beyin belirttiği gibi devletlerin bağımsızlığı açısından çok sakıncalı bir şey olan bu yasayı hangi hükümet nasıl imzalar? Politk açıdan da bu çok zor bir karar olur. Hem zaten iflas etmiş olan devlet bir de iflas yasasına uymazsa ne olacak yani, IMF savaş mı açacak? Bunun vatandaş açısından anlamına gelince pek anlamı yok aslında çünkü şimdi de borçları devaluasyon,faiz ve zam olarak vatandaşlar ödüyor.

Şu andaki durumda ise IMF o ülkeye ek kredi vermeyi önererek, yeni şartlar öne sürebiliyor ve bizde olduğu gibi içerde kalanların anapara ve faizlerini sorunsuz almalarını sağlıyor. Dış krediye ve kredibiliteye bağımlı hale gelmiş olan ülke de mecburen bu yeni şartlara boyun eğiyor ve kuzu kuzu kriz sonrası şaha kalkmış anormal faizleri ödüyor. (Mesela 1994de batan 3 bankadan sonra bırakın dışardan para almak, ithalat için akreditif açtırmak dahi imkansız olmuştu, bu durum ancak devlet garantisi ile çözümlendi o zamandan beri banka batmıyor, devlet borçlarını üstleniyor, asıl garanti yurtdışına verilmişti yani)

3. Arjantin'de federal yapı nedeniyle IMFnin taleplerinin kabul edilip uygulanması imkansızdı, bu nedenle IMF bu ülkeyi yüzüstü bıraktı diyenler çoğunlukta. En çok oy alan tahmin ise eninde sonunda bir cunta ya da bir dikta hükümetinin gelip IMF ile anlaşma yapacağı ama bunun biraz zaman ve epeyce karışıklıktan sonra olacağı.

4. Benim şahsi fikrim ve temennim ise artık böyle olamayacağı. Son zamanlarda en liberal kanatlar dahi uluslararası sermayenin serbestçe dolaşıp risk gördüğü anda gitmesinin gelişmiş ülkelere bile zarar verdiğini, bu hareketlerin vergilenmesi gerektiğini yazıp çizmeye başladılar. 11 Eylül de hedefi 12den vurdu: uluslarası bankacı ve işadamlarının pek çoğuna seyahat bir kaç ay yasaklandı, şimdi de pek çok zorlukla, rötarla, daha az olan seferlerle uçmaktan şikayetçiler. Uzakdoğu, Rusya derken biz ve Arjantin, bu ülkelerin çok kısa bir süre (bir kaç on yıl) serap gördüğünü, bunun karşılığında milli gelirlerini, bu yıllar boyunca emeklerini ve ekolojik sistemlerini reel faiz ve kar transferi olarak ödediklerini onlara açıkça gösterdi: Aslında onların ve bizim iyiniyetli olanlarımız bu şekilde bizim kalkınacağımızı ve adam olacağımızı da zannetmişlerdi. Durum herkes açısından mükemmeldi, onlar kendi piyasalarının bir kaç misli kazanıyorlar, biz ise eskisinden daha rahat yaşıyorduk. Biliyor musunuz hangi Uzakdoğu ülkesi idi hatırlamıyorum, Malezya veya Endonezya olabilir, 25 olan Jaguar bayii sayısı 0'a düşmüştü.El parası ile gerdeğe girmek buna denir herhalde. Bizde de son 3 ayda Mcdonalds 40'a yakın restoran kapattı( Toplam sayı 140 idi) Bu restoranlara bizim paramız ile ithal ekipman alınmıştı, bizim girişimcilerimiz para koymuştu çoğuna. Aynı bankalarda olduğu gibi heba oldu onca yatırım, onca emek.Düşünün ki daha neler var bütün ekonomide bunun gibi heba olan, boşa giden.Geçenlerde bir bankacı çalıştığı bankanın birleşmesinin sözkonusu olduğunu, 3 yıldır yapılan bilgi işlem yatırımının ve 40 kişilik grubunun emeğinin aynen çöpe gideceğini söylüyordu. Bir de bunlara yazının başındaki faizleri ödediğimizi düşününce kan beynime sıçrıyor, ne hakları vardı, bu yatırımları yapmaz ve daha iyi durumda olabilirdik şimdi ise mehter marşından bile kötüyüz 2 ileri 3 geri.

Bugün herkes IMFye ateş püskürüyor, doğru, haklılar ama bu memlekette son 10 yıldır en iyi yatırım hiç bi iş yapmayıp faiz almaktı, bu nedenle hergün daha az ürettik. Serdar Turgut kaç senedir yazıyor bunu. O zaman nerede idi bu koro merak ediyorum doğrusu.

Sonuç olarak uluslararası sermaye de artık öyle kolay dolaşamayacak ve bu şekilde ülkelerin kalkınmasının falan da mümkün olmadığı anlaşıldı. Bu nedenle çok beylik bir laf ama 'Artık herşey farklı olacak'

5. Ne olacak sorusunun cevabını bulmak çok zor. O kadar fazla değişken ve o kadar hızla etkiliyor ki olayları çünkü. Benim fikrim , bu ülkeler böyle kalkınamadıklarına göre, kalkınamayıp kendi hallerine bırakılınca da Saddam veya Bin Laden ürettiklerine göre, gelişmiş ülkelerin de kaynakları paylaşmaya niyeti olmadığına göre, Amerika gibi birinin ipleri eline almaya kalkacağı. Ama umarım artık iplerin ve ucundakilerin bağlantısının çok karmaşık ve girift olduğunu, ve artık lineer değil de kuantum fiziğine göre çalıştığını farkederler. Yolsuzluk yapn diktatörleri artık desteklemiyor (ya da öyle görünüyor) olmaları bir miktar akıllandıklarını göstermekte ise de, ülkemizin, siyasetimizin,kanunlarımızın onlar tarafından yeniden yapılandırılmasını beklemek ve çıkacak kanunları bile onlara bırakmak kediye ciğeri emanet etmek olmuyor mu?

Yine de buna alternatif insanca bir şeyler olacağını umud etmek istiyorum. İşte burada bunların tartışılması tam da beklediğim şey. Her ülkenin kendi çözümlerini üretmesi gerekiyor, dünyanın içinde bulunduğu şartları da gözeterek. Bu da ancak kendi düşünen ve çabalayan insanlarımızla olacak.

6. Bizdeki sosyal patlama meselesine gelince. Olmaması olmayacağını göstermiyor fikrine kesinlikle katılıyorum. İkincisi ise bu tür olaylar ya tepedekilerin kışkırtması ile ya da umutsuzlukla doğuyor. Geçmişte hep yeniçerileri falan paşa ya da filan validesultan desteklemiş ki tahta kendi yandaşlarını geçirsin. 6-7 Eylül olayları ise malum DP kışkırtması, Atatürk'ün evinin bombalandığı yalan haberi. Biz de esnaf Ankara'ya yürümeye başlamıştı ve piyasada umutsuzluk koyulmaya başlıyordu ki, 11 Eylül ve Sam Amca yetişti. Arjantin ise 4 yıldır krizde ve durumunun umutsuz olduğu davulu 6 aydır çalınıyor, bir de bankalardan para alamaz oldular, patlamayıp da ne yapsınlar çok bile beklediler..

Kendimi kaptırmışım çok uzun yazdım galiba.

Her zaman bu kadar yazmam korkmayın

Görüşmek üzere

11.4Düyunu Umumi Örneği

Arjantin hakkında son günlerde yazılanlar için yazan herkese teşekkür borçlu hissediyorum kendimi... Burada yalnız aklıma takılan ve çok uzun uzadıya bir sistematik düşünce ürünü olmayan birkaç noktaya değinmek istiyorum.

1 Arjantin'deki ayaklanmalar-yol kesmelerle ilgili olarak.... Geleneksel Marksist sınıf analizlerinde işsizler genellikle "yedek işgücü ordusu" olarak değerlendirilir. Oysa, kapitalizmin yeni girdiği sermaye birikim modelinde bir hedef olarak bile "tam istihdam"ın terkedilmiş olması (ve giderek daha az sayıda ama vasıflı bir işgücü talebinin doğması) işsizler kitlesinin önemli bir bölümünün artık böyle yorumlanamaycağı anlamına geliyor gibi görünüyor bana. Bu şartlarda Arjantin'deki işsizlerle işçileri ortak bir sendika çatısı altında birleştirmek ne ölçüde kalıcı ve/veya genellenebilir bir formül olabilir?

2 Devletlerin iflası konusu... Bu noktada tamamen tarihsel birkaç sorum olacak- umarım iktisat tarihi hakkında benden daha bilgili birileri bizleri aydınlatabilir. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Düyun-u Umumi tam da böylesi bir "iflas rejimi ve uygulaması" değil miydi? Bir de geçenlerde arkadaşlarla tartışırken aklımıza takılan bir soru. Yeni TC LOzan sonrasında Osmanlı'dan devraldığı borçları nasıl olup da ödeyebildi? Bu konuda tavsiye edilecek bir kaynak var mı?

Herkese tekrar teşekkürler....

İskender

bir kaynak tavsiyesi şu an yapamayacağım ama düyun-u umumiye hakkında bir iki şey söyleyebilirim. eğer vaktim olursa yarın bir kaynak araştırması yapıp size bir iki kitap ismi de verebilirim.

dediğiniz gibi düyun-u umumiye bir iflas rejimidir. ilk dış borcunu 1854-56

kırım savaşında alan osmanlı imparartorluğu birincisi 1863 (emin değilim)

ikincisi ise 1881'de olmak üzere iki kere dış borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğunu ilan etmiştir. işte bu ikinci iflas sonrası borç veren ülkeler ile osmanlı arasında imzalanan bir protokolle duyun-u umumiye kurulmuş ve osmanlı devletinin vergi gelirlerinin bir kısmına doğrudan el koymuş, bir kısmını da dolaylı yoldan kendisine akıtmıştır. (osmanlı vergi sistemini anlatmak çok uzun süreceğinden şimdilik sadece osmanlı da vergi gelirlerinin tek elde toplanıp merkezi bir hazineye aktarılmadığını bunu

yerine değişik kurum ve uygulamalar için değişik ekonomik aktivitelerden alınan vergilerin değişik hazinelere aktarıldığını söylemekle yetineceğim.) yine duyun-u umumiye insiyatifi ile konan yeni vergiler ile bu borçların ödenmeye çalışıldığını söyleyebilirim. fakat duyun-u umumiye ilk bakışta zararlı bir unsur gibi görünse de modern bir maliye anlayışının osmanlı'ya girmesi ve duyun-u umumiyenin iteklemesiyle (daha çok gelir daha çok vergi) sanayi yatırımlarının yapılması açısından bakıldığında osmanlı'nın kaderini etkileyen bir kurumdur. şimdi olasılıkla bir sürü tepki alacağım ama ben böyle düşünyorum.

türkiye cumhuriyetinin bu borçları nasıl ödediğine gelince... bu borçların son taksidi demokrat parti hükümeti döneminde 50'li yılların ilk yarısında ödendi. lozan antlaşmasının en çok tartışılan konusu olan osmanlı borçları mevzuunda türk tezleri arasında bu borçların osmanlı egemenliği altında bulunan toprakların ortak borcu olduğu, borç alınan paralarla sadece anadoluya değil rumeli ve arap yarımadasına da yatırım yapıldığı ve bu yüzden borçların nüfus ve yatırım oranında (hicaz demir yolu gibi dönemin mega projeleri) paylaştırılması gerektiği gibi söylemler olduğunu biliyorum. ama dediğim gibi net bir bilgi veremeyeceğim. eğer sınavlarımdan

başımı kaldırabilirsem bu konu üzerine uzun ve detaylı birşeyler yazmaya

söz veriyorum.

radmar

Bu meseleye takmış gibi yazıyor olacağım ama--- Ertenler (?) 128 no.lu mesajında şöyle yazıyordu:

"Son zamanlarda en liberal kanatlar dahi uluslararası sermayenin serbestçe dolaşıp risk gördüğü anda gitmesinin gelişmiş ülkelere bile zarar verdiğini, bu hareketlerin vergilenmesi gerektiğini yazıp çizmeye başladılar. "

Anladığım kadarıyla bu vergilendirmenin nasıl/kimin tarafından yapılacağı falan artık yalnızca ulus-devletlere bırakılamayacak kadar vahim bir sorun gibi görünüyor.Düyunu umumi meselesini açmam biraz da bu yüzdendi- "sıcak para"nın, ya da "likid sermaye"nin ya da hangi adla anarsanız anın vergilendirilmesi (ya da genel olarak denetlenebilmesi)açısından "düynu umumi" tarihsel bir emsal oluşturacak bir örnek olarak görülebilir mi?

İskender

Duyun-u Ummumiye bana kalirsa da tipik bir iflas-icra olayiydi. Zaten marksist tarih yaziminda bu olay Osmanli'nin yari somurgelesmesinin simgesi olarak gorulur. Haksiz da degiller sanki, evet Hindistan ornegindeki gibi bir somurgelestirme soz konusu degil elbette ama Osmanli'nin topraklari ve vergi gelirleri uzerindeki hukumranliginin artik o tarihten sonra zimnen degil asikar olarak sozde kaldigini da gormek lazim. Duyunu Umumiye incelemesi alaninda tek kaynak bilebildigim kadariyla su:

Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa Mali denetimi 'Düyunuumumiye' Donald C. Blaisdell, [Çeviren: Ali İhsan Dalgıç], 1979, Doğu-Batı Yayınları. Baskisi tek tuk var ama sahaflarda rahatlikla bulunuyor.

Lozan Osmanli borclari konusunda bilgilerim su anda daginik ama YKY ve Sosyal Yayinlarindan cikan kapsamli Lozan zabitlari ve arastirmalari var, onlara bakilirsa birseyler bulunabilir.Ayrica Iletisimden cikan Turk Dis Politikasi (ed.Baskin Oran) birinci cildinde Osmanli borclari konusunda yeni seyler soyleniyor

Serhan Bali

Sicak paranin vergilemesi konusuna gelince, su anda Türkiye ve dünyadaki fiili durum nedeniyle ulus-devletlerin bu paralarin vergilenmesine karisma haklari sinirli. Benim de elestirdigim tam da buydu. Söyle ki:

  1. Türkiye'nin de içinde oldugu liberal ekonomi uygulayan ülkelerde para ve sermaye hareketleri tamamen serbesttir. Yani bugün ABD'den de, Türkiye'den de dilediginiz kadar parayi istediginiz ülkeye serbestçe transfer edebilir ve disaridan ister kendi ülkenizde isterseniz de baska ülkede finansal yatirim yapabilirsiniz.
  2. Burada ana kural, paranin menseinde vergilenmesidir. Yani siz Isviçre'de bir bono alirsaniz, bunun vergisini Türkiye'de ödemeniz gerekir.Isviçre bu ise karismaz. Ayni sekilde ABD vatandasi da vergisini ülkesine öder. Çesitli ülkelerde ufak tefek farkliliklar ve bazen çok cüzi vergiler olsa da ana kural budur.
  3. Mense devlet bu paralarin vergisini nasil alir? Iste kritik soru budur. Çünkü su anda uluslararasi bankacilik endüstrisi, gerek vergi cenneti yapay ada ülkeleri, gerekse çesitli formüllerle bu paralarin vergisinin ödenmemesi ve hatta bu paralarin saklanmasi üzerine kurulmustur. Özellikle bizim gibi ülkelerde bu mevzuatta varolsa da vergi alabilmek mümkün degildir. Zaten gelismis ülkeler ile aramizdaki fark da uygulamalarda çok açiktir, bu islerin yürüdügü yurtdisindaki bankalarda size ABD veya yatirim yaptiginiz ülkenin vatandasi veya vergi mükellefi olmadiginiza dair bir beyan imzalatirlar, Türkiye için elbette böyle bir sey sözkonusu degil. Çünkü elbette Türkiye maliyesi ile ABD maliyesinin takip kabiliyet ve istekleri çok farkli.
  4. Vergi cenneti ada ülkelerde hesaplar ya da yurtdisindan yabanci yatirimci gibi vergisiz islem yapma gibi konularin sadece hortumculara,karaparacilara ya da çok zenginlere ait oldugunu zannetmeyin sakin. Su anda bütün bunlar mahalle bankasinda islem yapmak kadar kolay, son derece yogun uygulanmakta ve %99u da bes kurus vergi vermemekte.Çünkü bu isleri yapan arkadaslarin anlattigina göre bu islemlerin vergisi beyana bagli, istediginizi beyan edebilirsiniz ve kontrolü de mümkün degil çünkü bir ülkenin bankasi digerinin maliyesine ancak hakkinda çok ciddi bir suç nedeniyle hükümet kamaliyla bilgi istenirse bilgi verebilmekte.(Yani banka batirdiniz falan ise) Elbette bu arada kiliflar da gayet saglam hazirlanmakta.
  5. Benim bahsettigim vergilendirme konusu ise, bu paralarin menseinde vergisini almak çok zor oldugundan, artik islem esnasinda en azindan bir tür islem vergisi alinmasi. Bunu elbette bizim biyikli yabanci(!) yatirimcilar ve gerçek yabancilar istememekte. Bunun sermayenin akiskanligini da önemli ölçüde azaltacagi düsünülmekte. Ancak en ufak bir tehlikede bu tür paralarin toplandigi fonlarin zaten zamaninda çok kazandiklari için o anin karina zararina bakmadan panik halinde ülke yatirim araçlarindan çikislari artik gelismis ülkelerde bile sorun olmaya basladigindan simdi bu fonlarin elde ettikleri getirilere uygun riskler almalari, yani konulan vergiler nedeniyle islem hizlarinin yavaslamasi da amaçlanmakta.
  6. Siz eger disardan gelen paraya bagimli bir ülke iseniz, bizim gibi yapmaniz gereken yüklü dis borç ödemeleriniz varsa, elbette bu tür giris çikislara daha duyarli hale gelirsiniz. Ve o zaman da böyle bir karari elbette tek basiniza alamazsiniz. O zaman sistemin tümüne zitlasmis olursunuz.
  7. Benim sahsi fikrim ise bunun bir kisirdöngü oldugu, bütün kazandigimizi bu paralara reel faiz olarak fahis faizlerle ödedigimiz ve bunu artik gelismis ülkelerin de anlamaya basladigi. Üstelik de gelismis ülkelerde denetim gayet siki oldugu halde serbesti bizdeki kadar fazla degil, en azindan fiziki bir takim zorluklar var. Bu ülkelerde asla bizdeki gibi bu tür paralarin ekonomilerini altüst etmesine izin vernmezler, Ingiltere Soros için ne kadar kiyamet koparmisti belki hatirlayaniniz vardir. Üstelik oralarda finansal piyasalar bizdeki gibi sig olmadigindan etkilenme orani da azdir. Bizim durumumuz yüzmeyi yeni ögrenmeye çalisan bir çocugun üzerinde cansimidi olan bir yetiskinle suda güresmesine benziyor... Bu nedenle - elbette artik disa kapali bir marksist sistem de kurulamayacaginin bilincinde olarak- akilli olup, gelismis ülkelerde bizim ülkemizdeki getirilerin olmadigini ve onlarin da büyümelerini korumak için bize ihtiyaçlari oldugunu bilerek ,kendimizin sistemini (gerek finansal, gerek vergisel olarak) kurmamiz gerekiyor. Ama size bugünlerde hiç öyle yapiliyor gibi geliyor mu?
  8. Bugünlerde olanlari, iflas haline uygularsaniz da iste iflas hukuku oluyor. Zaten simdi de onlar hangi kanunu isterse o çikmiyor mu? Hangi ürünün ekilecegine bile onlar karar veriyorlar.(Bkz gazete basliklari: KANOLA NE OLA? )Yabanci sermaye vergisiz ama dogalgaz ATVli. IMFde konusulan burada devletin gelirlerinin bazilarinin bütçeye girip ödenmesi yerine, adaletli bir sekilde borçlulara pay edilmesi. Iskender bey hakli bence, birkaç gündür Duyun-u Umumiye üzerine yazilanlari okuyunca da anlasiliyor ki pek bir sey degismemis.
  9. Ben bunun Osmanli Maliyesini düzenledigi seklindeki görüse (tabii o dönemi çok iyi bilemem ama en azindan bu dönemde) bu tür sistemlerin nasil çalistigini yakindan izlemis birisi olarak katilamayacagim, aksine bizi daha da fakirlestirdigi, bizi gelistirmekten çok ne pahasina olursa olsun borcun tahsiline yöneldigi ve çok tehlikeli olan düsünme tembelligine ittigini düsünüyorum. Millet elindeki avucundakini dogalgaza ve zamlara yatirirken, IMFden para gelecek haberi ile saha kalkan piyasalar ve ekonomi yorumculari buna en iyi örnek bence.

Görüsmek üzere

HÜLYA ERTEN

Mailimin size faydali oldugunu duymak sevindirici, halbuki ben cok ta birsey yazmamistim. size duyun-u umumiye hakkinda bir kaynak buldum. Bleisdell, D.B. "European financial control". Ogrendigim kadariyla Turkce de de yayinlamis. Ben ODTU kutuphanesinde buldum ama Istanbul da nerede bulabileceginiz konusunda bir fikrim yok.

Mehmet Ali Özgündüz

12 Sorular Yanıtlar

Sicak paranin vergilemesi konusuna gelince, su anda Türkiye ve dünyadaki fiili durum nedeniyle ulus-devletlerin bu paralarin vergilenmesine karisma haklari sinirli. Benim de elestirdigim tam da buydu. Söyle ki:

"1. Türkiye'nin de içinde oldugu liberal ekonomi uygulayan ülkelerde para ve sermaye hareketleri tamamen serbesttir. Yani bugün ABD'den de, Türkiye'den de dilediginiz kadar parayi istediginiz ülkeye serbestçe transfer edebilir ve disaridan ister kendi ülkenizde isterseniz de baska ülkede finansal yatirim yapabilirsiniz. Burada ana kural, paranin menseinde vergilenmesidir. Yani siz Isviçre'de bir bono alirsaniz, bunun vergisini Türkiye'de ödemeniz gerekir.Isviçre bu ise karismaz."

Eminim çok cahilce bir soru: İsviçre’de alıp vergisini Türkiye’de ödediğim bonoyu kim çıkarıyor? Sözkonusu olan bir İsviçre bonosu mu, Türkiye bonusu mu? Yanlış anlamıyosam “bono almak” bir “kar ortaklığı” kurmaktır. Vergiyi kar ortaklığını teklif eden şirketin ülkesine mi, bu alışverişe aracılık eden ülkenin şirketlerinden birine mi ödüyorum? Türkiye’de bir IBM ve ya da Microsoft hissesi satın aldığımda (alabiliyorsam) durum ne oluyor?

HAYIR HİÇ DE DEĞİL. BU BONOLARI TÜRKİYE ÇIKARIYOR. BONO BİR TÜR BORÇ SENEDİDİR, KAR ORTAKLIĞI OLAN HİSSE SENEDİDİR.. BU BONOLARA EUROBOND DENİR, GENELLİKLE ULUSLARARSI DÖVİZ CİNSLERİNDEN BİR KAÇ YILDAN 30 YILA KADAR VADELERDE EURO YA DA DOLAR ÇIKAR. AMA TÜRKİYE DEVLETİ BU ŞEKİLDE ULUSLARARSI PİYASALARDAN DÖVİZ CİNSİNDEN BORÇLANMIŞ OLUR. NORMALDE AMAÇ BU BONOLARIN YURTDIŞI PİYASALAR TARAFINDAN SATIN ALINMASIDIR, SICAK PARA İŞTE BUDUR. SİZ ABD VATANDAŞI DA OLSANIZ, URUGUAY YA DA TÜRKİYE VATANDAŞI DA OLSANIZ BU TÜR BORÇLANMA SENETLERİNİ YURTDIŞI YA DA YURTİÇİ BANKALAR ARACILIĞIYLA SATIN ALABİLİRİSİNZ. AMA TÜRK ATANDAŞLARAI GENELDE YABANCI BANKALAR ARACILIĞIYLA ALMAKTALAR, BU İŞ TÜRKİYEDE BAYAĞI YAYGIN.

AYRICA BİR DE BU TÜR BONOLARI PORTFOYÜNE ALAN YABANCI FONLAR VAR, ONLAR HAKİKATEN YABANCI SICAK PARA. AMA ONLAR KRİZ DÖNEMLERİNDE ÜÇE BEŞE BAKMADAN HIZLA BU KAĞITLARI SATARAK KRİZİ AĞIRLAŞTIRIRLAR.

SİZ TÜRKİYEDEN PARANIZI BİR İSVİÇRE BANKASINA TRANSFER EDER, İSTER IBM HİSSE SENEDİ, İSTER TÜRKİYE 5 YILLIK EUROBOND (BONO) ALABİLİRİSNİZ. KİMSE KARIŞMAZ AMA BUNUN GETİRİSİNİN VERGİSİNİ NORMALDE TÜRKİYE DE ÖDEMEK ZORUNDASINIZ. BUNU BİR TÜRK BANKASI ARACILIĞIYLA DA YAPABİLİRİSİNİZ.

"5. Benim bahsettigim vergilendirme konusu ise, bu paralarin menseinde vergisini almak çok zor oldugundan, artik islem esnasinda en azindan bir tür islem vergisi alinmasi. Bunu elbette bizim biyikli yabanci(!) yatirimcilar ve gerçek yabancilar istememekte. Bunun sermayenin akiskanligini da önemli ölçüde azaltacagi düsünülmekte. Ancak en ufak bir tehlikede bu tür paralarin toplandigi fonlarin zaten zamaninda çok kazandiklari için o anin karina zararina bakmadan panik halinde ülke yatirim araçlarindan çikislari artik gelismis ülkelerde bile sorun olmaya basladigindan simdi bu fonlarin elde ettikleri getirilere uygun riskler almalari, yani konulan vergiler nedeniyle islem hizlarinin yavaslamasi da amaçlanmakta."

Kritik nokta bana da buymuş gibi görünüyor. İşlem esnasında alınacak vergiyi kim alacak? (Bugünkü koşullarda bu herhalde işlemin yapılmakta olduğu ülkenin devleti olacaktır. Yanılıyor muyum?)

BU VERGİYİ TÜRKİYENİN ALMASI LAZIM. AMA ALAMIYOR. ÇÜNKÜ BU PARALARI TAKİPETMİYOR. ETSE DE ADAM BEN HİÇ BİR YATIRIM YAPMADIM, DOLAR OLARAK DURUYOR DEDİĞİNDE BUNU KONTROL EDEMİYOR, ZATEN NİYETİ DE YOK, BİLMEM NİYE!!!!!!!

"7. Benim sahsi fikrim ise bunun bir kisirdöngü oldugu, bütün kazandigimizi bu paralara reel faiz olarak fahis faizlerle ödedigimiz ve bunu artik gelismis ülkelerin de anlamaya basladigi. Üstelik de gelismis ülkelerde denetim gayet siki oldugu halde serbesti bizdeki kadar fazla degil, en azindan fiziki bir takim zorluklar var. Bu ülkelerde asla bizdeki gibi bu tür paralarin ekonomilerini altüst etmesine izin vernmezler, Ingiltere Soros için ne kadar kiyamet koparmisti belki hatirlayaniniz vardir. Üstelik oralarda finansal piyasalar bizdeki gibi sig olmadigindan etkilenme orani da azdir. Bizim durumumuz yüzmeyi yeni ögrenmeye çalisan bir çocugun üzerinde cansimidi olan bir yetiskinle suda güresmesine benziyor... Bu nedenle - elbette artik disa kapali bir marksist sistem de kurulamayacaginin bilincinde olarak- akilli olup, gelismis ülkelerde bizim ülkemizdeki getirilerin olmadigini ve onlarin da büyümelerini korumak için bize ihtiyaçlari oldugunu bilerek ,kendimizin sistemini (gerek finansal,gerek vergisel olarak) kurmamiz gerekiyor. Ama size bugünlerde hiç öyle yapiliyor gibi geliyor mu?"

Bu noktada sanırım “ideolojik” bir sroun var. “Biz, kendimiz” kimiz? Açıkçası son zamanlarda TC devleti benim vergi ödemek isteyeceğim son yerlerden biri olarak görünüyor.

KESİNLİKLE KATILIYORUM. BEN DE BEŞ KURUŞUMU VERMEK İSTEMİYORUM.

AMA BİZ İŞTE BENİM, SİZSİNİZ, DÜŞÜNEN HERKES. ÇOK MU İDEALİSTİM? BİZİM DE DÜŞÜNEN ANLAYAN, İŞ BİLEN DÜNYA KADAR İNSANIMIZ, TEKNİSYENİMİZ VAR. NEDEN BİZ KENDİMİZ DÜZLÜĞE ÇIKMAYI DENEMİYORUZ, TEK AMACI BORÇ TAHSİLİ OLANLARA TESLİM OLUYORUZ?

NE DEMİŞ ŞAİR? SEN YANMASAN, BEN YANMASAM, NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR AYDINLIĞA?

İLLA YANMAK MI LAZIM YANİ? YANMADAN DA BİRŞEYLER YAPAMAZ MIYIZ?

"8. Bugünlerde olanlari, iflas haline uygularsaniz da iste iflas hukuku oluyor. Zaten simdi de onlar hangi kanunu isterse o çikmiyor mu? Hangi ürünün ekilecegine bile onlar karar veriyorlar.(Bkz gazete basliklari: KANOLA NE OLA? )Yabanci sermaye vergisiz ama dogalgaz ATVli. IMFde konusulan burada devletin gelirlerinin bazilarinin bütçeye girip ödenmesi yerine, adaletli bir sekilde borçlulara pay edilmesi. Iskender bey hakli bence, birkaç gündür Duyun-u Umumiye üzerine yazilanlari okuyunca da anlasiliyor ki pek bir sey degismemis."

Yine de Düyunu Umumiye hakkında yazılmış olan o aydınlatıcı mesajdaki sözkonusu kurmun pek o kadar da olumusz olmamış olabileceği vurgusu bence özardı edilmemeli.

DOĞRU SONRADAN BU DA BENİM AKLIMA GELDİ. ŞU ANDA DA MESELA AYNI ŞEKİLDE NEREYE AKTIĞI BELLİ OLMAYAN FONLAR TOPLANIYOR, BÜTÇEYE AKIYOR, ORADAN DA İYİMSER İHTİMALLE IMFYE, YA DA HORTUMA. ÖBÜR TÜRLÜ DE UFAK TEFEK HORTUMA GİDİYORDU ZATEN, KİMİ BELEDİYE, KİMİ FALAN MÜDÜRLÜK, KİMİ FALAN BAKANLIĞA.

"9. Ben bunun Osmanli Maliyesini düzenledigi seklindeki görüse (tabii o dönemi çok iyi bilemem ama en azindan bu dönemde) bu tür sistemlerin nasil çalistigini yakindan izlemis birisi olarak katilamayacagim, aksine bizi daha da fakirlestirdigi, bizi gelistirmekten çok ne pahasina olursa olsun borcun tahsiline yöneldigi ve çok tehlikeli olan düsünme tembelligine ittigini düsünüyorum. Millet elindeki avucundakini dogalgaza ve zamlara yatirirken,IMFden para gelecek haberi ile saha kalkan piyasalar ve ekonomi yorumculari buna en iyi örnek bence.

13 Bazı Sayısal Veriler

Aşağıdaki veriler Levent Şensever'in İmparatorun Dönüşü başlıklı yazısından

alınmıştır. Yazarın bu verilerden çıkardığı sonuçların tamamına katılmıyorum ama dileyenler yazının tamamını aşağıdaki adreste bulabilir.

"21. yüzyılın başında iki şirket, dünya kahve piyasasının %80'inini, dört

şirket, dünya tütün piyasasının %87'sini ve iki şirket, dünya sivil uçak

üretiminin %95'ini denetliyordu. Dünyanın en büyük 200 şirketi, dünya ekonomik faaliyetinin üçte birini kontrol ediyor. Dünyanın 100 büyük ekonomisi içinde 51 çokuluslu şirkete karşılık, sadece 49 tane ulus devlet ekonomisi yer alıyor.(...)

ABD, IMF'de %17'lik bir oy hakkına sahip. G7'lerin IMF'deki toplam oy oranı

%45. ABD'nin DTÖ'de sürekli delege sayısı 250'yi bulurken, dünyanın en yoksul 35 ülkesinin hiçbir delege hakkı yok.

(...)

ABD'nin 2003 yılı için bütçesinde askeri harcamalara ayrılan pay 379 milyar

dolara (Türkiye GSMH'sinin 2.5 katına) çıkarıldı. Bu, son yirmi yılın en büyük artışı. Bush bütçeyi, 'Bizim başlatmadığımız, ancak kazanmak zorunda olduğumuz bir savaş planının' parçası olarak tanımlıyor.

1990'lı yıllar boyunca ortalama %7 ve 2000 yılında %12 genişleyen küresel

ticaretin büyümesi, 2001 yılında durma noktasına geldi. Küreselleşmenin önemli ölçütlerinden biri olan doğrudan dış yatırımların, 2000 yılındaki 1.3 trilyon dolarlık düzeyi, 2001 yılında yarı yarıya geriledi.

(...)

Küresel kapitalizm klasik anlamda bir üretim fazlası krizi yaşıyor. Aralık

ayında sanayi üretimi sırasıyla ABD'de %5.8, Japonya'da %15.3, Almanya'da %3.5 ve İngiltere'de %4.6 geriledi.

Son yılların en başarılı ekonomilerinden biri olan ABD'de işletmelerin

karlarında, 1930 Bunalımı'ndan bu yana en büyük düşüş gözleniyor. 1997 yılında %12.5 olan kârlılık artış hızı, 2000 yılı sonu itibariyle %9'a geriledi. 2001 yılının üçüncü çeyreğinde kârlarda %13'lük bir düşüş söz konusuyken, 11 Eylül saldırısı ertesinde %22'ye ulaşan düşüş, yılın son çeyreğinde % 15 olarak gerçekleşti. Kâr oranlarında düşüşün yanı sıra, üretkenlik artışında da büyük düşüşler söz konusu. ABD ekonomisinde, 2001 yılında %2.2 olarak gerçekleşen üretkenlik artışı, 2002 başında %1.4'e geriledi.

1980'li ve 1990'lı yıllar boyunca olağanüstü boyutlarda kaynakların yoksul

ülkelerden, emperyalist ülkelere ve emekçilerden, sermaye kesimine

aktarılmasının mekanizması olan borçlar, bugün küresel kapitalizmin karşısında pimi çekilmiş bir bomba olarak duruyor. 140 milyarlık borcuyla, kapitalizmin tarihinin en büyük borç krizini yaratan Arjantin pimi çekti. Sorun sadece Üçüncü Dünya ülkeleriyle sınırlı değil. Eylül sonu itibariyle ABD'li şirketlerin borçlarının toplamı 4.9 trilyon dolara (Türkiye GSMH'sinin 32.5 katı) çıkarak, kârlarının 6 katı bir değere ulaştı. Japonya'nın kamu borçlarının toplamı, GSMH'nin %140'ını, ABD'nin kamu borçları toplamı ise GSMH'nin %106'sını oluşturuyor. "

http://www.geocities.com/enternasyonalsosyalizm/arsiv/08/es08imparator.htm

14 Filistin

Sevgili Arkadaşlar, Ekte bizim Hegemonya Krizi bağlamındaki "thread"i sürdüren ama aynı zamanda Mayıs başında Hareket dergisinde yayınlancak olan bir yazıyı bulacaksınız. Bu vesileyle birkaç sorunu sizinle paylaşmak istedim: 1. Maddi Tarih seminer dizisine gösterilen ilgi hızla azalıyor. Geçen hafta Huricihan İslamoğlu'nun vereceği Batı ve Dünya başlıklı iki seminer dizisinden birincisine yalnızca iki kişi geldiği için iptal etmek zorunda kaldık. Benim verdiğim seminerler olduğu sürece ilgisizlik bir sorun teşkil etmiyor ama Huricihan İslamoğlu, benim bu konularda kendisinden en çok şey öğrendiğim ve dolayısıyla kendisine karşı mahcup olmak istemeyeceğim bir kişidir. Özellikle onun dersine karşı gösterilen ilgisizlik beni şaşırtıyor- dolayısıyla bu konuda (ilgisizliğin nedenleri) konusunda geri-bildirimde bulunursanız sevinirim. (Bu arada Huricihan'ın seminerinin bu Pazartesi -ayın 29'una ertelenmiş olduğunu da duyurmuş olayım. Tekrar bir duyuru geçeceğim bu konuda...) 2. Son gelen mesajların önemli bir kısmı (5-6) tanesi konu ibaresi taşımakla birlikte, mesajın gövdesi bakımında boştu... Aklımda kalanlar, etibehar, kgeyran ve ayyaz'dan gelenler... Bu boş mesajları listeye aktarmadım. Sorun Yahoo'dan mı bizden mi kaynaklanıyor? 3. Kişisel gailelerimden ötürü bir süredir bu listeyle etkin bir şekilde uğraşamıyorum. Bu dönem sona ermiş durumda... Önümüzdeki dönemde Karşı Sanat'ta (ve listede) ne tür faaliyetler istendiğine dair her tür öneri beni çok sevindirecektir. Saygılar İskender Savaşır

14.1Hegemonya Krizi Bağlamında Filistin

Bugün güncel politika düzeyin yeralan güçler arasında en büyüjk gücün Amerika olduğunda, saınırım, kimsenin kuşkusu yok. Ancak büyük gücün nasıl davranmakta olduğunu anlamak açısından belki de asıl önemli olan, ABD gücünün hegemopnik nitelğini yitirmiş olduğunu kavramak. Bugün ABD müttefikleri arasında bile bir görüşbirliği inşa etmek ya da hiç değilse bir “rıza satın almak” yetene*ğini yitirmiş durumda... Daha da önemlisi, Amerika’nın II. Dünya Savaşı sonrasında kurmuş olduğu kurumsal düzen, bütün sermaye birikimini düzenleme rejimlerinin (azalan kâr oranları yasası gereği?) toslaması kaçınılmazx olan nihaî sınıra toslamış gibi görünüyor. Başka bir deyişle, sermayenin üretken yatırımlara yönelmesini sağlayacak kanalları yaratmakta ya da hiç değilse açık tutmakta zorlanıyor. Bu koşullarda likid halde kalmayı tercih eden sermaye için kâr-dışı gelirler (faiz, rant vb.) daha cazip hale geliyor.

Bu sürecin ilk evresinde, sermayenin kendini değerlendirmek için seçtiği biçim belliydi: Üçüncü Dünya ülkelerine (ve ABD’ye) verilen “kalkınma amaçlı” borçlar.... Bu stratejinin sınırlarını ─ başka bir şey değilse de─ Arjantin’de yaşananlar dramatik bir şekilde ortaya koydu.

Olası ve giderek daha arak bir ölçekte benimsenir görünen ikinci bir seçenek ise, askerî açıdan güçlü ulusal devletlerle girişilecek borçlandırma dışı ticarî anlaşmalar─ kestirmeden söyleyecek olursak, sailah sanayiine yapıla yatırımlar. Ancak bazen sanıldığının aksine, silahlanma kendi başına uzun vadedde kalıcı ya da nisbeten istikrarlı bir hegemonya tesis etme yetneğinden yoksundur.

Kuşkusuz 1945 sonrasında Amerikan hegemonyasının kurulmasında kapitalist üretim tarzının sürdürelebilmesinin “güvenlik maliyetini” üstlenmek için de yararlandığı “askerî-sınaî kopmleks”in önemli bir yeri vardı. Ancak başlangıçta göreli bir avantaj gibi görünen bu kompleksin Amerika’nın iktisadî rakipleri ─Japonya ve Almanya─ karşısında “elini zayıflatan” bir kambur gibi işlev görüdğü daha 1950’lerrin sonunda anlaşılmaya başlamıştı. Eisenhower’ın ikinci başkanlık döneminin sonundaki sözkonusu kompleks hakkındaki uyarıları bu doğrultuda okunabilir.

Belki bir gün Amerika’nın Vietnam batağına saplanması ile yalnızca bilgi-işlem gibi öncü teknolojilerde değil, otomotiv gibi “geleneksel” sektörlerde bile uzakdoğu rakiplerinin gerisine düşmesinin arasındaki bağlantının tarihi yazılacaktır. Kimbilir, belki de böyle bir tarih, sözkonusu dönem ile Amerika’Nın Ortadoğu (ya da genel olarak orta ve batı Asya) batağına saplanması ile yeni dönemin öncü teknolojileri olmaya aday gibi görünen ilaç sanayii ve genel olarak biyotekleojiler alanında da rakiplerinin gerisine düşmesi arasındaki paralleliğe de işaret edecektir.

Ama kuşkusuz askerî-sınaî kompleks, hiçbir zaman Amerikan hegemonyasının yegâne dayanağı olmadı. İhraç edilebilir olacağı umulan bir “Amerikan hayat tarzı” imgesi, sistem karşıtları tarafından ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, müksüzleştirilen halkları yatıştırmaya, onları kapitalist bir dünyada varolmanın sancılarına katlanmaya ikna edebilen bir imgeydi.

Konumuz Filistin ve İsrail olduğuna göre, şöyle bir örnek vermek yerinde olabilir: İsrail bugünlerde sık sık “apartheid” dönemi Güney Afrika ile karşılaştırılıyor. Formel politik kıstaslar açısınd itiraz edilmesi güç bir karşılaştırma.... Ancak İsrail ve Güney Afria, kolektif öznelliklerin ruhsal mekânlarında birbirlerinden çok farklı roller oynuyorlar. Güney Afrika 20. yüzyılın yüzeyinde arkaik bir leke, bir ksuru gibi görülüyortdu; “öteki”nin varlığını baskı altında tutmak dışında ona hiçbir seçenek tanımayan, Britanya öncesi zamanlardan kalma bir arkaizm. OLysa “çölde yaratılan vaha” imgesi, politik söylemlerin ötesinde, hep kışkırtıcı, baştan çıkarıcı bir imge gibi işlev gördü. Filistinliler’in Araplar (ve Türkler) tarafından yalnız bırakılmasını, işin bu boyutunu görmezlikten gelerek kavrayamayız. İsrail Ortadoğu’ya bir imkân, Körfez ülkleri, Mısır, Beyrut, hatta Suudiler ve evet Türkiye tarafından da tekrarlanabilecek bir imkan gibi sunuldu.

Bugün bu imkân artık tükenmiş gibi görünüyor.

14.2Amerika'nın Seçenekleri

Muarzılarımızın ya da hakkında konuştuklarımızın bizden daha aptal olduklarını düşünmek, yapabileceğimiz hataların en büyükleri arasındadır. Dolayısıyl,a buraya kadar saydığımız açmazların (ve hatta daha fazlasının) Amwerikan yönetiminin de farkında olduğunu varsaymak durumundayız.

Amerika’nın dünyadaki borçlu ülkeler arasında çok önemli bir yer tuttuğu biliniyor. Bu borçluluk konumunu sürdürmek için başvurulan siyasal/iadarî araçlar hakkında bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ancak bu borçluluk konumunu meşrulaştırmak için başvurulan stratejiler hakkında söylenebilecek bir kaç şey konumuzla ilgili...

Amerikan hayat tarzının ihraç edilebilirlik sınırlarına ulaşmış olması demek, AMerikan hakının tüketim normlarının paylaşılabileceği yanılsamasının terkedilmesi ve dolayısıyla bu ayrıcalıklı normların dünya kamuyou nezdinde bir şekilde gerekçelendirilmeye muhtaç olması demek. “Özgür dünyanın bekçisi ya da jandarması olmak” (ve bunun için üstlenilen güvenlik maliyetlerinin müttefiler tarafından payaşılması) bu meşrulaştırma stratejinin başlıca ideolojik payandalarından biri oldu. 11 Eylül, 90’ların başında I. Körfez Savaşı ile, bugünden bakıldığında oldukça “mahcup” görünen bir tarzda pazarlanmış olan bu stratejinin, çok daha saldırgan bir biçimde dayatılması için vesile oldu.

Bu perspektiften bakıldığında, Eylül-Şubat arasını Amerikan dış politikasının nisbeten yapıcı evresi olarak okumak mümkün. Bu dönemde Amerika, iktisadî büyüklükler açısından önümüzdeki yüzyılda hegemonik olmaya aday gibi görünen Uzakdoğu’ya karşı bir New York-Berlin-Moskova ekseni oluşturmaya çalışıyordu. Çok kabaca özetleyecek olursak: Kendisini iki kutuplu bir dünyaya göre şekillendirmeiş olan Amerikan hegemonyasının, bu yeni dünya düzeni içinde oynayacğaı rol, hegemonik bir bloğun askerî bileşeni olmaktan ibaretti. Amerika’nın yitirmiş olduğu malî düzenleyicilik işlevi ve rekabet edebilirlik ise Avrupa tarafından devralınacak, ABD ve AB’nin her şeye rağmen kısıtlı olan azarı da Rusya güdümündeki bir Asya doğrultusunda genişleyecekti.

Bugün bu stratejinin artık tıkanmış olduğu açıkça ortada gibi görünüyor. Neden tumadı? Avrupa mı ikna olmadı, Amerika kendi müttefiklerini kontrol etmek konusunda başarısız mı oldu? Büyük bir olasılıkla her ikisi bir den ama konumuz açısından asıl önemli olan ikinci neden. Amerika, İsrail’İ kontrol edemiyor.

Askerî-sınaî kompleksin önemine karşın 1945 sonrasında Amerikan dış politikasına yön verenler, büyük ölçüde, “güvercinler” diye anılan kesim oldu─ diplomasiyi, CIA üzerinden çalışmayı, açık askerî operasyonlara tercih edenler... Peres’i de, 12 Eylül darbesini de, oradan Özal rejimine geçişi de, I. Körfez Savaşı’nın Saddam rejimi devrilmeden sonuçlandırılmasını sağlayıp, askerî çözümdense yaptırımları tercih edenler de büyük bir ihtimalle onlardı.

Ancak 11 Eylül, Amerikan dışi politikasında “şahinler” diye anılan kesimin, uzun zamandır ilk kez iktidarda söz sahibi olmalarının önünü açtı. Ancak bu gelişmenin öngörülmez ironik sonuçları oldu. Şahinlerle, dünyagörüşü, sorunları çözme tarzı, temerl değerler açısından kendilerini yakın hissettikleri Ortadoğulu müttefikleri arasında belki ilk kez bir çıkar çatışması ortaya çıktı. Çatlağıon ilk hissedildiği yerlerden biri TSK ile Amerikan yönetimi arasındaki ilişkiler oldu. Amerialı şahinlerin kapsamlı bir Irak operasyonu tezgâhladığı biliniyor. Böyle bir operasyonun Krütlerin bölgedeki siyasal ağırlığını arttırması sonucunu vermesi şöyle ya da böyle kaçınılmaz gibi görünüyor. TSK’nın hiç değilse bir kanadı için ise Kürt “alerjisinin” (korkusunun?), geleneksel Rus ve ran husumetine ağır bastığı anlaşılıyor.

Ama kuşkusuz bölgedeki gelişmlere açısından (şimdilik) daha belirleyici olanı, Amerikan yönetimi ile İsrail yönetimin çıkarlı arasında beliren çatlak oldu. Amerika, 11 Eylül sonrasında kendi beimsediği anti-terörist retorikle Filistin’e karşı İsrail’in giriştiği askerî operasyonu, ideoloji ya da söylem düzeyinde zaptetmek bir yana dizginleyecek bile araçlardan yoksun bırakmıştı kendi kendini. Ama diğer yandan sözkonusu operasyon, olası bir hegemonik bloğun askerî kanadı olarak iş görmeye aday olan Amerika için elzem olan Arap desteğinin olanaksızlaşması anlamına geliyordu.

Bu anlamda Filişstin işgali, Amerikan yönetimin Eylül-Şubat arasına tasarlamış olduğu şekliyle bir Irak operasyonunun önünü tıkamış oldu. Bunu söylemekle AMerika’nın bugün ya da sonbaharda Irak’a karşı bir operasyona girişmeyeceğini söylemek istemiyorum. Ama bu operasyon artık Şubat öncesinde taşıdığından çok daha farklı bir anlam taşıyacak.

14.3Avrupa Seçeneği

Bu arada yşanan ve dünyatarihsel önemi bakımından İsrail’in Fiistin’i işgali ile kıyaslanabilecek düzeydeki diğer bir olgu ise, Avrupa’nın giderk bir New York-Berlin-Moskova ekseninden uzaklaşması oldu. “Batı”nın evrenselci ve hümanis değerler mirasından “devrimci” ya da Asyalı bir seçenek uğruna vazgeçmekte tereddüt edenler için kuşkusuz Avrupa’nın ne yaptığı (ve yapmadığı) çok önemli. Avrupa’nın doğusunu ve ortasını içermete başarılı bir sınav vermiş gibi görünen AB, aynı performansı Ortadoğu’ya doğru gneişlemekte gösterecekmiş gibi görünmüyor. Bu bakımdan Şaron’U “barış” teklifinin Arafat’ın yanısıra AB’yi de dışlaması çok manidar ama iki dışlamanın anlamları farklı. Bu öneriyle Şaron Arafat’ı marjinalleştirmeye çalışırken, AB’nin Ortadoğu’ya açılma ve genel olarak İslam dünyasıyla ilişki kurma konusundaki beceriksizliğini tescil etmiş oluyor.

Oysa Ortadoğu ve İslam sorunu Avrupa için bir turnusol kâğıdı gibi işllev görecekmiş gibi duruyor. “Avrupa” dediğimizde yeni teknolojiler (ve dolayısıyla rekabet edebilirlik) bakımından Amerika’ya kıyasla ufku çok daha açık bir coğrafyadan sözediyoruz. Ancak Avrupa önemli bir demografik baskı ile karşı karşıya;_ herzmanki gibi bir işgücü açığı yaşıyor ama 1960’ların başındaki açıktan farklı olarak bu kez vasıflı işgücüne de ihtiyacı var. Eski Doğu Bloku ülkelerinin de bu açığı kapatmakta yeterli olması pek de olası gibi görünmüyor. Bu bakımdan en olası işgücü depoları, belki Türkiye ve Filistin başta (ve Czeayir, Tunus, Mısır ve İngiltere sözkjonusu olduğunda Hindistan da) dahil olmak üzere Batı-dışı ülkeler. Ancak bu işgücünün “serbest dolaşım hakkı” bir yana, bu ülkelerden herhangi birinden yapılacak önemli bir işgücü ithali, Avrupa’yı kendi kimliği ile yüzleşmek, onu yeniden gözden geçirmek durumunda bırakacak. ya dünyatasrihsel rolünü oynamak üzere kendi kültürünün evrenselci içeriğini hatırlayarak “Avrupa” olmaktan çıkmayı göze alacak, ya da korunma duvarlarının ardına sığınarak, Ömer Laçiner’in dediği gibi “bir şerif yardımcısı rozetiyle” (Birikim, 156, Nisan 2002) değilse de kendi dışında kurulmuş bir hegemonyanın mesire yeri olmakla iktifa edecek.

14.4Avrasya Seçeneği

Arrgihi, Andre Gunder-Frank ve Doğu Perinçek kadar birbirlerinden farklı kişiler telaffuz ediyor Avrasya seçeneğini... Salt iktisadî büyüklükler açısından bakıldığında onlara hak vermemek elde değil─ Uzakdoğu büyüme hız ve oranları, krizler karşısında esneklik gibi parametreler açısından geleceğin hegemonik merkezi olacakmış gibi duruyor.

Ancak burada, özellikle de Uzakdoğu’nun siyasal kurumlarının yönetsel alışkanlıklarıyla ilgili bir soru var. Orta Krallık kendi içine kapanık bir yapıydı─ keza ÇKP yönetimi de öyle. Uzakdoğu’nun dinamizmini bu yapılardan hareketle açıklamak mümkün görünmüyor.: akla daha ziyade Çin diasporasının akrabalık ve seçilmiş akrabalık temelinde oluşturduğu gevşek şebekeleşme (“networking”) tarzı ilişkiler geliyor. (Bu ilişkilerin bizim coğrafyadaki bir karşılığını düşündüğümde aklıma gelen yegâne örnek, Mafya tarzı ilişkiler.) Gerçi Orta Krallık Ç

in diasporasının ilişkilerinden herhalde bir yere kadar yararlanmıştı, tıpkı bügün ÇKP yönetiminin Hong Kong ve Taiwan ekonomilerinden yararlanması gibi ama bütün dünyada olduğu gibi ama belkide Avrasya’da daha belirgin bir şekilde, iktisadi dinamizmin taşıyıcısı ulusal devletler değiller─ artık değiller... Devletler düzeyinde Ortadoğu ve Orta Asya ile Uzakdoğu arasında kurulan anlaşmalarınsa askerî nitelikleri daha bir ön plana çıkıyor gibi... (Çinle Türiye arasındaki turizme yönelik yakınlaşma bir istisna olabilir mi?)

Demek işstediğim şu: Uzakdoğu hegemonyası ciddi bir olasılık olmakla birlikte, bu hegemonyanın alacağı biçişn işaretini eren, bugün devletler düzeyinde kurulan işbirliği anlaşmaları deği; ulus-devletler bağlamıdan oluşturulmaya çalışılan bu strateji, olsa olsa bir hegemonya devir-teslim evresine damgasını vuracak genel askerîleşmenin görüntülerinden bir olabilirmiş gibi geliyor bana.

14.5Filistin'e Dönecek Olursak...

Son iki ay boyunca Şaron’un neyi hedeflediğini düşünüp durdum. Şimdi sorunun yanlış sorulmuş olduğunu düşünüyorum. Şaron’un bir hedefi yok─ çatışmanın (umarım nükleer öncesi) bir düzeyde tutlmasının, süreklileştirilmesinin dışında...

Amerika da hegemonik olma emellerinden vazgeçmiş gibi görünüyor─ günü, orta vadeyi, önümüzdeki belki 15-20 yıolı kurtarmaya çalışıyor. Silahlanmayla.... İsrail-Filistin çatışması silahlanamaya akan sermayenin iştahını tatmin etmeye yetecek mi? Yoksa Amerika , bütün Arap dünyasının muhalefetine karşın Bir Irak operasyonuna yine de kalkışacak mı? Muhtemeldir...

Çocuklarımıza iyi bir dünya bırakmıyoruz, belki torunlarımıza....

İskender Savaşır

15 Pamukbank Örneğinde Bankalar Krizi

15.1

Aşağıda son Pamukbank operasyonu ile ilgili olarak başka bir listeden bana iletilmiş bir yorumu okuyacaksınız; Yaşar Atilla Tosun imzqlı. Bu yorumu bizim listeden bir arkadaşa yolladım- onun yanıtları ise koyu olarak dizilmiş... Yakında bu son operasyonun zamanlamasının bir süredir tartışageldiğimiz hegemonya krizi ile bağlantısı hakkında bir şeyleri de ben yazabilmeyi umuyorum.

İskender

Bu isten pis kokular yukseliyor !...

Bu isten pis kokular yukseliyor.....

BDDK nin uzun muddet tereddut ettikten sonra Hukumete danisarak Pamukbank a el koymasi ve dolayli olarak da YKB ve Cukurova gurubunu yok etmek icin harekete gecmesi akil ve mantigin kabul etmiyecegi bir hale donustu.

Bilindigi uzere Pamukbank ile YKB nin birlestirilmesi icin izin talep edilmisti ve bekleniyordu.BDDK bu birlesmeyi uygun bulmadigini acikladi ve bankaya el koydu.

valla ne diyim,

herşey bu kadar kesin ve anlaşılır olsa keşke. doğrularda var yanlışlarda.


Pamukbank in 2 milyar dolar zararina karsilikYKB da her seyin mukemmel oldugu aciklandi.. Peki o zaman iki bankanin birlesmesine nicin izin verilmedi.Eger bankalar birlesse idi 2 milyar dolarlik zararin bir kismi ortadan kalkacak diger kismi da YKB nin uzerine devroldugu icin Cukurova Gurubu tarafindan karsilanacakti. BDDK da YKB ni devamli buyutec altinda tutarak durumu denetliyebilir eger gerekiyorsa o zaman YKB na el koyar ve hic olmazsa daha az bir zarar ile kurtulunabilirdi. Cukurova gurubu tarafindan karsilanabilecek 2 milyar
dolarlik zarar simdi devletin, dolayisiyla da bu fakir milletin sirtina yuklendi.

YKB nin durumu da o kadar iyi değil 1 katrilyona yakın zarar açıkladı. sermaye yeterlilik rasyosu 8 in üstünde problem yok deniyor ama o da biraz teknik oynama ile öyle (bütün bankalar için geçerli, teknik detayı sonra anlatırım istersen), ikisinin birleşmesine pamuk YKB yide sürükler diye izin verilmedi bence, YKB nin % 42 si borsaya koteli ve çoğu yabancılarda. YKB yi içeri almaları çok zor...

BDDK ayni hatayi Demirbank olayinda da yapmis ve bankanin satilmasi icin HSBC ile 1,4 milyar dolara el sikisilmisken sonuc beklenmeden bankaya yine el konulmusdu.Sonra dan banka HSBC ye 350 milyon dolara satildi ve 1 milyar dolar bu fakir millete odetildi.
Butun bunlara cevap verilmesi ve kusurlu olanlar varsa hesap sorulmasi gerekmektedir.

HSBC demir ile el sıkışmamıştı 1,4 milyar dolar hiç bir zaman telaffuz edilmedi. demirbank devrolduğunda 800 trilyon zararı vardı....

Bugune kadar belli basli butun is adamlari turlu vesileler ve operasyonlar ile iceri alindi,iflas
ettirildi ve yok edildi.. Yolsuzluk molsuzluk laflarina da bakmayin ortada hic bir tutuklu adam kalmadi. Koc gurubu ve onun sozcusu durumundaki Dogan Medya gurubundan baska hemen hemen herkes badirelerin icine dusuruldu ve yok edilmeye calisiliyor.... Simdi de sira Dogan Medya gurubunun uzun zamandan beri ugrastigi Uzan gurubuna mi geldi acaba?... Peki Sabanci gurubuna ne zaman sira gelecek?..

Simdiye kadar Koc ve Dogan gurubunun beraberce ugrasarak yok ettirdikleri ve ettirmeye calistiklari kisi ve guruplari goz onune getirir ve siralarsaniz Turkiye de Koc dan baska hic kimseye hayat hakki taninmak istenmedigi gibi bir dusunceye kapilabilirsiniz...

koç ve doğan konusunda haklı, ancak çukurova grubunun problemli olduğu senelerdir biliniyordu, özellikle pamukbankın. İnterbank Cavit Çağlara satıldığında batıktı zaten. şu anda dengeleri değiştiren ne bilemiyorum. ama güllük gülistanlık bir durumda karanmehmeti yemediler malumu ilan ettiler yalnızca. Evet sırada uzanlar var ama onlarında malumu ilanı olacak yalnızca, bankalarda problem yok gibi gözüküyor ama borsadaki şirketlerinin içini boşaltıyor onlar da ve SPK bu konuda hiçbirşey yapmıyor. malum dengeler....

Onun icin ben bu islerden pis pis kokular
yukseldigini iddia ediyor ve bu durum muhalefet
partileri tarafindan sonuna kadar enine boyuna
arastirilmalidir diyorum....

Yasar Atilla Tosun

15.2

Geçtiğimiz yıl boyunca 11 Eylül sonrası gelişmeleri Dünya Sistemi dinamikleri, daha da özgül olarak, bir Hegemonya Krizi bağlamında yorumlamaya çalışmış, bunu yaparken de Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl kitabını kendime kılavuz edinmiştim. (Bu yorumları ve verilen kimi yanıtları içeren dosyayı, ilgilenenler benden doğrudan isteyebilirler.) Bu çerçevede, şimdilerde “Avrasya Seçeneği” diye adlandırılan, benim (Arrighi’yi ve belki Andre Gunder-Frank’ı izleyerek) “Uzakdoğu Hegemonyası” diye adlandırdığım seçenek çok önemli bir yer tutuyor.

Ancak tatil koşullarından ötürü elimin altındaki kaynak kısıtlı olduğundan (en başta da bir printer’ım olmadığından), Doğu Perinçek’in “Avrasya Seçeneği” yazısının listede kışkırttığı küçük ölçekli fırtına hakkında söz etmeyi önümüzdeki hafta başına erteleyerek, bugün Dünya Sistemi perspektifinin geçtiğimiz ay yaşanan Pamukbank krizine bir ışık düşürüp düşüremeyeceğini gözden geçirmeye çalışacağım.

15.2.1 Hatırlatmalar

Hatırlanacağı gibi, Arrighi 1973-94 yılları arasında yaşanan büyük buhranı (Kondratieff B evresini), 2015-20 yılları arası için öngörülen ve bir hegemonya devir-teslimi ile sonuçlanması beklenen (Batı’nın) nihai krizini haber veren bir “semptomatik kriz” olarak yorumluyordu. Gerçekten de, 1994’ü izleyen yıllarda dünya ticaret hacmi ve toplam üretim miktarı genişlemeye (yeni bir Kondratieff A evresi) başladığı halde, uluslararası sermayenin önemli bir bölümünün üretken yatırımlara yönelmektense, likid halde (“sıcak para” olarak) kaldığı, üretime yapılan sermaye yatırımlarının da beklenen getiriye (karlılık oranlarına) ulaşamadığı görülüyor.

Bu koşullarda likid sermayenin kendini yeniden değerlendirmek için başvurduğu en önemli biçimlerden biri, Üçüncü Dünya ülkelerinin siyasal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak verilen borçlardı. Ancak bu borçların ödenmesiyle ilgili olarak yaşanan krizlerle birlikte bu yolun önünün, bırakalım uzun vadeyi orta vadede bile tıkalı olduğu görüldü. Bu noktada devreye giren IMF/Dünya Bankası stratejileri, artık Üçüncü Dünya’nın geleneksel siyasal kadro ve yapılarının, uluslar arası sermayeyi de değerlendirecek bir şekilde borçlandırarak tahkim etmek hedefine değil, aksine, bu kadro ve yapıları es geçerek, hatta tasfiye ederek, cazibesini hala koruyabilen yerel iktisadi sektörleri doğrudan uluslar arası sermayenin denetime tabi kılmak hedefine yöneldi. (Bu bağlamda Türkiye’yi özellikle ilgilendiren çarpıcı bir tahlil için Huricihan İslamoğlu’nun Birikim’in son sayısında yayınlanan yazısına bakılabilir.)

Bu stratejilerin ilk dramatik kurbanı Arjantin oldu. Ancak aynı stratejinin diğer yüzü ise, kendisini olağan borçlanma yolu ile değerlendiremeyen likid sermayenin uzun vadeli sermaye birikimindense kısa vadeli getirilen vaadeden askeri yatırımlara yönelmesi oldu- bildik adıyla, günümüze egemen olan “küresel askerileşme” eğilimi...

15.2.2 Ertelenen Operasyon: Türkiye

Türkiye’nin iktisadi değil jeopolitik nedenlerden ötürü bir Arjantin olmasına izin verilmeyeceği ötenden beri biliniyordu. Ama diğer yandan, Türkiye’deki “Şubat krizi” ile sonuçlanan ve Şubat’ı izleyen stratejilerin hedefi, Arjantin’i bugünkü “kurban” konumuna düşüren stratejilerinkinden farklı değildi: Kestirmeden söyleyecek olursak, varlığını dışı borç (ve uyuşturucu ticaretinden elde edilen gelirler de dahil olmak üzere, sıcak para) sayesinde idame ettiren siyasal kadro ve yapıların tasfiye edilmesi... Kemal Derviş’in atanması, bu stratejinin açık-seçiklik kazanma sürecinin adımlarından biriydi sadece...

Ancak 11 Eylül’ün ardından Amerikan dış politikasına egemen olan “şahin” bakışın ve bu perspektifin Irak Operasyonu stratejisinin, IMF stratejileri üzerinde geçici bir fren etkisi yarattığını düşünüyorum. Geçen sonbaharda Irak’a operasyon henüz hala yakın gündemdeyken, ihtiyaç duyulan Türkiye desteği yüzünden, sorunlu olduğu daha o zamandan bilinen Pamukbank krizinin (belki ucu Yapı Kredi’ye de dokunduğundan) su yüzüne çıkmasının, “köprü geçerken süvari değiştirilmez” misali, özellikle ertelendiğini düşünüyorum.

Uluslar arası sermayenin belli başlı karar organları (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, G8 Zirveleri ve bilmediğim diğerleri) arasındaki bilgi ve karar alışverişlerinin nasıl seyrettiğini bilmiyorum. Yine de, Pamukbank krizinin Haziran başında toplanan G8 Zirvesi’nin hemen ardından patlak vermesinin tamamen rastlantısal olmadığını düşünmeden edemiyorum.

G8’in Şubat 2002 Zirvesinde AB’nin (Tony Blair dışında) Irak Operasyonu’na destek vermediği açıkça ortaya çıktı. İzleyen aylarda ABD Ortadoğu’da umduğu pasif de olsa desteği (ya da tahammülü) bile sağlayamadı. Bütün bunlar yine de ABD’yi Irak operasyonu konusunda yıldırmışa benzemiyor- ama herhalde farklı bir taktikle... Şimdilerde sözü edilen tarih 2003 başı ya da ilkbaharı. Bugünle o gün arasındaki süre Türkiye içindeki tasfiye derinleştirecek, bazı kolları bükecek ve yeni bazı karar ve himaye yapıları oluşturacak kadar uzun mu? Bütün bunların yeni alınan erken seçim kararı ile ilgisi ne? Yanıt, soru, öneri ve itirazlarınızı bekliyorum.

İskender Savaşır

0 yorum: