Uzakdoğu'dan Ortadoğu'ya İrfan Kültürü2b
Genlerle İz Sürme
Geçmişe ulaşmanın birinci şartı, bunu yapabilmemizi sağlayacak araçların olmasıdır. Bu araçların ilk başında metinler vardır. Metinlerle ilgili en önemli sorun, yazı öncesi döneme gitmemeleridir. Bu noktada arkeoloji devreye girmiştir ama bu da medeniyetin, yani eşyalı yaşamın ortaya çıktığı dönemden öncesine gitmez. Eşya yoksa arkeoloji de yoktur. Medeniyet öncesi toplulukların arkeolojisi de gayet sınırlıdır. Bir başka araç da genetiktir. Bu da aslında çok fazla bilgi sunmaz. Geçmişteki grupların kültürel içerikleri hakkında bir şey söylemese de, bizi insan gruplarının izledikleri yollar hakkında aydınlatabilmektedir. Genlerle yapılan bu göç çalışmalarının herhalde en önemli katkısı günümüzdeki etnik söylemlerin sorgulanmasını getirmesidir. Bu sayede bugün bulundukları yerlerde yaşayan toplulukların nerelerden geldikleri hakkında çok daha sağlam söylemler üretmek mümkün olabilmektedir.
İlk olarak genler sayesinde iz sürmenin nasıl gerçekleştirildiği konusuna girmek gerekiyor.
Genler üzerinden iz sürmede kuramsal olarak tüm genler kullanılabilir ama soyların izini sürmede önemli olan değişmeyeni bulup çıkartmak olduğundan, bu tür araştırmalarda en çok y-kromozomu ve mitokodriyal DNA’ya başvurulmaktadır. Sadece erkekte bulunan y-kromozomu soyların izini babadan oğla sürmeyi mümkün kılmaktadır. Anneden çocuklarına geçen ama sadece kadınların aktarabildiği mitokondriyal DNA da anneden kıza soy takibine izin vermektedir.
Bu süreci kavrayabilmek için ilk önce haplotip, haplogrup gibi terimlerden ne anlaşılması gerektiğini kavramamız gerekmektedir.
Bilindiği gibi, Y-kromozomu erkekliği harekete geçiren kromozomdur. Bu kromozomun içinde bulunan DNA’nın en büyük özelliği bölünmeye uğramamasıdır. Babadan oğla olduğu gibi aktarılır. Y-kromozomunda bulunan DNA’nın büyük kısmı işlevsizdir, insan bedeninin inşasında bir rolü yoktur. DNA’yı açıp yaydığımızda A G A C G A T C T G T A C C T C T şeklinde giden bir zincir çıkar ortaya. Adenin, guamin, timin gibi bazlara karşılık gelen bu harfler kendilerini belli gruplar şeklinde tekrar eder.
CTGTCTGTCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTGCC
Burada TCTA dokuz kez tekrar edilmektedir. Genelde bu tekrarlar hatasız bir şekilde babadan oğla nakledilir. Fakat nadiren de olsa mutasyonlar gerçekleşir ve bu tekrarlar bir sonraki nesle bir fazla veya bir eksik olarak nakledilir. Bu tür birçok tekrar eden parça vardır. Bunlara bakarak bir erkeğin hangi erkeklerle aynı gruptan geldiği tespit edilebilir. Bu parçalara dayanarak yapılan analizler sonucunda çıkan “kimlik kartına” haplotip deniyor.
Bu mutasyonların son derece nadiren gerçekleşiyor olması, haplotipler bazında bölgesel bir çeşitliliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunlara haplogruplar denir. Bu haplogrupların gerçekleştirdikleri yer değiştirmeler izlenerek insanların nereden nereye gittikleri izlenebilir ve en önemlisi de nereden geldikleri tespit edilebilir. Fakat bundan geçmişteki tüm yer değişikliklerini tespit edebileceğimiz sonucu çıkartılmamalı. Çünkü bazı genetik varyasyonlar (mutasyonlar) zaman içinde kaybolarak bize ulaşmamıştır. Bu da genlerin bile tüm öyküyü veremediklerini göstermektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi çok az rastlansa da mutasyonlar vardır. Bu mutasyonların ne tür bir istatistiksel sıklıkla karşımıza çıktıklarını konusunda bir fikir birliğine varılmıştır. Her ne kadar bu hesaplamalarda bir hata payı elbette varsa da, mutasyonların yaklaşık olarak ne zaman gerçekleştikleri tespit edilebilmektedir. Böylece çeşitli grupların ne zaman ortaya çıktıkları saptanabilmektedir. Bu haplogrupların hangi kültürlere karşılık geldiklerini söylemek tabii ki mümkün değildir. Üstelik aynı haplogrubun içinde onlarca farklı kültürel grup var olmuş olabilir. Haplogruplar akrabalık ilişkilerine işaret etmekle beraber, tüm bu akraba bireylerin aynı kültürel gruplar içinde yaşadıklarını getirmemektedir. Ayrıca bu haplogrpların bugünün etnik kimliklerine karşılık geldiklerini de düşünmemeliyiz. Bugünün etnik kimlikleri hâlâ çok yenidir. Mutasyonlar bölgelere göre ayrıldıklarından, bugün var olan grupların nereden geldiklerini anlayabiliyoruz. Aynı haplogrubun içinde birden fazla kültür söz konusu olabilirse de, neticede bu grupların her biri ortak bir kökene gitmektedir. Yani hepsi ortak bir kültürden gelmiştir. Kültürel anlamda bir akrabalık elbette söz konusudur ama diğer yandan bu akrabalığın hangi noktadan sonra artık akrabalık olarak kabul edilemeyeceğini de düşünmemiz gerekmektedir: Beş nesil veya on beş nesil.
Haplogruplar bağlamında bahsettiğimiz bu mutasyonlar doğal ayıklanmaya tabi değildir. Ortaya çıkış nedenleri tamamen rastlantısaldır ve bu yüzden de istatistiksel kurallara dayanan süreçlere tabidirler. Bu da varyasyonların toplum içindeki oranlarının zamanla %100’e ulaşacaklarını veya yok olacaklarını getirir. Yani kuramsal olarak sonunda tek bir varyasyon tüm toplumu kaplayacaktır. Fakat bu süreç çeşitlilik gösteren toplumlarda çok yavaş gelişir. Diğer yandan belli bir büyüklüğe erişmiş bazı haplotipler dışarıdan gelen göçleri içlerinde eritebilirler. On milyonluk bir nüfusa sahip bir yere 100.000 kişilik bir topluluğun göç etmesi oranın genetik çeşitliliğinde büyük bir değişiklik yaratmaz. Ama bunu tam tersi durumlarda, yani çok ufak gruplarda veya çok az çeşitlilik gösteren topluluklarda bu yüzden önemli hatalar ortaya çıkabilir. İstatistiksel olarak bazı varyasyonlar tamamen rastlantısal nedenlerden ötürü büyük oranlara ulaşarak o topluluğun geçmişi hakkında çok yanlış sonuca ulaşılmasını getirebilir. Genetik çalışmalarda bu noktaya dikkat edilmesi gerekmektedir.
Genetik çalışmalar ancak inceledikleri dönemin durumunu sunabilirler. Bugün Türkiye üzerine yapılan genetik çalışmalar ancak bugünkü genetik yapıyı sunar, bundan bin yıl öncesinin yapısını değil. Bundan bin yıl önce Oğuz toplulukları Anadolu’ya geldiğinde var olmuş genetik yapı hakkında bir şey söyleyemeyiz. Bununla beraber, bugün bu topraklarda var olan genetik yapının ne kadarının Orta Asya’dan gelen haplotiplerden oluştuğunu tespit edebiliriz. Burada da belli bir hata payı söz konusudur. Örneğin bu satırların yazarının atalarının Orta Asya’dan geldiğini var sayalım. Bu Orta Asya’dan gelen soyun tespit edilebilmesi için bu ilk atadan bugüne kadar aralıksız bir baba oğul zinciri olması gerekmektedir. Eğer o zincir bir yerlerde kırıldıysa, Orta Asya genleri görülemeyecektir. Bu sorunun olumsuz etkilerini ortadan kaldırmanın iki yolu vardır. Elden geldiğince geniş grupların test edilmesi bir çözümdür. Bu çalışmalardan çıkan sonuçların birikiyor olmaları zaten bu konuda epey geniş veri tabanlarının oluşmasını getirecektir. İkinci yolsa diğer genlerdir. Diğer genler üzerinde çalışmak çok daha zor olmasına rağmen olanaksız değildir. Kız çocuğu annesinden gelen mitokondriyal DNA’yı kendi çocuklarına aktarırken, babasından aldığı diğer genleri de aktarmaktadır ve bu genlerin bir kısmının hangi bölgelerde ortaya çıktıkları bilinmektedir. Bu yüzden Orta Asya bağlantısı ve diğer bağlantılar hiçbir zaman kaybolmayacaktır. Üstelik bu diğer genler doğal ayıklanma sürecine tabi olduklarından, istatistiksel süreçlerden de bağımsızdırlar ama tabi doğal ayıklanmadan ötürü zamanla kaybolabilirler de. Toparlayacak olursak, bir insanda Orta Asya genlerinin tespit edilmesi o insanın kesinlikle Orta Asya bağlantısı olduğunu gösterirken, tespit edilmemesi kesinlikle olmadığını göstermeyebilir. Örneğin bir insanın kökeni otuz beş bin yıl önce Anadolu’da başlamış ve daha sonra bin yıl önce bir Orta Asya kökenli birey bu aileye karışmış olabilir. Bunların tümünün tespit edilebilmesi şu anki gelişmişlik düzeyiyle genetik çalışmaların bile altından kalkamayacakları bir durumdur.
Göç fenomeni tarihsel anlatılarda önemli bir yer teşkil eder. İnsan grupları sürekli yer değiştirmiş ve gittikleri yerlerde farklı gruplarla karışmıştır. Çoğu kez bu yer değiştirmeler yeni gelenlerin eskilerinin yerini aldığı şeklinde anlatılsa da, burada dikkat edilmesi gereken önemli bir mesele vardır: Oranlar. Eğer yeni gelenler çok kalabalık bir yere gelmişlerse, buradaki etkileri ne kadar olacaktır? Genellikle üzerinde durulmayan konu budur. Bu yeni gelenler geldikleri yerdeki dili değiştirebilirler ve bu çoğu kez oradaki halkın tamamen değiştiği şeklinde yorumlanmıştır. Genetik çalışmalar her şeyden önce bunun her zaman doğru olmadığını göstermiştir. Yeni gelenler çoğu kez süratle iktidarı ele geçirdiklerinden kendi dillerini kabul ettirmişlerdir; yoksa eski dili veya dilleri konuşanlar ortadan kalktıklarından değil. Bir diğer nokta da dil değişiminin her zaman bir kültür değişimi olarak algılanmaması gerektiğidir. Dil bir araçtır. Aynı kültür farklı dilleri de kullanabilir ki, bunun en bariz örneği on dokuzuncu yüzyılda Türkçe konuşan ve hatta kendi dillerini tamamen unutmuş Ermeni ve Rum toplulukların Anadolu’da var olmuş olmasıdır. Bu yüzden geçmişte var olmuş bu göçlerin genetik çalışmalar ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir. Örneğin on birinci yüzyılda Anadolu’ya gelmiş Oğuz gruplarının etkisini bugünün genetik yapısında baskın genetik unsurlardan biri olarak göremiyorsak, bunun üç açıklaması vardır: (1) Çok az insan gelmiştir (2) Daha sonra farklı göçler olmuştur (3) Anadolu’da yaşayanlarla Orta Asya’da yaşayanlar aynı topluluktan gelmektedir. Üçüncü şıkkın doğru olabilmesi için bu göçten sonra Orta Asya’ya farklı gruplar geldiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü bugünün Anadolu’suyla Orta Asya’sı benzer değildirler; var olan haplogrupların dağılımları farklıdır.
Anadolu’nun bugün sunduğu genetik yapıya baktığımızda karşımıza ilginç bir tablo çıkmaktadır. İncelememizi hem babadan gelen Y-kromozomu hem de anneden gelen mitokondriyal DNA üzerinden yapacağız. Y-kromozomu çalışmalarına baktığımızda çıkan sonuç Cinnioğlu et al’ın[1] çalışmasına göre, Türkiye’de bugün var olan Y kromozomlarında görülen çeşitliliğin 52 farklı haplogrup şeklinde geldiğidir. Bunların arasında başlıca haplogruplar (E3B, G, I, J, L, N, K2 ve R1: %94.1) Avrupa ve komşu Ortadoğu gruplarıyla paylaşılanlardır. Çok daha küçük paylardakilerse Orta Asya (C, Q, O: %3.4), Hindistan (H, R2: %1.5) ve Afrika (A, E3, E3a: %1) gruplarıyla bağlantılı olanlardır. Hem Y-kromozom hem de mitokondriyal DNA üzerinden giden di Benedetto et al’a göreyse, Anadolu genlerinin içindeki Orta Asya katkısı yaklaşık olarak %30 civarındadır. Bu çalışma bu katkının ya bir anda olduğunu ya da her 40 nesilde %1 olacak şekilde gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Mergen, Öner ve Öner’in mitokondriyal DNA çalışması 6 ana küme (H, J, T, M, U, W) çıkartmıştır.
Bu sonuçlar üzerine ufak bir tartışma yapacak olursak, bu çalışmanın en yüksek orandaki iki kümesinden biri olan H, aynı zamanda Avrupa’da da en sık rastlanan haplogruptur. En yüksek oranlara batı ve kuzey Avrupa’da ulaşan bu haplogrup, Yakındoğu ve kuzey Afrika’da da yaygındır. Ayrıca kuzey Hindistan ve Yakutlar’ın arasında da tespit edilmiştir. H haplogrubunun kökeninin Yakındoğu olduğu düşünülmektedir. Bu tabloda ikinci büyük küme olan U haplogrubunun yaşı 51000 ile 67000 arasındadır. Ortaya çıktığı yerin Avrupa veya Yakındoğu olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmayı özetleyecek olursak Avrupa’ya özgü haplogrupların oranı (H, J, T, W) %43.9’ken Asya’ya özgü M kümesinin oranı %10.6’dır.
Başka bir çalışmada daha farklı bir bakış açısı sunulmaktadır.[2] Bu çalışmada Türk, Gürcü, Oset ve Ermeni grupları karşılaştırılmıştır. Burada Asya kökenli haplogrubun oranının Türkiye için %4.1 olduğu görülmektedir. Diğer yandan Keyser-Tracqui’nin 2000 yıllık bir Hsiung-nu dönemi mezarlığı üzerine yaptığı çalışma buradan çıkan bazı mitokondriyal DNA dizilerinin Anadolu üzerine yapılmış diğer çalışmalarda rastlanmış dizilere benzediğini göstermiştir. Bu çalışmalardan iki sonuç çıkmaktadır: (1) Anadolu ile 2000 yıl öncesi Hsiung-nu dönemine kadar giden bir ilişki kurmak mümkündür. (2) Bu konuyla ilgili çalışmaların verdiği oranlar değişiyor olmasına rağmen, günümüzde Anadolu’da var olan genetik yapının büyük kısmı Orta Asya kökenli değildir.
Bu konuyla ilgili olarak bir de Cavalli-Sforza’nın çalışmasına dayanarak Anadolu’da yaşayan insanlarla bazı topluluklar arasındaki genetik uzaklıklara (veya yakınlıklara) bakalım. Genetik uzaklığı, belli bir karşılaştırma için seçilmiş genlerin iki farklı toplulukta var olan oranları arasındaki uzaklık olarak tanımlayabiliriz.
Burada sunulan tablolar Cavalli-Sforza’nın kitabında sunduğu tablolardan sadece konumuzu ilgilendiren grupların alınmasıyla oluşturulmuştur. İlk tablo 42 topluluktan ibaret bir karşılaştırmadan geliyor.[i] Burada ayrı bir topluluk olarak Türkiye olmamasına rağmen (diğer tablolarda vardır), Yakındoğu olarak adlandırılmış bir kategori bulunmaktadır. Buna ek olarak aynı tabloda Kuzey Türki (Sibirya) ve Moğol-Tunguz kategorileri de vardır. Ayrıca daha farklı karşılaştırmalar için aynı tablodan alınmış Hint, İran, Yunan, İtalyan ve İngiliz kategorileri de aşağıda hazırlanmış çizelgeye eklenmiştir. Böylece şöyle bir çizelge ortaya çıkmıştır:
K.Türki - Moğ.Tun. - Hint - İran - Yunan - İtalyan - İngiliz
Yakındoğu 710 827 229 158 129 208 236
Bu çizelgeyi genetik uzaklıkları küçükten büyüğe doğru tekrar düzenlersek:
Yunan - İran - İtalyan - Hint - İngiliz - K.Türkik - Moğ.Tun.
Yakındoğu 129 158 208 229 236 710 827
Bu çalışmada Kuzey Türki olarak adlandırılmış kategorinin genetik açıdan en iyi bilinen temsilcileri güney Sibirya’da Moğolistan’ın kuzeybatısındaki Tuva, orta Sibirya’nın kuzeyindeki Yakut, günümüzde Ngansanlara yakın yaşayan (Tamir yarımadası) Dolgan ve Moğolistan’ın batısında Rusya ve Çin sınırında yaşayan Altay toplulukları olarak belirtilmiştir. Farklı bir bakış açısı elde etmek için Kuzey Türki topluluklarının en yakın oldukları topluluklarla Moğollara olan uzaklıklarına bakallım[ii].
Norveç Lap - İsveç Lap - ABD Eskimo - Moğ.Tun. - Kuzey Na-Dene
K.Türki 402 533 686 689 1157
Burada Kuzey Na-Dene olarak belirtilmiş grup ABD Eskimolarına komşu bir Amerika grubudur. Bu grup K. Türkilerle Amerika arasındaki ilişkiyi göstermek için dahil edilmiştir. Na-Dene ABD Eskimolarından çok daha eski bir gruptur. Kuzey Türkiler genetik açıdan Laplara daha yakın gözükmektedir.
Bir de Türk (Türkiye) olarak adlandırılmış grubun diğer Türk dili gruplarıyla başka bir tabloda gösterilmiş ilişkisine bakalım. Aşağıdaki çizelgeye Kuzey Çin, Güney Çin, Tibet ve Kore de eklenmiştir.[iii]
-------Doğu Özbek - Altay - Tuva - Yakut - Türkmen - Kuzey Çin - Güney Çin - Tibet - Kore
Türk 167 - 453 - 636 - 735 - 104 - 421 - 1084 - 620 - 794
Yakınlık sırasına göre yeniden düzenlediğimizde:
Türkmen - Doğu Özbek - Kuzey Çin - Altay - Tibet - Tuva - Yakut - Kore - Güney Çin
Türk 104 167 421 453 620 636 735 794 1084
Türkler (çalışmada kastedilen Türkiye Türkleri) Tuva, Altay, Yakut gibi diğer Türk dili konuşan topluluklardan epey uzak gözükmektedir.
Gelelim Batı Asya topluluklarına:[iv]
İran - Kürt - Ermeni - Kuzey Kafkas - Süryani - Bedevi - Dürzi - Irak - Ürdün - Lübnan
Türk 75 114 200 279 99 397 78 112 77 157
Yakınlık sırasına göre yeniden düzenlediğimizde:
İran - Ürdün - Dürzi - Süryani - Irak - Kürt - Lübnan - Ermeni - Kuzey Kafkas - Bedevi
Türk 75 77 78 99 112 114 157 200 279 397
İlk başta bahsedilen dünya tablosuna geri dönüp İran ile Yunanistan arasındaki ilişkiye baktığımızda bu ikisi arasındaki mesafenin 70 olduğunu görüyoruz. Türkiye İran arasındaki genetik mesafeyse 75’tir. Bu hesapların içerdiği hata paylarına bakacak olursak, birincininki 16 ikincininkiyse 4 olarak verilmiştir. Yani bu üç grup birbirine çok yakındır. Yalnız burada Türk olarak adlandırdığımız gruba dikkat etmemiz gerekiyor. Bu grubun içindeki Orta Asya Türk katkısı aslında az. Türk olarak adlandırılan grubu Anadolu topluluklarıyla Orta Asya’dan gelmiş olanların bir karışımı şeklinde düşünmemiz gerekmektedir.
[1] Cinnioğlu et al., Excavating Y-chromosome haplotype strata in Anatolia, 2003.
[2] Tambets et al, The topology of the maternal lineages of the Anatolian and Trans-Caucasus Populations and the peopling of Europe: Some Preliminary Considerations
[i] Cavalli-Sforza, 75.
[ii] age., 228.
[iii] age., 230.
[iv] age., 244.
Geçmişe ulaşmanın birinci şartı, bunu yapabilmemizi sağlayacak araçların olmasıdır. Bu araçların ilk başında metinler vardır. Metinlerle ilgili en önemli sorun, yazı öncesi döneme gitmemeleridir. Bu noktada arkeoloji devreye girmiştir ama bu da medeniyetin, yani eşyalı yaşamın ortaya çıktığı dönemden öncesine gitmez. Eşya yoksa arkeoloji de yoktur. Medeniyet öncesi toplulukların arkeolojisi de gayet sınırlıdır. Bir başka araç da genetiktir. Bu da aslında çok fazla bilgi sunmaz. Geçmişteki grupların kültürel içerikleri hakkında bir şey söylemese de, bizi insan gruplarının izledikleri yollar hakkında aydınlatabilmektedir. Genlerle yapılan bu göç çalışmalarının herhalde en önemli katkısı günümüzdeki etnik söylemlerin sorgulanmasını getirmesidir. Bu sayede bugün bulundukları yerlerde yaşayan toplulukların nerelerden geldikleri hakkında çok daha sağlam söylemler üretmek mümkün olabilmektedir.
İlk olarak genler sayesinde iz sürmenin nasıl gerçekleştirildiği konusuna girmek gerekiyor.
Genler üzerinden iz sürmede kuramsal olarak tüm genler kullanılabilir ama soyların izini sürmede önemli olan değişmeyeni bulup çıkartmak olduğundan, bu tür araştırmalarda en çok y-kromozomu ve mitokodriyal DNA’ya başvurulmaktadır. Sadece erkekte bulunan y-kromozomu soyların izini babadan oğla sürmeyi mümkün kılmaktadır. Anneden çocuklarına geçen ama sadece kadınların aktarabildiği mitokondriyal DNA da anneden kıza soy takibine izin vermektedir.
Bu süreci kavrayabilmek için ilk önce haplotip, haplogrup gibi terimlerden ne anlaşılması gerektiğini kavramamız gerekmektedir.
Bilindiği gibi, Y-kromozomu erkekliği harekete geçiren kromozomdur. Bu kromozomun içinde bulunan DNA’nın en büyük özelliği bölünmeye uğramamasıdır. Babadan oğla olduğu gibi aktarılır. Y-kromozomunda bulunan DNA’nın büyük kısmı işlevsizdir, insan bedeninin inşasında bir rolü yoktur. DNA’yı açıp yaydığımızda A G A C G A T C T G T A C C T C T şeklinde giden bir zincir çıkar ortaya. Adenin, guamin, timin gibi bazlara karşılık gelen bu harfler kendilerini belli gruplar şeklinde tekrar eder.
CTGTCTGTCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTATCTGCC
Burada TCTA dokuz kez tekrar edilmektedir. Genelde bu tekrarlar hatasız bir şekilde babadan oğla nakledilir. Fakat nadiren de olsa mutasyonlar gerçekleşir ve bu tekrarlar bir sonraki nesle bir fazla veya bir eksik olarak nakledilir. Bu tür birçok tekrar eden parça vardır. Bunlara bakarak bir erkeğin hangi erkeklerle aynı gruptan geldiği tespit edilebilir. Bu parçalara dayanarak yapılan analizler sonucunda çıkan “kimlik kartına” haplotip deniyor.
Bu mutasyonların son derece nadiren gerçekleşiyor olması, haplotipler bazında bölgesel bir çeşitliliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunlara haplogruplar denir. Bu haplogrupların gerçekleştirdikleri yer değiştirmeler izlenerek insanların nereden nereye gittikleri izlenebilir ve en önemlisi de nereden geldikleri tespit edilebilir. Fakat bundan geçmişteki tüm yer değişikliklerini tespit edebileceğimiz sonucu çıkartılmamalı. Çünkü bazı genetik varyasyonlar (mutasyonlar) zaman içinde kaybolarak bize ulaşmamıştır. Bu da genlerin bile tüm öyküyü veremediklerini göstermektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi çok az rastlansa da mutasyonlar vardır. Bu mutasyonların ne tür bir istatistiksel sıklıkla karşımıza çıktıklarını konusunda bir fikir birliğine varılmıştır. Her ne kadar bu hesaplamalarda bir hata payı elbette varsa da, mutasyonların yaklaşık olarak ne zaman gerçekleştikleri tespit edilebilmektedir. Böylece çeşitli grupların ne zaman ortaya çıktıkları saptanabilmektedir. Bu haplogrupların hangi kültürlere karşılık geldiklerini söylemek tabii ki mümkün değildir. Üstelik aynı haplogrubun içinde onlarca farklı kültürel grup var olmuş olabilir. Haplogruplar akrabalık ilişkilerine işaret etmekle beraber, tüm bu akraba bireylerin aynı kültürel gruplar içinde yaşadıklarını getirmemektedir. Ayrıca bu haplogrpların bugünün etnik kimliklerine karşılık geldiklerini de düşünmemeliyiz. Bugünün etnik kimlikleri hâlâ çok yenidir. Mutasyonlar bölgelere göre ayrıldıklarından, bugün var olan grupların nereden geldiklerini anlayabiliyoruz. Aynı haplogrubun içinde birden fazla kültür söz konusu olabilirse de, neticede bu grupların her biri ortak bir kökene gitmektedir. Yani hepsi ortak bir kültürden gelmiştir. Kültürel anlamda bir akrabalık elbette söz konusudur ama diğer yandan bu akrabalığın hangi noktadan sonra artık akrabalık olarak kabul edilemeyeceğini de düşünmemiz gerekmektedir: Beş nesil veya on beş nesil.
Haplogruplar bağlamında bahsettiğimiz bu mutasyonlar doğal ayıklanmaya tabi değildir. Ortaya çıkış nedenleri tamamen rastlantısaldır ve bu yüzden de istatistiksel kurallara dayanan süreçlere tabidirler. Bu da varyasyonların toplum içindeki oranlarının zamanla %100’e ulaşacaklarını veya yok olacaklarını getirir. Yani kuramsal olarak sonunda tek bir varyasyon tüm toplumu kaplayacaktır. Fakat bu süreç çeşitlilik gösteren toplumlarda çok yavaş gelişir. Diğer yandan belli bir büyüklüğe erişmiş bazı haplotipler dışarıdan gelen göçleri içlerinde eritebilirler. On milyonluk bir nüfusa sahip bir yere 100.000 kişilik bir topluluğun göç etmesi oranın genetik çeşitliliğinde büyük bir değişiklik yaratmaz. Ama bunu tam tersi durumlarda, yani çok ufak gruplarda veya çok az çeşitlilik gösteren topluluklarda bu yüzden önemli hatalar ortaya çıkabilir. İstatistiksel olarak bazı varyasyonlar tamamen rastlantısal nedenlerden ötürü büyük oranlara ulaşarak o topluluğun geçmişi hakkında çok yanlış sonuca ulaşılmasını getirebilir. Genetik çalışmalarda bu noktaya dikkat edilmesi gerekmektedir.
Genetik çalışmalar ancak inceledikleri dönemin durumunu sunabilirler. Bugün Türkiye üzerine yapılan genetik çalışmalar ancak bugünkü genetik yapıyı sunar, bundan bin yıl öncesinin yapısını değil. Bundan bin yıl önce Oğuz toplulukları Anadolu’ya geldiğinde var olmuş genetik yapı hakkında bir şey söyleyemeyiz. Bununla beraber, bugün bu topraklarda var olan genetik yapının ne kadarının Orta Asya’dan gelen haplotiplerden oluştuğunu tespit edebiliriz. Burada da belli bir hata payı söz konusudur. Örneğin bu satırların yazarının atalarının Orta Asya’dan geldiğini var sayalım. Bu Orta Asya’dan gelen soyun tespit edilebilmesi için bu ilk atadan bugüne kadar aralıksız bir baba oğul zinciri olması gerekmektedir. Eğer o zincir bir yerlerde kırıldıysa, Orta Asya genleri görülemeyecektir. Bu sorunun olumsuz etkilerini ortadan kaldırmanın iki yolu vardır. Elden geldiğince geniş grupların test edilmesi bir çözümdür. Bu çalışmalardan çıkan sonuçların birikiyor olmaları zaten bu konuda epey geniş veri tabanlarının oluşmasını getirecektir. İkinci yolsa diğer genlerdir. Diğer genler üzerinde çalışmak çok daha zor olmasına rağmen olanaksız değildir. Kız çocuğu annesinden gelen mitokondriyal DNA’yı kendi çocuklarına aktarırken, babasından aldığı diğer genleri de aktarmaktadır ve bu genlerin bir kısmının hangi bölgelerde ortaya çıktıkları bilinmektedir. Bu yüzden Orta Asya bağlantısı ve diğer bağlantılar hiçbir zaman kaybolmayacaktır. Üstelik bu diğer genler doğal ayıklanma sürecine tabi olduklarından, istatistiksel süreçlerden de bağımsızdırlar ama tabi doğal ayıklanmadan ötürü zamanla kaybolabilirler de. Toparlayacak olursak, bir insanda Orta Asya genlerinin tespit edilmesi o insanın kesinlikle Orta Asya bağlantısı olduğunu gösterirken, tespit edilmemesi kesinlikle olmadığını göstermeyebilir. Örneğin bir insanın kökeni otuz beş bin yıl önce Anadolu’da başlamış ve daha sonra bin yıl önce bir Orta Asya kökenli birey bu aileye karışmış olabilir. Bunların tümünün tespit edilebilmesi şu anki gelişmişlik düzeyiyle genetik çalışmaların bile altından kalkamayacakları bir durumdur.
Göç fenomeni tarihsel anlatılarda önemli bir yer teşkil eder. İnsan grupları sürekli yer değiştirmiş ve gittikleri yerlerde farklı gruplarla karışmıştır. Çoğu kez bu yer değiştirmeler yeni gelenlerin eskilerinin yerini aldığı şeklinde anlatılsa da, burada dikkat edilmesi gereken önemli bir mesele vardır: Oranlar. Eğer yeni gelenler çok kalabalık bir yere gelmişlerse, buradaki etkileri ne kadar olacaktır? Genellikle üzerinde durulmayan konu budur. Bu yeni gelenler geldikleri yerdeki dili değiştirebilirler ve bu çoğu kez oradaki halkın tamamen değiştiği şeklinde yorumlanmıştır. Genetik çalışmalar her şeyden önce bunun her zaman doğru olmadığını göstermiştir. Yeni gelenler çoğu kez süratle iktidarı ele geçirdiklerinden kendi dillerini kabul ettirmişlerdir; yoksa eski dili veya dilleri konuşanlar ortadan kalktıklarından değil. Bir diğer nokta da dil değişiminin her zaman bir kültür değişimi olarak algılanmaması gerektiğidir. Dil bir araçtır. Aynı kültür farklı dilleri de kullanabilir ki, bunun en bariz örneği on dokuzuncu yüzyılda Türkçe konuşan ve hatta kendi dillerini tamamen unutmuş Ermeni ve Rum toplulukların Anadolu’da var olmuş olmasıdır. Bu yüzden geçmişte var olmuş bu göçlerin genetik çalışmalar ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir. Örneğin on birinci yüzyılda Anadolu’ya gelmiş Oğuz gruplarının etkisini bugünün genetik yapısında baskın genetik unsurlardan biri olarak göremiyorsak, bunun üç açıklaması vardır: (1) Çok az insan gelmiştir (2) Daha sonra farklı göçler olmuştur (3) Anadolu’da yaşayanlarla Orta Asya’da yaşayanlar aynı topluluktan gelmektedir. Üçüncü şıkkın doğru olabilmesi için bu göçten sonra Orta Asya’ya farklı gruplar geldiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü bugünün Anadolu’suyla Orta Asya’sı benzer değildirler; var olan haplogrupların dağılımları farklıdır.
Anadolu’nun bugün sunduğu genetik yapıya baktığımızda karşımıza ilginç bir tablo çıkmaktadır. İncelememizi hem babadan gelen Y-kromozomu hem de anneden gelen mitokondriyal DNA üzerinden yapacağız. Y-kromozomu çalışmalarına baktığımızda çıkan sonuç Cinnioğlu et al’ın[1] çalışmasına göre, Türkiye’de bugün var olan Y kromozomlarında görülen çeşitliliğin 52 farklı haplogrup şeklinde geldiğidir. Bunların arasında başlıca haplogruplar (E3B, G, I, J, L, N, K2 ve R1: %94.1) Avrupa ve komşu Ortadoğu gruplarıyla paylaşılanlardır. Çok daha küçük paylardakilerse Orta Asya (C, Q, O: %3.4), Hindistan (H, R2: %1.5) ve Afrika (A, E3, E3a: %1) gruplarıyla bağlantılı olanlardır. Hem Y-kromozom hem de mitokondriyal DNA üzerinden giden di Benedetto et al’a göreyse, Anadolu genlerinin içindeki Orta Asya katkısı yaklaşık olarak %30 civarındadır. Bu çalışma bu katkının ya bir anda olduğunu ya da her 40 nesilde %1 olacak şekilde gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Mergen, Öner ve Öner’in mitokondriyal DNA çalışması 6 ana küme (H, J, T, M, U, W) çıkartmıştır.
Bu sonuçlar üzerine ufak bir tartışma yapacak olursak, bu çalışmanın en yüksek orandaki iki kümesinden biri olan H, aynı zamanda Avrupa’da da en sık rastlanan haplogruptur. En yüksek oranlara batı ve kuzey Avrupa’da ulaşan bu haplogrup, Yakındoğu ve kuzey Afrika’da da yaygındır. Ayrıca kuzey Hindistan ve Yakutlar’ın arasında da tespit edilmiştir. H haplogrubunun kökeninin Yakındoğu olduğu düşünülmektedir. Bu tabloda ikinci büyük küme olan U haplogrubunun yaşı 51000 ile 67000 arasındadır. Ortaya çıktığı yerin Avrupa veya Yakındoğu olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmayı özetleyecek olursak Avrupa’ya özgü haplogrupların oranı (H, J, T, W) %43.9’ken Asya’ya özgü M kümesinin oranı %10.6’dır.
Başka bir çalışmada daha farklı bir bakış açısı sunulmaktadır.[2] Bu çalışmada Türk, Gürcü, Oset ve Ermeni grupları karşılaştırılmıştır. Burada Asya kökenli haplogrubun oranının Türkiye için %4.1 olduğu görülmektedir. Diğer yandan Keyser-Tracqui’nin 2000 yıllık bir Hsiung-nu dönemi mezarlığı üzerine yaptığı çalışma buradan çıkan bazı mitokondriyal DNA dizilerinin Anadolu üzerine yapılmış diğer çalışmalarda rastlanmış dizilere benzediğini göstermiştir. Bu çalışmalardan iki sonuç çıkmaktadır: (1) Anadolu ile 2000 yıl öncesi Hsiung-nu dönemine kadar giden bir ilişki kurmak mümkündür. (2) Bu konuyla ilgili çalışmaların verdiği oranlar değişiyor olmasına rağmen, günümüzde Anadolu’da var olan genetik yapının büyük kısmı Orta Asya kökenli değildir.
Bu konuyla ilgili olarak bir de Cavalli-Sforza’nın çalışmasına dayanarak Anadolu’da yaşayan insanlarla bazı topluluklar arasındaki genetik uzaklıklara (veya yakınlıklara) bakalım. Genetik uzaklığı, belli bir karşılaştırma için seçilmiş genlerin iki farklı toplulukta var olan oranları arasındaki uzaklık olarak tanımlayabiliriz.
Burada sunulan tablolar Cavalli-Sforza’nın kitabında sunduğu tablolardan sadece konumuzu ilgilendiren grupların alınmasıyla oluşturulmuştur. İlk tablo 42 topluluktan ibaret bir karşılaştırmadan geliyor.[i] Burada ayrı bir topluluk olarak Türkiye olmamasına rağmen (diğer tablolarda vardır), Yakındoğu olarak adlandırılmış bir kategori bulunmaktadır. Buna ek olarak aynı tabloda Kuzey Türki (Sibirya) ve Moğol-Tunguz kategorileri de vardır. Ayrıca daha farklı karşılaştırmalar için aynı tablodan alınmış Hint, İran, Yunan, İtalyan ve İngiliz kategorileri de aşağıda hazırlanmış çizelgeye eklenmiştir. Böylece şöyle bir çizelge ortaya çıkmıştır:
K.Türki - Moğ.Tun. - Hint - İran - Yunan - İtalyan - İngiliz
Yakındoğu 710 827 229 158 129 208 236
Bu çizelgeyi genetik uzaklıkları küçükten büyüğe doğru tekrar düzenlersek:
Yunan - İran - İtalyan - Hint - İngiliz - K.Türkik - Moğ.Tun.
Yakındoğu 129 158 208 229 236 710 827
Bu çalışmada Kuzey Türki olarak adlandırılmış kategorinin genetik açıdan en iyi bilinen temsilcileri güney Sibirya’da Moğolistan’ın kuzeybatısındaki Tuva, orta Sibirya’nın kuzeyindeki Yakut, günümüzde Ngansanlara yakın yaşayan (Tamir yarımadası) Dolgan ve Moğolistan’ın batısında Rusya ve Çin sınırında yaşayan Altay toplulukları olarak belirtilmiştir. Farklı bir bakış açısı elde etmek için Kuzey Türki topluluklarının en yakın oldukları topluluklarla Moğollara olan uzaklıklarına bakallım[ii].
Norveç Lap - İsveç Lap - ABD Eskimo - Moğ.Tun. - Kuzey Na-Dene
K.Türki 402 533 686 689 1157
Burada Kuzey Na-Dene olarak belirtilmiş grup ABD Eskimolarına komşu bir Amerika grubudur. Bu grup K. Türkilerle Amerika arasındaki ilişkiyi göstermek için dahil edilmiştir. Na-Dene ABD Eskimolarından çok daha eski bir gruptur. Kuzey Türkiler genetik açıdan Laplara daha yakın gözükmektedir.
Bir de Türk (Türkiye) olarak adlandırılmış grubun diğer Türk dili gruplarıyla başka bir tabloda gösterilmiş ilişkisine bakalım. Aşağıdaki çizelgeye Kuzey Çin, Güney Çin, Tibet ve Kore de eklenmiştir.[iii]
-------Doğu Özbek - Altay - Tuva - Yakut - Türkmen - Kuzey Çin - Güney Çin - Tibet - Kore
Türk 167 - 453 - 636 - 735 - 104 - 421 - 1084 - 620 - 794
Yakınlık sırasına göre yeniden düzenlediğimizde:
Türkmen - Doğu Özbek - Kuzey Çin - Altay - Tibet - Tuva - Yakut - Kore - Güney Çin
Türk 104 167 421 453 620 636 735 794 1084
Türkler (çalışmada kastedilen Türkiye Türkleri) Tuva, Altay, Yakut gibi diğer Türk dili konuşan topluluklardan epey uzak gözükmektedir.
Gelelim Batı Asya topluluklarına:[iv]
İran - Kürt - Ermeni - Kuzey Kafkas - Süryani - Bedevi - Dürzi - Irak - Ürdün - Lübnan
Türk 75 114 200 279 99 397 78 112 77 157
Yakınlık sırasına göre yeniden düzenlediğimizde:
İran - Ürdün - Dürzi - Süryani - Irak - Kürt - Lübnan - Ermeni - Kuzey Kafkas - Bedevi
Türk 75 77 78 99 112 114 157 200 279 397
İlk başta bahsedilen dünya tablosuna geri dönüp İran ile Yunanistan arasındaki ilişkiye baktığımızda bu ikisi arasındaki mesafenin 70 olduğunu görüyoruz. Türkiye İran arasındaki genetik mesafeyse 75’tir. Bu hesapların içerdiği hata paylarına bakacak olursak, birincininki 16 ikincininkiyse 4 olarak verilmiştir. Yani bu üç grup birbirine çok yakındır. Yalnız burada Türk olarak adlandırdığımız gruba dikkat etmemiz gerekiyor. Bu grubun içindeki Orta Asya Türk katkısı aslında az. Türk olarak adlandırılan grubu Anadolu topluluklarıyla Orta Asya’dan gelmiş olanların bir karışımı şeklinde düşünmemiz gerekmektedir.
[1] Cinnioğlu et al., Excavating Y-chromosome haplotype strata in Anatolia, 2003.
[2] Tambets et al, The topology of the maternal lineages of the Anatolian and Trans-Caucasus Populations and the peopling of Europe: Some Preliminary Considerations
[i] Cavalli-Sforza, 75.
[ii] age., 228.
[iii] age., 230.
[iv] age., 244.
0 yorum:
Yorum Gönder