11 Mayıs Tanıtımlar ve Geçmişin İzleri
Bazı arkadaşlar bu blogun bir tanıtım, –yayın, müzik, video, sergi vb tanıtımı– amaçlı olarak da kullanılmasını istiyor. Bu doğrultuda ilki tanıtım, Ayşegül Denizci’den gelen tantımı genel olarak "hakkımızda" etiketi altında saklayacağım.
Aşağıda kasdını eksik ya da yanlış aktarmak pahasına Ayşegül Denizci'nin Arno Gruen’in Kendine İhanet (Çitlenbik Yayınları) kitabından hareketle yazdıklarından bir bölüm aktarıyorum:
"erkek olmak" modelini ,
bir kadın olan annelerinden
-ki ezilen ve kendilerini "zayıflık ve çaresizlik " duygularıyla dışa vuran kadınlardan öğenmeleridir.
bu durumda
oğul, annenin kahramanı olmalıdır.
Açıkçası benim tüylerimi ürperten bir öneri… Belki bir ara üzerine daha ayrıntılı olarak yazabilirim. Ya da daha iyisi, şimdiden üç beş yazmaya çalışayım: En zaından temel adalet (yani adaletin en kaba, ama en azından en nihaî ilkesi, eşitlik açısından) “oğlun annenin kahramanı olması” gerektiği ilkesi, hangi bakımdan “kadının erkeğin annesi olması” ilkesinden farklı? Tabii, bu iki talebin mükemmel bir şekilde örtüştüğü durumlar düşünmek mümkün. Baştan sona hiç izlemedim ama bildiğim kadarıyla Hitchcock’un Sapık’ta (“Psycho”) filmini yaptığı tam da böyle bir durumdu…
Sorun yalnızca adalet ya da eşitlik meselesi de değil… Annelerin oğullardan kahramanlık talebi, belki bütün kahramanlık taleplerinin ilk örneği ve kaynağı, yani tam da erkek şiddetinin oluştuğu yerdir.
Tabii, yanılıyor olabilirim. Belki de, Ayşegül Denizci’nin vaz ettiği tam tersidir; oğlunun “zayıflık” ve “çaresizliği” içinde kadınları /(anneyi) örnek almasıdır. (Her özddşim gibi bu özdeşim de çeşit çeşit tehlikelerle yüklü olsa da.) Gerçekten benim de, kadın hareketinin uzun vadeli etkisinin, bütünlenmeyi değil, kendi eksikliği, çaresizliği içinde durmayı deneyen bir öznelliğin oluşmasına yapacağı katkı olacağı…
Yine de… Sorun yalnızca kahraman arıyor olmak da değil… Psikanalizin dili ya da genel olarak karşılaştığımız nesnelerde, kişilerde, geçmiş nesnelerin izini arayan her dil, bizim tekrarlarla örülü doğal zamana aidiyetimizi, demek ki, ölüm içgüdüsünün ifadesi olan, “hastalıklı” yönümüzü araştırmaya çok daha yatkındır. Bir anlamda, bu dilden koptuğumuz ölçüde, öğrenme, ilerleme, olgunlaşma gibi ideallerin hükmü altındaki insanî zamanın örgüsüne katılabiliriz.
1 yorum:
Burada benim aklıma Alpay'ın Fabrika Kızı şarkısı düştü hemen. Özellikle
'Fabrikada tütün sarar sanki kendi içer gibi'
'Bir evi olsun ister bir de içmeyen kocası'
ve
'İhtiyar anası gibi kadınlığını bilemez'
dizelerinin kendisini derinden etkilemediği, tipik bir Türk ailesinde büyümüş ve yetişkinliğe geçiş dünemini yaşayan, çevresine duyarlı bir 'oğul'a rastlamadım sanırım. Annenin hayatından geçen yılların, onu esenliğe kavuşturmak hayalini imkansız kılmasının bu duyguların 'Fabrika Kızı' na yöneltilmesine kaynak olabileceğini düşünüyorum.
Bu anlamda oğulun, kendinden bir kahraman yaratma motivasyonu gerçekte annenin oğulda bir kahraman görme isteğinin oğuldaki karşılığı, yansıması olabilir diye düşünüyorum.
Burada öncül olarak annenin oğula giydirdiği 'kahramanlık' imgesi kabul edildiğinde, oğula uygulanan duygusal bir şiddetin varlığından bahsetmek gerekiyor. Ancak yaşamın anlamsızlığına, saçmalığına karşı duyulan varoluşsal acının, kendisini oğula, yaşamının amaçsızlığına bir çözüm şeklinde hissettirmesi, anne tarafından kendisine giydirilen 'kahramanlık' rolünün kabul edilmesi ile sonuçlanabilir. Öyle ki artık oğul çok soyut olan varoluşsal problemleri yerine daha somut ve dolayısıyla çözümü mümkün olan anneyi mutlu etme problemi ile uğraşmayı gönüllü kabul eder. 'Fabrika Kızı' da bu somut problemin potansiyel çözümüdür. Bu durumda iki taraflı bir anlaşma söz konusu olur ve annelerin, gördüğü fiziksel şiddetin oğula duygusal şiddet olarak aktarılmasındaki aracı olma suçu, şiddetin ilk kaynağı olarak kendisinin zanlı durumuna düşürülmesi açısından, aklanmış olur. Oğulun algılarının ve seçimlerinin şiddetin kaynağı ilan edilmesi ise zaten mümkün değildir.
Yorum Gönder