9 Mayıs Helsinki İlk İzlenimler
İlk izlenimlerin barındırması kaçınılma olan haksızlıkla yazıyorum şimdi yazacaklarımı… Ama diğer yandan, ne zaman “ilk izlenimler” desem, çok uzun yıllar önce okumuş olduğum bir psikoloji araştırması geliyor aklıma. Araştırmanın metodolojisini falan hatırlamıyorum ama bulgularına göre, kişiler arası ilişkilerde ilk izlenimler, ilişki derinleştikçe değişiyor, farklılaşıyor ama aradan ‘yeterli’ zaman geçtikten sonra insanlar ilk izlenimlerine geri dönüyorlarmış. Hoş, benim Helsinki ile aramda o kadar vaktin olacağını sanmıyorum.
Şehre Pazar günü indik. Pazar gününün olağan kasveti ile de birleşince şehrin, hâlâ rahatsız etmeye devam eden ‘ölçek sorunu’ birleşince üzerimize bir ağırlık çöktü. Şehrin her yanına ama özellikle merkezine (tren istasyonu çevresine) 1930’ların devletçi (Stalinist, Nazi) estetiği egemen.
Şehrin her yanından görünen devasa Protestan Katedral (“Dom”) herhalde şimdiye kadar gördüğüm en çirkin, en şekilsiz, oransız binalardan biri…
İnsan kendini şöyle bir fanteziye kaptırıyor (en azından ben kendimi böyle bir fantezinin içinden düşünür buldum):
Bu şehri aslında başka bir ‘ırk’, ne bileyim ben mesela “troller” inşa etmiş. Sonra neden olduğu bilinmeyen gerekçelerle, kavgasız gürültüsüz çekip gitmişler; şimdi burada yaşayan (ve onlara, “trollere” nisbetle ‘cüce’ addedilmesi gereken) bir ırkın mensupları kendi inşa etmedikleri bu mekânda, bir dekorun içinde yaşar gibi barınıyorlar. (Fantastik olmayan, yaşanmış tarihte olayların tam olarak öyle seyretmediğini, II Dünya Savaşı sırasında bağımsız kalabilmiş üç beş Avrupa ülkesinden biri olan Finlandiya’nın bu bağımsızlığı Finlerin Almanlar’a ve Ruslar’a karşı sürdürdükleri, oldukça zorlu geçen bir mücadeleye borçlu olduklarını hayal meyal biliyorum.)
Ama şehirde ‘karaoke’nin bu kadar yaygın bir eğlence olmasını, bu bakımdan (“zalim”) bir eğretileme olarak okumak mümkün. Finler kendi belirlemedikleri, söylemedikleri, hatta belki oluşumuna bile katılmadıkları bir şarkıyı söyler gibi yaparak yaşıyorlar: Bağımsızlığın bedeli…
İnsanın başka Avrupa şehirlerinden alışkın olduğu gıcır gıcırlığın izi yok burada… Tozlu ve köhne… Lokantalarda kapkacak da öyle, sokaklar da, vitrinler de… Köhne, geçkin, salıverilmiş… Esas sorun her şeyin çok pahalı olması da değil; sanki paha ile albeni arasındaki bir ilişki kalmamış gibi…
Belki bu albenisizlik yüzlerde gördüğüm donuklukla da ilişkilidir. İnsanlar yalnızca malları değil kendilerini de pazarlamak, yabancıların gözüne açmak, orada bir değer kazanmak için bir gayret göstermiyorlar. Bakışlarında kışkırtıcılık ya da davetkârlıktan eser yok. Bu bakışın daha da ileri gitmiş bir halini bir zamanlar “drop out” diye nitelenen, hırssız insanların gözünde de görmüştüm. Bir zamanlar biraz imrenirdim; şimdi o kadar cazip gelmiyor.
Tabii bütün bunlar bir tüketicinin gözünden tutulmuş notlar. Ama insan bir turist olarak gezdiği bir şehirde ancak bu kadarını görebiliyor.
Tenha bir şehir… İlk nüfusun 200-250 bin civarında olduğunu tahmin etmiştim; 600 bine yakınmış. Anlaşılan geniş bir alana yayılmış, özellikle takımadalara… Şehirle “sayfiye”nin bu şekilde iç içe geçmesi “drop out” izlenimini derinleştiriyor. Herhalde herkes gibi onların da bir işleri güçleri vardır; sabahları işe gidenleri görüyorum ama yine de iş kavramını, disiplinini vitrinlerde gördüğüm mallarla, gördüğüm o bakışla bağdaştırmakta güçlük çekiyorum.
Tabii, bir de insanın içini sızlatan karşılaştırmalar var. Finlandiya nüfusunun %6’sının anadili İsveçce’ymiş. Finlandiya ise resmen çift dilli bir ülke… Helsinki’de sokak adları Fince ve İsveçce olmak üzere iki dilde yazılıyor.
Ama tabii, onların durumu farklı; kendilerinin de resmî belgelerinde telaffuz ettikleri gibi, Fince yabancılar için son derece zor, konuşuması ve anlaşılması son derece zor bir dil. Komşu ülkelerdeki dillerden (Estonca hariç) neredeyse hiçbiriyle aynı aileden değil; benim de doğrudan tanıklık edeceğim gibi, ‘tanıdık’ diğer dillere en ufak bir çağrışımları yok…
Tabii bir insan hakları konusundaki son derece zaaflı konumları var insanın içini sızlatan….
Şehre Pazar günü indik. Pazar gününün olağan kasveti ile de birleşince şehrin, hâlâ rahatsız etmeye devam eden ‘ölçek sorunu’ birleşince üzerimize bir ağırlık çöktü. Şehrin her yanına ama özellikle merkezine (tren istasyonu çevresine) 1930’ların devletçi (Stalinist, Nazi) estetiği egemen.
Şehrin her yanından görünen devasa Protestan Katedral (“Dom”) herhalde şimdiye kadar gördüğüm en çirkin, en şekilsiz, oransız binalardan biri…
İnsan kendini şöyle bir fanteziye kaptırıyor (en azından ben kendimi böyle bir fantezinin içinden düşünür buldum):
Bu şehri aslında başka bir ‘ırk’, ne bileyim ben mesela “troller” inşa etmiş. Sonra neden olduğu bilinmeyen gerekçelerle, kavgasız gürültüsüz çekip gitmişler; şimdi burada yaşayan (ve onlara, “trollere” nisbetle ‘cüce’ addedilmesi gereken) bir ırkın mensupları kendi inşa etmedikleri bu mekânda, bir dekorun içinde yaşar gibi barınıyorlar. (Fantastik olmayan, yaşanmış tarihte olayların tam olarak öyle seyretmediğini, II Dünya Savaşı sırasında bağımsız kalabilmiş üç beş Avrupa ülkesinden biri olan Finlandiya’nın bu bağımsızlığı Finlerin Almanlar’a ve Ruslar’a karşı sürdürdükleri, oldukça zorlu geçen bir mücadeleye borçlu olduklarını hayal meyal biliyorum.)
Ama şehirde ‘karaoke’nin bu kadar yaygın bir eğlence olmasını, bu bakımdan (“zalim”) bir eğretileme olarak okumak mümkün. Finler kendi belirlemedikleri, söylemedikleri, hatta belki oluşumuna bile katılmadıkları bir şarkıyı söyler gibi yaparak yaşıyorlar: Bağımsızlığın bedeli…
İnsanın başka Avrupa şehirlerinden alışkın olduğu gıcır gıcırlığın izi yok burada… Tozlu ve köhne… Lokantalarda kapkacak da öyle, sokaklar da, vitrinler de… Köhne, geçkin, salıverilmiş… Esas sorun her şeyin çok pahalı olması da değil; sanki paha ile albeni arasındaki bir ilişki kalmamış gibi…
Belki bu albenisizlik yüzlerde gördüğüm donuklukla da ilişkilidir. İnsanlar yalnızca malları değil kendilerini de pazarlamak, yabancıların gözüne açmak, orada bir değer kazanmak için bir gayret göstermiyorlar. Bakışlarında kışkırtıcılık ya da davetkârlıktan eser yok. Bu bakışın daha da ileri gitmiş bir halini bir zamanlar “drop out” diye nitelenen, hırssız insanların gözünde de görmüştüm. Bir zamanlar biraz imrenirdim; şimdi o kadar cazip gelmiyor.
Tabii bütün bunlar bir tüketicinin gözünden tutulmuş notlar. Ama insan bir turist olarak gezdiği bir şehirde ancak bu kadarını görebiliyor.
Tenha bir şehir… İlk nüfusun 200-250 bin civarında olduğunu tahmin etmiştim; 600 bine yakınmış. Anlaşılan geniş bir alana yayılmış, özellikle takımadalara… Şehirle “sayfiye”nin bu şekilde iç içe geçmesi “drop out” izlenimini derinleştiriyor. Herhalde herkes gibi onların da bir işleri güçleri vardır; sabahları işe gidenleri görüyorum ama yine de iş kavramını, disiplinini vitrinlerde gördüğüm mallarla, gördüğüm o bakışla bağdaştırmakta güçlük çekiyorum.
Tabii, bir de insanın içini sızlatan karşılaştırmalar var. Finlandiya nüfusunun %6’sının anadili İsveçce’ymiş. Finlandiya ise resmen çift dilli bir ülke… Helsinki’de sokak adları Fince ve İsveçce olmak üzere iki dilde yazılıyor.
Ama tabii, onların durumu farklı; kendilerinin de resmî belgelerinde telaffuz ettikleri gibi, Fince yabancılar için son derece zor, konuşuması ve anlaşılması son derece zor bir dil. Komşu ülkelerdeki dillerden (Estonca hariç) neredeyse hiçbiriyle aynı aileden değil; benim de doğrudan tanıklık edeceğim gibi, ‘tanıdık’ diğer dillere en ufak bir çağrışımları yok…
Tabii bir insan hakları konusundaki son derece zaaflı konumları var insanın içini sızlatan….
0 yorum:
Yorum Gönder