21 Ocak 2007 Pazar

21 Ocak: İdealler

“İdeallerini gerçek sanıp onlara kapılmak gençliğin hatasıdır, doğru; ancak idealleri gerçeklik testine tâbî tutup aşağılamak da yetişkinliğin hatası değil mi? İdealleri oldukları gibi, yani bir ideal olarak görebilecek olgunluğa erişmemiz mümkün değil mi?” (Şükrü Angın “Beyhude Hüzün, Biçare Melankoli. Orhan Pamuk’un Yazarlık Anlayışı”, Mesele 1, Ocak 2007).

Bu, Kant’ın durduğu yer değil mi? “İdea” Kant’ta düşünmeden edemediğimiz ama düşüncenin meşru sınırları içinde kaldığımız sürece de üzerine doğru/yanlış bir şey söyleyemeyeceği kavramlar (Tanrı, ölümsüzlük, özgürlük) için kullanılıyordu, yanlış hatırlamıyorsam.

Ancak idealar, düşüncenin kendi meşru sınırlarını içindeki hareketinde düzenleyici bir rol oynuyorlar mıydı (yoksa hiç mi rol oynamıyorlardı), hatırlamıyorum. İdeallere katlanmak durumunda mıyız yoksa onlardan yararlanmamız mı gerekiyor?

Aslında böyle bir yazı yazabilmek (böyle bir yazı yazmaya zaman ve imkânımın olmasını) isterdim: Neden Kant’ın durduğu yerde durulamadı? Neden düşünce Alman idealizmiyle birlikte, ideal olanın kendisini gerçekleştirebileceği (gerçek kılabileceği) vehmine kapıldı.

Tabii, bu soruyu böyle sormadan önce, herhalde Yargı Gücünün Eleştirisi ile hesaplaşmak gerekiyor. Kant’ın orada yaptığının, estetik olanı (ve belki organik olanı da) diğer fenomenlerden, ancak on(lar)da ideal bir boyut vehmederek (hayal ederek) ayrıdetmek olduğunu söylemek mümkün mü?

Eminim binlerce kez sorulup cevaplandırılmış sorular bunlar. (Mesela aklıma gelen bir yer: tabii yine yanlış hatırlamıyorsam, Charles Taylor’ın Hegel kitabındaki Hegel’in Kant eleştirileri). Olsun yine de sorulabilir, denenebilir- vakit ve imkân olsa…

İskender Savaşır

0 yorum:

16 Ocak 2007 Salı

16 Ocak: Kardeşlik

Kardeşliği (mesela Totem ve Tabu’ da Freud’un bile yaptığı gibi) dayanışma ihtiyacı ya da ortak bir geçmiş –suçluluk duygusu– gibi son kertede işlevsel bir kaynaktan türetmek sığı bir yaklaşımmış gibi geliyor bana...

Arkadaşlığı, dostluğu anlamak için, “lantecy” döneminin ve gençliğin –ve genel olarak, ego psikolojisinin– kazanımlarını küçümsemeyi bırakıp, bu kazanımları dürtülerin diliyle ilişkilendirerek yeniden kurmaya (ki, bu sonrtede “tarihsel psikanaliz” olacak) ihtiyacımız var. Oysa kardeşlik ilişkisini anlamak için klasik psikanallizin dilini daha iyi konuşmamız, özellikle de bu ilişkiyi narsizm öğretisi çerçevesinde düşünmemiz yeterli olabilir.

Hayalî olsun, gerçek olsun kardeşlik yitirilmiş bir tamlık, bütünlük imgesi üzerine kuruluymuş gibi görünüyor. Annenin sevgisi de dahil olmak üzere kıt kaynakları paylaşma zorululuğu bilincinden de, rekabetten de, kardeş kıskançlığından da önce gelen, hepsinden eski, ilkel ve güçlü bir imge bu...

Hayalî olsun, gerçek olsun kardeşlik yitirilmiş bir tamlık, bütünlük imgesi üzerine kuruluymuş gibi görünüyor. Kardeşim farklılığını, nesnelliği ile, yabancılığı ile, bir sınır teşkil etmesi ile duyuran bir özne olmadan önce, benim kendi ruhsal dürtülerimden, özellikle de onların terketmek,vazgeçmek zorunda kalmış olduğum bileşenlerinden hareketle inşa etmiş olduğum bir imge...

(Daha olgun (“yetişkin”) bir dille söyleyecek olursak, kardeşlik bilinci benliğimi inşa etmek için yararlandığım ruhsal malzemenin bir zamanlar sahip olduğum ve ilkece, her zaman yeniden ulaşabileceğim ruhsal malzemenin tamamı olmadığının bir ifadesi... Bütünlük ancak kardeşlik ilişkisi aşıldığında (ya da gerçeklik ileksinin tayin ettiği sınırlar içinde söyleyecek olursak) karşdeşler biraraya geldiğinde kurulabilecektir.

Bütün bunları niye yazıyorum?

Barcelona’dan döndükten sonra Açık Radyo’da yeni yıla Gotik müzik ve alt-kültürü üzerine bir program dizisi yaparak başlamaya karar verdim. (Neden? Bunun gerekçelerini, istenirse, başka bir notta saymaya ya da çözümlemeye çalışayım.) Okumaya başladığımın daha ikinci adımında Scott Walker, müziği ve hayalî kardeşleri ile tanıştım.

1 yorum:

6 Ocak 2007 Cumartesi

6 Ocak Dönerken

Uçağımız 3.5 saat sonra kalkıyor. Yüzüm, kısmen de olsa, İstanbul’a dönmüş olmalı ki, son bir iki gündür Açık Radyo’ya yapacağım programı düşünüyorum. Sagrada Familia üzerine daha yazmaya başlamadım. Anlaşılan bir süre daha onu “içimde taşıyacağım”; pek yerinde, pek uygun böylesi...

Açık Radyo programına gelince... İki seçenek var. Biri, bir süre önce başlayıp yarıda bıraktığım “pastoral” meselesine geri dönem ve vaad edip de yapmamış olduğum şeyi yapmak, İngilizlerle Fransızlar’ın “ulusal karakterler”ini karşılaştırmak.

İkincisi ise güncel (çağdaş) Gotik müzik üzerine bir şeyler yapmak. İkincisisini yapacağıma aşağı yukarı karar vermiş gibiyim.

0 yorum:

5 Ocak 2007 Cuma

5 Ocak: Gaudi

Barcelona’ya gelene kadar Gaudi üzerine çok fazla düşünmemiştim.Çok fazla sevmediğimi biliyordum; herhangi bir bakımdan örnek alacak ya da karşısında tavır alacak kadar beni heyecanlandırmamıştı. Dolayısıyla neden sevmediğim hakkında bir şey söyleyecek kadar da üzerine kafa yormamıştım. Etrafımda hakkında konuşulduğunda susmakla yetiniyordum.

Barcelona’da bu seçenek, yani Gaudi üzerine düşünmemek, neredeyse olanaksız. Şehir tamamen onun gölgesinde (ya da, ışığıyla aydınlanmış– nasıl isterseniz öyle deyin); her yerden size o sesleniyor.

Dolayısıyla işe Gaudi’nin ötedenberi bende uyandırdığı, neredeyse fizyolojik düzeydeki tepkileri daha yakından tanımaya, tahlildense tesbit etmeye, adlandırmaya çalışmakla başladım. Denizanalarına, kurbağalara, bazı sürüngenlere bakarken hissettiğiminkine benzer, çok düşük düzeyde de olsa, tiksintiyi andırır bir rahatsızlık, iç bulantısı... Rahatsızlığı değilse de bu tepkileri, çağrışımları Gaudi’yi sevenlerin de paylaşacağını biliyorum; okudukça, gördükçe Gaudi’nin kendisinin de bunları kasdetmiş olduğunu öğreniyordum. Ama benim için Gaudi’nin biçimleri (estetik çabası) yaratıklar karşısında duyduğum kendiliğinden rahatsızlığı arındırmıyor, bulantının daha düşük bir şiddette de olsa tekrarlanmasına yol açıyordu.

Gaudi’nin gördüğüm ilk binası, La Pedrera, bu izlenimleri değiştirmedi.

Bu tesbitler üzerine düşünmek, onları kavramsal düzeyde, akılyürütmelerle gerekçelendirmek elbette mümkün. Mesela Gaudi’nin ve onun uç noktasını temsil ettiği Art Deco’nun) Batı metafiziğine, estetiğine içkin olagelmiş bir dizi kutupsallık içinde, o güne kadar horlanagelmiş olan kutbu, eril olana karşı dişil, kadınsı olanı, aklın, ruhun soyutlayıcı gücüne, ileri doğru atılımına karşı, maddenin insanı doğal işlevlerine, demek ki kirliliğe ve son kertede ölümlülüğe doğru geri çeken muhafazkârlığını, ataletini bilinçli olarak ön plana çıkarmayı tercih ettiği, bu yüzden de, kendisi yurdunda modernista akımın sözcülerinden biri olarak görülüyor olsa da, akılcılığın donmuş kalıplarını ileriye doğru aşmayı hedefleyen esas modernist atılımın değil, modernlik bir karşısındaki gericiliğin bir ifadesi olarak görülmesi gerektiği söylenebilir.

Ama şu nokta önemli: Gaudi’yi sevmezliğim onu böyle okumuş olmamdan kaynaklanmıyordu– bu okuma (ya da kavramsal öykü) düşünülmemiş/düşünce-öncesi tepkilerimi meşrulaştırmak için başvurulabilecek bir sürü kavramsal öykülerden yalnızca biri... Bu tepkileri açıklayacak, daha psikoloji tınılı ve kendisini modernist projeyle özdeşleştirmeye çalışan bir sürü genç erkek tarafından paylaşılabilecek ve belki onları da açıklamaya katkıda bulunabilecek başka, daha psikanalitik öyküler de bulmak/kurmak mümkün.

Ama Gaudi’nin Barcelona’daki izlerini görmek, La Pedrera’yı gezmek bende yeni hikâyeler arama ihtiyacı kışkırtmadı. Sagrada Familia’yı daha görmemiştim.[1]


[1] Gaudi’nin çeşitli işlerinin suretlerinden yapılma kolajı http://akikouyou.free.fr/gaudi/gaudi.jpg adresinden aldım. Gaudi’nin kertenkelesine Barcelona’nın her yerinde, kahve fincalarında, altlıklarında, tablalarda rastlamak mümkün; ancak Net’te daha güzel bir resmini bulamadım. Gaudi hakkında şu adreste son derece kapsamlı bir site var- bunları yazarken henüz daha gözden geçirmemiştim. http://www.gaudiallgaudi.com/index.htm La Pedrera için bkz. http://www.gaudiallgaudi.com/AA009.htm

1 yorum:

2 Ocak 2007 Salı

2 Ocak: Kansas Havaalanı

Tabii, havaalanları hakkında söylediklerim, başka herhangi bir yer gibi, bir havaalanının da bir insanın hayatında estetiğe benzer bir değer kazanamayacağı anlamına gelmiyor.

Kendi hayatımdan aklıma gelen örnek, Kansas City havaalanı. Ama o da, bir havaalanının (hatta genel olarak, bir konaklama yerinin) ancak ontolojik bir boyutu da olan bir geçişe sahnelik ettiği takdirde, kişinin kendisi için estetiğe benzer bir önem kazanabileceğini kanıtlıyor gibi duruyor.

21 yaşında ilk kez ana ocağını terk ediyordum­­ – o zamana kadar hep karşıma bir tanıdıklık imzasıyla (güveni ve kasvetiyle) çıkan her şey geride kalmıştı. Cebimde 1000 dolar vardı ve ayda 220 dolarlık yarım bursumun bağlanıp bağlanmayacağından da henüz emin değildim.

Ama havaalanına vardığımda hissettiğim, korku, kendime güven ya da heyecan değildi. Londra’daki grevden ötürü New York’un Kennedy’i havaalanındaki bağlantılarımızı kaçırmıştık (uçakta tanıdığım biri Türk, biri Fin iki kızla beraber– onların kaçırdığı bağlantılar nereyeydi, hatırlamıyorum, benimki Kansas City’yeydi). Bir labirenti andıran koridorlar boyunca Chicago uçağını ararken Türk kızı durmadan ağlıyordu; Fin kız hiç konuşmadan bizi izliyordu– Türkçe ya da İngilizce konuşup konuşmadığını öğrenemeyecektim; Finlandıya’dan olduğunu söyledikten sonra bir daha konuşmamıştı. Elinde bir keman kutusu taşıyordu.

Kansas havaalanına indiğimde 20 küsur saattir uyumamıştım. Sanırım hafızada billurlaşan resimde, o resmin benim için estetik bir değer kazanmasında yorgunluğun da bir payı var. Artık varmıştım, yapacak bir şeyim kalmamış, kalmış olsa bile yapmaya takatim kalmamıştı.

Kahverengi tonlu camlardan içeri boca olan sonbahar ışığı, alanın tenhalığı, sessizliği, ferahlığı, hepsi birlikte beni buyur eden, daha şimdiden yatıştırmaya hazır bir kucak gibiydiler.

Kansas, daha sonraki iki yıl boyunca, havaalanında o öğledensonranın erken saatlerinin vaad ettiği her şeyi (heyecanı da güveni de, zafer duygusunu da yatışmayı da) bana verdi.

Ama, vermemiş olsaydı da, o sahne, hafızada billurlaşmış o resim, benim için taşıdığı estetik değeri yine de taşırdı gibi geliyor bana­­– belki daha seyrek çağırır, anardım o resmi, eşlik eden duygu daha buruk, daha kekre olabilirdi. Resmi, hafızada ona daha sonradan yapışmış çağrışımlardan, yeni anlamlardan elimden geldiğince arındırmaya çalışıyorum. Zaten bunlar, hafızadaki resmin kendisinin estetik değeriyle değil, taşıdığı anlamla, hatırlamaya eşlik eden duyguyla ilgili...

Nedir o halde bu “estetik değer” dediğim şey, diye sorulacak şimdi... “Estetik değer” tek bir kişi için varolabilen türden bir şey olabilir mi?

Tatilde cevaplanmaya kalkışılmayacak kadar iri sorular...

1 yorum:

1 Ocak 2007 Pazartesi

1 Ocak: İlk Gün

Brahms gibi Mozart’ın da 1 numaralı piyano sonatı (Kv 279) Do Majör tonundaymış. 1775’te 19 yaşındayken bestelemiş. Gerçi şimdi baktım, bestelediği ilk piyano sonatı değil, bize kalan en eski (erken) sonatmış. 1775’te, 19 yaşındayken bestelemiş. Acaba bu örnek Brahms’ın aklında mıydı, kendisi “birinci” diye yayınlayacağı sonatını Do Majör’de bestelerken?

Herneyse; yeni yılın ilk müziği bu sonat (Mozart) oldu. Öyle tasarlamamıştım ama hoş oldu...
Dün televizyonda gece boyunca Saddam’ın idam edilmesinin görüntüleri yayınlandı durdu. Artık neredeyse her gün (?) yazmaya başladığıma göre, şimdi bunun üzerine bir şey yazmamam, kayıtsız kaldığım anlamına mı geliyor?

Yazacak bir şeyim yok.

Evvelsi gün hayatımda ilk defa Gotik bir katedrale girdim. Tamamen farklı gerekçelerle de olsa, onun hakkında da, şimdilik, yazacak bir şeyim yok.

Assisi’yi ne zaman göreceğim acaba? Görecek miyim?

0 yorum: