6 Mayıs Devrim Tartışması- Reformculuk, iktidar mücadelesi ve diğer kavramlar üzerine
Nizamettin Uygar’ın açtığı devrim kavramı tartışması üzerine bir şey yazmamış olmak bir süredir beni huzursuz ediyor. Demek, blog’un yazma açısından bir de böyle bir işlevi var: yeni bir ‘müşevvik’, bir basınç ve, ne yalan söylemeli, bir sıkıntı kaynağı...
Nizam’ın yazısını takip etmek kolay değil. “Devrim’den bahsederken hangi varluş düzlemine işaret ediyor? Geleneksel olarak anladığımız şekliyle siyasal bir proje olmadığı aşikârmış gibi gözüküyor. Bir kimliğin ifadesi mi? Ya da belki de hayat karşısındaki bir tavrın, bir duruşun? Kendi deyişiyle “bir pratik, bir süreç” olarak devrim...?
Yazmaya tarihsel öncüllerden hareketle, dünya savaşları konjontürünün miraslarından biri olarak değerlendirdiğim “devrimcilik-reformizm” ayrışmasını ne kadar tehlikeli bulduğumu söylerek başlayacaktım ki, daha bu noktada tereddüde düştüğümü farkettim. Gerçekten öyle mi? “Devrimcilik” ve “reformizm” belirli tarihsel koşulların yarattığı ve artık miyadını doldurmuş, işlevselliklerini yitirmenin ötesinde ufuk kapayan birer adlandırmadan mı ibaretler?
Yoksa iki birbirine ingirnemez ruhsal dinamiklerin ihityaç ya da taleplerinden kaynaklanan farklı duruşlar mı? Bu yönleriyle içinde adlandırıldıkları tarihsel konjonktürleri aşan, daha kalıcı, istikrarlı, inatçı (hayır, “evrensel” demeyeceğim) yapıları mı ifade ediyorlar?
Reformist duruşun temelinde yattığını düşündüğüm adalet talebini kavramsal düzeyde açık-seçikliğe kavuşturmak güç olsa da (Platon’un Devlet’ini okumuş olmak gerekmiyor “adalet” kavramını tanımlamanın güç olduğunu kestirmek için), verili bir durumda olan bitenin, yapılanların adil olmup olmadığına karar vermek, üstelik bu konuda bir fikirbirliğie varmak da o kadar güç değildi. Dolayısıyla adalet talebinin (ve ex hypothesi reformist duruşun) kaynaklık ettiği davranış tarzını üç aşağı beş yukarı kestirebiliyoruz:
Reformist olmak demek, okul-aile birliği toplantılarına, toplu sözleşme görüşmelerine, parti içi mücadelelere, seçim propagandalarına ya da bürokratik ayak oyularına katılmaya gönül indirmek, bütün bu alanlarda mevzi kazanak üzere iktidar mücadelesinin kirine pasına bulanmak demek. (Konu ilgi çekiyorsa, Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanı’na da bakılabilir, Sartre’ın Kirli Eller’ine de...)
Devrimci duruşa gelince... Bugüne kadar (benimsediğim zamanlarda benimki de dahil olmak üzere) tanıdığım örnekleri, son kertede romantizm kaynaklı bir aşkınlık talebi ile ilişkiliymiş gibi duruyor. Bu bakımdan da, Derrida’nın kavramı kullandığı metinlerini okumamış olmakla birlikte, Umut Özkanas’ın kullandığı imkansızın deneyimi bana tanıdık gelen şeyler çağrıştırıyor. (bilenlere buradan sorayım: “imkansızlık deneyimi” Lacan’ın jouissance talebi ile ilişkilendirilerek anlaşılabilir mi?)
Bütün bunlar devrimcilikle arama koyduğum mesafeyi gerekçelendirmek için benim aklıma gelen çağrışımlar, başvurduğum mülahazalarla... Açıkçası, Nizam’ın yazdıkları bu çağrışım-mülahazalarda ifadesini bulan endişeyi yatıştırmıyor. İktidardan uzaklaşma”ya “cüret” gibi buram buram ahlakçılık kokan bir niteleme eklemekle ne kazanıyoruz. (“Cüret” edemeyen, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar” ne yapacak?)
“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” bana oldukça dayanıksız bir ütopya dışında bir şey çağrıştırmıyor. Diğer yandan hangi kavramsal çerçevenin bir yandan böylesi bir deyyişe başvururken, diğer yandan antagonizmadan bahsetmeyi mümkün kıldığına aşina değilim.
Bütün bunların, yanı zaman bizim tekbaşına “iktidar” kavramı ile kuşatmaya çalıştığımız değişik olgular için yeni kavramsallaştırmalar öneren Spinoza’dan Negri’ye uzanan bir düşünce çizgisi ile ilişkili olduğunu duymuşluğum var– ama galiba hepsi o kadar...
Bulanık da olsa sezgilerim de yok değil Nizam’In “kurucu güç”le ne kasdediyor olabileceği hakkında, ama galiba Nizam’ın kullandığı temel kavramlar konusunda daha açıklayıcı olmasına ihtiyacım var.
0 yorum:
Yorum Gönder