1 Aralık 2006 Cuma

Müzik Notları 3

Batı Müzik Tarihinin Dönemleştirilmesi


1. Karanlık Çağlar


476− Barbarlar'ın (Cermen ve İskandinav-Nordik kavimlerin) Roma şehrini yağmalaması… Bu tarihi izleyen yüz küsur yıl boyunca Batı İmparatorluğu'nun toprakları çeşitli Cermenik ve Nordik krallıklara bölündü. Kuzey İtalya ve Sicilya'da Lombardlar, Fransa'da (ya da o zamanki adıyla Galya'da) Franklar, Ren havzasında Burgundiyalılar, İspanya'da Vizigotlar, Afrika'da Mağrip'te Vandallar. Başlangıçta bu krallıklar, daha sonra "feodlizm" terimine de atalık edecek olan "foederati− müttefikler" diye anılıyordu. Ancak Batı'da bir imparatorun yokluğunda, tamamen kendi başına buyruk krallıklar halini aldılar ve hatta zaman zaman Doğu Roma ile de savaştılar. Bu dönemde yegâne Roma imparatoru Doğu'da Konstantinopolis'te yaşıyor, İtalya'da Ravenna'da "eksark" adıyla anılan bir temsilci tarafından temsil ediliyordu.


590− (Büyük) Gregorius'un (d. 540- ö. 12 Mart) 2 Eylül'de Papa seçilmesi… Gregorius, Roma sivil hiyerarşisinde en yüksek mevkiye geldikten sonra kendi kurduğu bir manasıra çekilmişti. Papalığı boyunca da manastır örgütlenmelerini kolladı ve teşvik etti. Siyasal düzlemde Gregorius'un en büyük ve manidar hamlesi, Papalık'la İmparator arasındaki son köprüleri de atması oldu. Doğu'da Kilise'nin İmparatorlukla ilişkisi çok daha sıkı fıkı olduğundan, bu, aynı zamanda, Batı Hıristiyanlığı (katoliklik) ile Doğu Hıristiyanlığı (Ortodoksluk) arasındaki kopuşun ilk tohumlarının atılması anlamına geliyordu.


Diğer yandan, Gregorius Batı'da büyük ölçüde bağımsızlaşmış ve hatta başına buyruklaşmış kiliselere ortak bir disiplin dayatmaya çalışıyordu. Gerek manastırlara verdiği destek, gerek Papalık'ın önderliğinde birörnekleştirilmiş bir öğreti ve ibadet biçimini yaygınlaştırılma çabaları yüzünden, Gregorius genellikle Ortaçağ Katolik Kilisesi'nin gerçek kurucusu olarak addeddilir.


Müzik alanında yaptığı reformları da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bir yandan ibadet biçimlerini birörmekleştirmeye çalışırken, diğer yandan da dinî alemle lâ-dini (dindışı) alemi kalın çizgilerle birbirlerinden ayrıştırmak uğruna, hem Doğu'dan, özellikle İbrani geleneğinden gelen, hem de klasik Yunan-Roma kültürü kaynaklı ezgileri, Kilise'de söylenebilecek ilahîlerden ayırmak gerekiyordu.


Ama Kilise klasik kültüre savaş açmakla, bir yandan da okuryazarlık bilgisinin kaybolmasına yol açıyor, bu anlamda da kendi bildiği dalı kesmiş oluryordu. Çünkü okuryazarlık bilgisinin yokluğu, Kilise'nin bir disiplin ve birörnekleştirme dayatma çabalarında başvurabileceği en önemli araçlardan yoksun kalmış oluyordu. Bu öğreti alanı için geçerli olduğu kadar, ibadet ve ayinler ve dolayısıyla ayinlerde söylenebilecek ezgiler için de geçerliydi.


Bu yüzden Karanlık Çağlar boyunca, Kilise'nin bütün çabalarına karşın, örneğin Galya'da, özellikle Müslüman ve Yahudi etkilerinin yoğun olarak hissedildiği İber yarımadasında, Aziz Ambrosius'un itibarından ötürü Kuzey İtalya'da, Milano ve çevresinde Aziz Ambrosius'un itibarında yere[1]l halk kültürlerinden ve yabancı etkilerden beslenen yöreye özgü ayin biçimleri ve bunlara eşlik eden ezgiler gelşiyordu.


800− Karanlık Çağ'ın sonu genel olarak 800 yılına, o yılın Noel gününde (Bir Cermen kabileler konfederasyonu olan) Franklar'ın kralı Carolus Magnus'a (daha yaygın olarak bilinen adıyla, Charlesmagne'a) Papa tarafından imparatorluk tacının giydirilmesine tarihlenir. Böylelike 4 Eylül 476'[2]dan beri ilk kez Batı bir imparatora kavuşmuş oluyordu. Her ne kadar, Carolus Magnus'un imparatorluğu kısa ömürlü olduysa ve aralarında Karolenj krallığının da bulunduğu krallık ve dükalıklara bölündüyse de[3], Carolus Magnus Batı'ya çeşitli düzeylerde son derce önemli bir miras bıraktı. Örneğin, Karanlık Çağlar'ın başıbozukluğuna bir ölçüde çekidüzen veren "İmparatorluk" kavramı ve kısa sürmüş olsa da, uygulamaları… Carolus Magnus'u üizleyen yüzyıllarda, her ne kadar krallar, dükıalar ve himaye ettikleri "vasallar" arasındaki ilişkiler feodal terimlerle −sadakat, himaye, onur vb− gibi terimlerle algılanıyorduysa da, yine de giderek yaygınlaşan bir ortak bir hukuk anlayışı yerleşmeye başlıyor, İmparator'un fewodalitenin hiyerarşil ve yekpare düzeni içinde zaman zaman yalnızca ideolojik bir düzlemde deolsa farklı bir konumu temsil ettiği kabul ediliyordu.


Bizim konumuz açısından belki de daha önemlisi, Carolus Magnus'un klasik kültürü diriltmek ve okuryazarlığı yaygınlaştırmak yolundaki çabaları…[4]Bu hamleler bir yandan Boethius gibi klasik filozofların Latince'ye çevrilmelerini, diğer yandan, okuma- yazma mefhumu sayesinde müziğin notaya geçirilmesi sürecini başlattı. Bugün elimizde olan notla sisteminin tohumları 9. yüzyılda atılmış, Gregoryen ilahîlerin neredeyse hepsi ancak 9. yüzyıldan başlayarak notaya geçirilmiştir.










Boethius.


Klasik filozoflar arasında müzik üzerine yazan en önemli düşünürdü… Hiç değilse elimize kalanlar arasında… Karolenj düşünürlerinin de ilk keşfettiği ve çalıştığı filozoflardan biri oldu.


480 civarında Roma'da doğan Boethius yüzyıldır Hıristiyan olan önemli Roma ailelerinden birinde geliyordu. Buna rağmen Ostrogot kralı Theodoric'e ("imparator" demeye dilim varmıyor) hizmet etmekten çekinmedi. Theodoric Doğu Roma ile iyi ilişkilerini korumaya kararlı gibi gözükse de, Boethius'un Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki ihtilafı çözmek için gösterdiği çabalar, ihanetle suçlanmasına yol açtı. Uzun bir işkence döneminden sonra 524'te dövülerek öldürüldü.


Ortaçağ müfredatının ikıi ayağından biri olan quadrivium (aritmetik, müzik, geometri, astronomi), bu alanların her birinde bir giriş kitabı yazmış olan Boethiius'a dayandırıldı. (Diğer ayak gramer, retorik ve diyalektikten oluşan trivium'dur.)


Pythogorasçı-Platonik geleneğin varis olan Boethius bir sesin otonu (perdesi) ile onu üreten kaynbağın titreşimi arasında bir oran olduğunı öne süren ilk düşünürdür. Enlü eseri, hapisteyken yazdığı Felsefenin Tesellisidir. Bu eser Orta Çağ'da o kadar etkili oldu ki, 9. yüzyılda tamaı bestelendi. Bildiğim kadarıyla 19. yüzyılın sonunda Erik Satie'nin bazı Platonik diyalogları bestelemesine kadar üzerine bir bestele yapılmış felsefî eser…. (Albert Seay Music in the Medieval World, 2. ed. Waveland Pre3ss, 1991, s. 62).









2. Orta Çağ


Orta Çağ genellikle iki alt evre halinde ele alınır. 9-11. yüzyılllar arasında feodalizmin yerleştiği ve neredeyse formalize edildiği erken dönem ile Şehir hayatının yeniden canlandığı ve 11-14. yüzyıllar arasında, kimi zaman "Gotik Rönesans" diye anılan, olgun dönem.


813− Carolus Magnus'un ölümü…Karolenj İmpartorluğu'nun ne kadar cılız temeller üzerine kurulu olduğu, Carolus Magnus'un varisi, en küçük ama hayatta kalan tek oğlu olan Sofu Louis'nin saltanatı sırasında, kabileler konfederasyonlarına özgü merkezkaç eğilimlerin su yüzüne çıkması ile ortaya çıktı. "Gavelkind" diye anılan eski Cermen töresi ölüm halinde bütün mülkün yaşayan kareşler arasında eşit olarak bölüştürülmesini öngörüyordu. Gerçi, Louis hayatta olan tek meşru oğuldu ama yinbe de gayrı-meşru üvey kardeşlerini manastıra kapatmakla kalmadı, dinî ve dünyevî herhangi bir makama, gayri-meşru bir çocuğun getirilmesini yasakladı.[5]


Babasının merkeziyetçi eğilimlerini devralmış olan Louis ve danışmanları, Cermen töresi ile İmpartorluk hukukunu uzlaştırmak üzere "imperium Christianum" adlı bir plan düzenlediler. Buna göre, Louis daha sağlığında mülkünü Cermen töresine göre 3 oğlu arasında paylaştırdı. En büyük oğlu Lothair'e "imparatorluk" ünvanı ve bugün Hollanda, Belçika, İsviçre ve Kuzey İtalya'nın bir kısmı kalıyordu. "Cermen" lakabı ile tanınan Louis'ye hem bugünkü Almaya toprakları, hem de daha doğuda bugünkü Romaya, Hırvatistan ve Polonya (belki Hitler'in bir zaman düşünü kurduğu "Büyük Almanya") toprakları kalıyordu. "Kel" diye anılan Charles ise Fransa kralı oluyordu. Böylelikle, 19. yüzyılda milliyetçiliğin doğuşuna kadar üç aşağı beş yukarı Avrupa ülkeleri sınırları da belirlenmiş oluyordu.


Ancak Louis'nin "imperium Chrstianum" planına göre, oğulları öldüğünde, her krallık ölen kralın varisleri arasından kraliyete en lâyık olanını seçecekti. Ama daha Louis ölmeden İmparator ile oğulları arasında iç savaş çıktı. İç savaş 840'ta Louis'nin ölmesinden sonra da bu kez oğulları arasında devam etti. Ta ki 843'teki Verdun Anlaşması'na kadar. Verdun Anlaşmasıyla Sofu Louis'nin öngördüğü sınırlar, ayrıntılarda ufak tefek birkaç fark dışında, tescil edilmiş oldu.



835− 10. yüzyılda Kutsal İmparatorluğu'nun (Karolenj) kaderi, mirasını devralmaya çalıştığı Roma İmparatorluğu'nunkine benzeyecekmiş gibi görünüyordu. 793'te İngiltere ile başlayan Viking istilaları, 834'te kıtaya sıçradı vedüzenli bir nitelik kazandı.[6] Güneyde, hem Mağrip (Kuzey Afrika) hem İber Yarımadası'nda (Endülüs, bugünkü İspanya ve Portekiz) Müslüman baskısı 732'den beri sürüyordu. Doğu ise Avarlar'dan sonra Macar ("Magyar") akınları ile sarsılıyordu. 9. yüzyılda bugünkü Macaristan'a kalıcı birşekilde yerleşen Magyar'lar 899'da İtalya'da Po vasisi'ne kadar indiler.


Gerç daha Carolus Magnus'tan önce, Karolenj hanedanının kurucusu addedilen Charles Martel zamanında Yunan ve Roma'nın askerî düzenine öykünmeye başlamış olan Franklar 732'de Poitiers (ya da Tours) savaşında Arap ordularını kesin bir yenilgiye uğratmış, Ftransa (Galya) üzerinde emellerinin önüne bir set çekmişti ama dağınık Magyar ve özellikle Viking saldırıları karşısında düzenli orduları çaresiz kalıyordu.


Bu başarısızlık, merkezî otoritenin (İmparator ve devletinin) de zayıflamasına hatırı sayılır ölçüde zayfılamasına katkıda bulundu. Koruma ve güvenlik işlevi giderek düzenli ordulardan, krallıklar, dükalıklar ve onları altında yer alan yerler beyler ve onların himayet ettiği milisler tarafından yerine getirilir oldu.


910− Merkezî otoritenin bu şekilde parçalanmasının sonuçlarından biri, okuryazarlık bilgisinin ve bu bilgi tarafından taşınan klasik kültürün manastırlara sığınması oldu.


Zamanında çok aşikâr olmasa da, gerek insanî, gerek siyasal, gerekse de bizi daha çok ilgilendiren müzikal açıdan erken Orta Çağ'ın en önemli olaylarından biri, Cluny Manastırı'nın kurulmasıydı.


O zamana kadar Batı'daki bütün manastırlar, manastır disiplini uyguluyorlardı ancak fdidiplinin nasıl uygulanacağına, kendi başkeşişlerini de kendileri seçen her bir manastır kendi başına karar veriyordu. Cluny'nin benimsediği disiplin anlayışı, benimsediği disiplin anlayışı biraz daha katı olmakla birlikte, esasta geleneksel Benedict kurulından çok fazla farklı değildi. Cluny'nin asıl ayırdedici özelliği, Papalık dışında bütün otoritelerden bağımsız olması olduğu kadar, bir genel "manasıtr reformu" sürecine öncülük etmesi ve bu doğrultuda kurulan (ya da sürece dahil edilen) manastırları merkezîyetçi bir yapı içerisinde örgütlemesiydi. Böylelikle tam da dünyevî otoritenin bir parçalanma sürecine girdiği bir dönemde dinî yetke Cluny çerçevesinde merkezî bir yapı kazanmış oluyordu. Bunun müzikal düzeydeki sonuçlarına daha ileriki bir bölümde değineceğiz.


Cluny'nin siyasal düzlemdeki etkilerine gelince… Papalık bu dönemde, Roma'nın ileri gelen ailelerinin elinde bir oyuncak haline gelmişti. Dolayısıyla "evrensel olan"ı temsil etme iddisında olan Kilise'ye hakim olabilmekten, toplumun geniş kesimlerinin manevî ihtiyaçlarını karşılayabilmekten çok uzaktı. Cluny bu boşluğu doldurdu; tıpkı Carolus Magnus gibi Cluny de ortak bir Avrupa kültürünün kurumsal temellerini atmış oldu− Biri dünyevî alanda diğeri ise, Papalık'tan 200 yıl kadar önce dinî alanda…


998− Tanrı'nın Barışı


Ancak Cluny'nin insanî alandaki en büyük başarısı, herhalde, feodal koşulların kışkırttığı şiddeti dizginelenmesine yaptığı katkı oldu. Orta Çağ boyunca sık sık yinelenecek "Tanrı uğruna ateşkes" (Truce of God", "Truga Dei" ve "Tanrı'nın barışı" ("Peace of God", "Pax Dei") kavramlarının mucidi Cluny olmasa da, bunların ilk kez hayata geçirilmesini sağlayan Cluny'ydi.


Öteden beri, yerel piskoposlar, başkeşiş ve keşişler şehir meclislerini ve yöredeki soylulaı "konsil"e çağırır ve barış vaadi karşılığında silahlı soylulara soylulara kutsal emanetler dağıtırdı. Ancak hem ruhbanlar aten yerel soylu ailelere çıkar bağları ile bağlı olduklarından, hem de artlarında silahlı büir güç olmadığından sözkonusu ateşkes ve barışlar kısa ömürlü ve etkisiz oluyordu. Ancak yeni tahta geçen Capet hanedanının da desteğiyle, yerel çıkarlardan zaten bağımısız olan Cluny'nin devreye girmesiyle sözkonusu ateşkes ve barışlar gerçek bir anlam kazanabildi. Bu yüzden 989'da Cluny'nin öncülüğünde toplanan Charroux Sinodu'nda (Kilise Meclisi) ilan edilen Tanrı'nın Barışı, genellikle,kıskmen de olsa uygulanabilen ilk örnek sayılır:




  1. Kiliselere zorla girenlere lanet olsun. Herhangi biri bir kiliseye zorla girer ya da onu soyarsa, kefaret ödeyene kadar lanetli kalacaktır.




  2. Yoksulları soyanlara lanet olsun. Kim ki bir köylünün ya da başka bir yoksul kişinin koyunu, öküzü, eşeği, ineği ya da domuzunu çalarsa, kefaret ödeyene kadar lanetli kalacaktır.




  3. Ruhbanları incitenlere lanet olsun. Kim ki silah (kalkan, kılıç, zırh ya da miğfer) taşımadan huzur içinded yürüyen ya da evinde oturan bir papaza, diyakoza ya da başka bir kilise adamına saldırırsa, kefaret ödemediği ya da piskoposun kusurundan ötürü ruhbanın bu işi kendi başına açtığına karar vermezse, o zaman kutsallığı çiğnemiş kişi aforoz edilecek ve Kilise bünyesinen atılacaktır[7].




Alıntıdan da görüldüğü gibi "Tanrı'nın Barışı" yalnızca Kilise'nin himayesinde olan kişi ve kurumları kapsıyordu ve bahşettiği dokunulmmazlığın bir zaman sınırı yoktu. 1027'de Enle'de toplanan ve Pazar gününü kutsal ilan eden Kilise Konsili, Cumartesi akşamından Pazartesi sabahına kadar her türden silahlı çatışmayı yasakladı.


Zaman içinde, fikir düzeyinde zaten İspanya'dan (Katalonya) kaynaklanmış olan bu hareket, ilk hayata geçirildiği Frnsa'Nın da ötesine, İtalya ve Almanya'ya kadar yayıldı. Diğer yandan Pazarlar'ı dışında diğer kutsal günlere de uygulanacak şekilde kapsamı genişletildi. O kadar ki, 1179'da toplanan bir Ekümenik Konsil Tanrı'onn Barışı ve Tanrı Uğruna Ateşkesn Kilise Hukuku'na dahil edilmesi kararını aldı ve bu karar Papa IX. Gregorius tarafından resmîleştirildi.


Kendi içinde ne kadar önemli olursa olsun Cluny'nin meşruiyeti ve popülerliği, kraliyetler ve gücünü toparlamakta olan Papalık tarafından desteklendiğinde bile, barışı sürekli kılmak (ya da hiç eğilse savaşa resmî bir hüviyet kazandırmak) için yeterli değildi. Bu konuda da, "nihaî çözüm" Cluny'den geldi− feodal koşulların kışkırttığı başıbozuk şiddeti ihraç etmek…


1095− Haçlı Seferlerinin Başlangıcı


Orta Çağ'da Papalık'ın reform süreci genellikle daha sonra 1088'de VII. Gregorius adıyla Papa olacak olan Hildebrand'la başlatılır. Buraya kadar aktarmaya çalıştığım perspektiften bakıldığında, Hildebrand'ın ilk dinî eğitimini Roma'da Cluny disiplinini benimsemiş bir manastırda almış olması da, Paplık seçimleri sırasında kendi desteklediği hizip sürgüne gönderildiğinde Cluny'ye çekilmesi de anlaşılır olsa gerek. Bu bağlamda bizim için asıl önemli olan, Hildebrand'ın (yani Papa Kutlu VII. Gregorus'un) "Haçlı seferleri" fikrini ilk kez dile getirmiş olan Papa olması… İcabet edilen ilk Haçlı Seferi Çağrısını'da


Haçlı sefeleri, Batı ile Doğu Avrupa arasındaki ilişkilerin köklü bir şekilde dönüşmesine yol açmakla kalmadı, Batı'daki toplumsal ve hatta kişisel ilişkileri, değerleri de alt üst etti. Şimdi Carolus Magnus ve Cluny'nin merkeziyetçi reformlarının dolaylı ve dolaysız etkilerine bağlı olarak Batı'da müzikal alanda erken Orta Çağ'da gerçekleşen müzikal dönüşümleri kısaca özetleyelim.


Müzik Yazımı− Gerek Carolus Magnus, gerekse Cluny birörnekleştirilmiş, ortak bir Avrupa kültürünün oluşmasında, görsel sanatlardan edebiyata, mimarîden müziğe kadar ulaşabildikleri bütün araçlardan yararlandılar. Örneğin Cluny'nin varoluşunun daha ikinci kuşağında, başkeşik Odo'nun zamanında, her gün yüz kadar ilahî söyleniyor; bu ilahilerîleri söylemek için özel olarak şancılar eğitiliyordu.


Okuryazarlık bilgisi bütün bu birörnekleştirme çabalarının olmazsa olmaz koşullarından biriydi. Örneğin Cluny'de söylenen ilahîlerin diğer manastırlarda da aynı şekilde söylenmeleri için yazıya (notaya) geçirilmeleri gerekiyordu. Bugün kullandığımız "porte"nin ilk (4 yatay çizgiden oluşan biçimleri) Cluny'de geliştirildi. Keza Odo'nun şan eğitim teknikleri de….


Çoksesliliğin ilk adımları− organum. Müzikologlar, kendiliğinden (spontan) bir çoksesliliğin neredeyse bütün halk müziği doğaçlamalarında ortaya çıktığını söylüyorlar. Ancak çoksesliliğin sistematize edilerek müzik üretiminin temel bileşenlerinden biri halini alması erken Orta Çağ'da gerçekleşti.


Cluny'de ilahî söyleyen koro ikiye bölünerek daha gür bir ses edinilmekle kalmıyor, aynı ezgi farklı aralıklarda söylenerek "paralel organum" adı verilen ilk polifoni çok seslilik biçimleri elde ediliyordu. Ezgi daha sonra "tenor" adını alcak üst ses tarafından söylenirken, onun beş aralık altında (yani ondan daha pes) "organum" diye anılan bir bas ses ona eşlik ediyordu.



Paralel organum'u daha sonraki polifonik biçmlerinden ayırdeden yalnızca iki sesten ibaret olması değildi− kimi zaman bas sesi bir oktav üzerinden bir üst ses de (soprano?) tekrarlayabiliyor ve böylelikle üç parçalı ("part") bir yapıya ulaşılmış oluyordu. Bu üç parçalı yapı sayesinde, bütün Batı müziğinin temelinde yatan Pythagorasçı geleneğin "mükemmel aralıklar" dediği üç aralık −basla tenor arasında 5'li, tenorla soprano arasında 4'lü aralık, basla soprano ile bas arasında 8'li aralık, yani oktav− aynı anda bir müzikal bünye içinde işitilebilmiş oluyordu.


Halk Müziği. Haçlı seferleri, Cluny tarafından tetiklenmiş olmakla birlikte, önemi ve etkileri bakımından Cluny'yi kat be kat aşan bir toplumsal fenomendi. Belki kısmen, nüfusun en saldırgan, şiddete en yatkın unsurlarının Doğu'ya ihraç edilmesine bağlı olarak Birinci Haçlı Seferi'nin yapıldığı 1095 yılını izleyen yıllarda, bir yandan "trouvere", "troubadour", "Minnesinger, "trovator" diye anılan "saz şairleri" tarafından edebiyatla (şşirle) müziği içiçe geçiren yeni bir tür yaratırlırken, diğer yandan da kadın imgesi ve kadınsılık yeni bir değer kazanıyordu.


Troubadour geleneği bir anlamda, Aziz Ambrosius zamanında yaşanmış olan müzikal gelşmeyi bu kez ters doğrultuda kat ediyordu. Hatırlanacaktır, Aziz Ambrosius çeşitli halk geleneklerinden yararlanarak Kilise'de ibadet sırasında kullanılabilecek standart bir ezgiler toplamı derlemeye çalışmıştı. Bu kez saz şairleri, Kilise'den devraldıkları Gregorian ilahîleri alıyor, din-dışı alanlara, bayramlara, kahramanlık şarkılarına ama özellikle de aşk şarkılarına uyarlıyorlardı.


Bu da bizi kadınlık meselesine getiriyor. Yüksek Orta Çağ'da kadın imge ve kavramının yüceltilmesinin iki ayağı vardı. Biri, Hazreti Meryem ibadetinin giderek önem kazanması ve Meryem ve azizelerin görsel sanatlarda giderek artan bir ölçekte işlenmesi… Diğeri ise, Hac'da (ya da herhangi bir seferde) olan soylu efendisinin platonik bir aşkla bağlı olduğu ulaşılmaz hanımına duyulan aşkın terennüm edildiği şarkıları… Kimilerine göre "romantik aşk" dediğimiz kavram ve ilişki biçiminin tohumları bu çerçevede atıldı.


Son olarak troubadour geleneğinde sınıflararası farkların da aşındığına tanık oluyoruz. Trobadourlar arasında gezgin köylü ve zanaatkâr çocukları olduğu gibi, savaştan dönen soylular ve hatta kadınlar bile var. Böylelikle, uzunca bir zamandır "kültür" diye anageldiğimiz ve doğrudan bir kurumun ideolojik hizmetinde olmayan, neredeyse sınıflar-üstü bir faaliyet alanının da önü açılmış oluyordu.


Gotik. Yüksek Orta Çağ. Ars Antiqua. 1095-1348


Haçlı seferlerine eşlik eden iç barış ortamında, kültürel alanda kimilerine göre "Gotik Rönesans" diye anılmayahak eden büyük bir tomurcuklanma yaşandı. Doğu Akdeniz'le kurulan askerî ve ticarî ilişkiler, İpek Yolu ticaretinin nisbeten güvenilir bir hal kazanması şehir hayatının da gelişmesine yol açıyordu. Diğer yandan, iklim koşulları da yüzyıllar boyu eşine bir daha rastlanmayacak kadar elverişliydi; buna bağlı olarak büyük bir nüfus patlaması yaşanıyordu.


Bu dönemde felsefede Aquino'lu Aziz Thomas'ın, edebiyatta Dante'nin ön plana çıktığını görüyoruz. Daha popüler bir düzeyde ise simya ve mistisizm gibi batınî ("esoteric") akımlar tarafından yorum süzgecinden geçirilmiş, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri gibi öykü çevrimlerinin, çeşitli masalların yaygınlık kazandığını görüyoruz.


Dönemin müzikal merkezi ise Paris, özellikle de Paris'teki Notrdam okuluydu. Notrdam'da üretilen müziği daha önceki "Romanesk" müzikten ayırdeden en önemli özellikler, ezgiyi söyleyen seslerin ("part") sayılarının artması ve selerin akışı arasındaki paralellik (aynı aralıkları koruyarak akış) kurulının tekedilmesiydi. O kadar ki, 12. yüzyılın başında yazılmış bir anonim denemede "ana ses yükseliyorsa (tizleşiyorsa), eşlik eden ses aşağı doğru hareket etmelidir (yani pesleşmelidir) ya da tersi" diye bir kural getiriliyordu.


Gotik müziği daha sonraki Rönesans müziğinden ayırdeden özellik ise, metne olan aşırı sadakatidir; o kadar ki, Gotik tarzda bestelenen bir eserde, metindeki her heceye müzikte bir nota denk geliyordu.


Gotik Çağ'dan elimize çok sayıda müzik kalmış olmakla birlikte, Leonin ve Perotin gibi bir iki bestecinin yazdıkları dışında çoğu anonimdir.


Rönesans. 1348­­­­-1600


1347 yılında, o zamanlar Ceneviz hakimiyetinde olan Kırım'daki Kaffa şehri bir Venedik-Tatar ittifakı tarafından kuşatıldı. Çin'de başgöstermiş olan veba salgını Tatar ordusu içinde zaten yayılmıştı. İttifak şehrin direnişi sayesinde sonunda kuşatmayı kaldırdı ama kaldırmadan önce, mancınıklarla hastalıktan ölenlerin cesetlerini surlardan içeri attılar.


Ekim ayında Kaffa'dan kaçan bir Ceneviz donanması, Sicilya'da Messina limanına girdi. Tayfanın çoğu ya ölmüş ya da can çekişiyordu. Bunu izleyen dört yıl içerisinde salgın bütün Avrupa'yı sardı (birkaç istisna dışında- Polonya, Belçika, Hollanda gibi). Nüfusun %30-35'i, kimi yerlerde yarısı vebaya kurban gitti.


Tarihin bu en büyük veba salgının sonuçları dramatik oldu. Nüfüstaki büyük düşüş işgücünün değerlenmesi sonucunu doğurdu, bu da toplumsal-sınıflar ilişkilerde, ilk ifadelerini İngiliz ve Fransız köylü ayaklanmalarında, İtalyan şehir devletlerinde lonca-dışı vasıfsız işçilerin ayaklanmalarında (Floransa'da Ciompi Ayaklanması) bulan büyük dönüşümlere yol açtı. İmparatorluk ve Papalık gibi merkeziyetçi yapılar güçten düşerek yerlerini, sık sık ittifaklar kurarak çözen şehir devletlerine, yani merkezsiz bir yapıya bıraktılar.


Toplumsal, siyasal ve manevî bir iklim olarak Rönesans'ın sonu için önerilen tarihler arasında, Reform hareketinin başlangıç tarihi olarak kabul edilen 31 Ekim 1517 (bu tarihte Martin Luther kendisini Katolik Kilise'den ayırdeden 95 tezi Wittenberg katedralinin kapısına çivilemişti), İmparatorluk sınırlarını tarihteki en geniş ölçeğine ulaştırmış olan V. Carlos'un ordularının Roma'yı yağmaladığı 6 Mayıs 1527 (dört ay içinde 45,000 ölü ve/veya mülteci) ya da Fransa'daki din savaşlarının başladığı 1562 (iç savaşın sonuçlanması: Nantes fermanının yayınlandığı 1598) sayılabilir.


Diğer yandan, terimin kaynağı olan görsel sanatlarda da, "Rönesans"ın kapsadığı zaman aralığı müziktekinden farklıdır. Yüksek Rönesans'ın büyük ustaları Leonardo (ö. 1519), Rafaello (ö. 1520), Dürer (ö. 1528) ve Michelangelo'nun ardından görsel sanatlar kimi zaman yapmacıklı, kimi zaman (Michelangelo'nun son heykellerinde olduğu gibi) trajik bir üslupçuluğa ("mannerism") doğru evrildiyse de, müzikte bu tarihlerde böyle bir kopuşa rastlamıyoruz.


Tarihsel son bir nokta: Hernekadar Rönesans'in ilk evresinde müziğin merkezi Paris'ten Hollanda'ya kaydıysa da, Batı ticaretinin merkezinin Akdeniz'den Atlas Okyanusu'na kayması ancak 1492 sonrasında gerçekleşti. Bu tarihlerde ise İtalya yine Avrupa'Nın müzikal merkezi oldu. Bu (ve başka) örneklerden hareketle, maddi refah ile müzikal yaratıcılık arasında doğrusal değil aksine tersine bir ilişki varmış gibi görünüyor.


Nedir öyleyse Rönesans müziğinin özellikleri? Gotik müzikteki "tek heceye tek nota" ilkesi terkedildi ve ezgiyi söyleyen/çalan sesler başdöndürücü bir zenginlik kazandı. Ses akışlarında çapraz hareketlere, yani bas olan bir sesin kimi zaman tenor gibi daha üstteki seslerden daha tiz sesler ve keza teorların baslardan daha pes notalar söylemesine/çalmasına izin verildi. Bu çapraz hareketlerin yaratabileceği kakışım ("dissonance", kulak tırmalıyayıcı olabilecek, matematikte düzgün bir ifadesini bulmayan ses aralıkları) olasılığına karşın, dönem müziğin en belli başlı ideali olan "ahenk"in nasıl korunacağı, Rönesans bestecilerini en çok meşgul eden teknik sorunlardan biriydi.


Diğer yandan, müzik yazımı ritimleri de notaya geçirecek şekilde zenginleştirildi.


Dönemin önemli bestecileri arasında, Ars Nova üzerineilk teorik metni yazan Guillaume de Machaut, İngiliz John Dunstable, Hollandalı Johannes Ockeghem, Josquin des Prez, Rolundus Lassus (ya da İtalyanca söylenişiyle Orlando di Lasso), bütün Rönesans müziğinin bir sentezi sayılabilecek Palestrina, İspanyol Thomas Luis da Victoria ve Rönesans ahenk idealinden uzaklaşan ve modern sayılabilecek arayışlar barındıran katil besteci Gesualdo da Venosa sayılabilir.


Barok'a Genel Giriş


17. yüzyılı kronolojik olarak, yani 1600-1699 yılları arasındaki zaman aralığı olarak düşünmektense, Fransa'da din savaşlarının başladığı 1562'den bütün Avrupa'ya kasıp kavuran 30 yıl savaşlarının sona erdiği 1648 arası olarak tasarlamak, olan biteni anlamak açısından daha yararlı olabilir. Dönem, adı üstünde, bir din savaşları, Fransa'daki Protestanlar ve Katolikler arasındaki bir iç savaş ile açılıyor. Otuz Yıl Savaşları'nı da Protestanlarla Katolikler arasında Fransa'daki iç savaşın Avrupa ölçeğindeki bir tekrarı olarak okumak mümkün. Ama dönemi sona erdiren Westphalia Barış'ı dine, ancak bir ülkenin başka bir ülkenin uyruklarının dinî inançlarından ötürü içişlerine karışamayacağını karara bağlamak çerçevesinde değinir. İster parlamento olsun, ister kral bir ülkede egemen kimse, uyrukların dinî inançlarına müdahale etme hakkı yalnız ona aittir. Bu anlamda din savaşları ile başlayan dönem, dinin hiç değilse dış politika alanında politikadan tamamen dışlanması ve örtük olarak da olsa, ulus-devletin mutlak egemenliğinin tescil edilmesiyle sona erer. Avrupa'nın modern devletler sisteminin temelleri atılmış, (Napolyon'un kısa ömürlü serüveni bir yana bırakılacak olursa) geri kalan gelişmeler ulus-devletlerin içişlerine bırakılmıştır.


Döneme içkin olan bir başka gelişme de, modern anlamda metropollerin ilk kez tarih sahnesine çıkmasıdır. Roma'nun nüfusu Carlos'un orduları şehri yağmaladıktan sonra 10 bine düşmüştü. Bir yüzyıl içinde, Katolik Reform'u (ya da Karşı Reform) örgütleyen Trent Konsili'nin de (19. ekümenik konsil; 1545-1563) çabalarıyla nüfus dört misline çıktı. Sözkonusu olan yalnızca nüfusun büyüklüğü değildi; nüfusun yapısının da, halkın loncalar, mahalleler halinde sıkı sıkıya örgütlendiği Rönesans şehirlerine kıyasla, taşradan göç almaya başlayan, bekâr evlerinin kullanılmaya başlandığı, fahişelerin sayısının 6 bin küsura ulaştığı, kısacası farklı bir nitelik kazandığı söylenebilir.


Barok müziğin doğuşu bir yanıyla Paris'te, Roma'da, Venedik'te, Hamburg'da yaşanan bu yeni dinamizmi yansıtırken, diğer yandan da, ademi merkeziyetçi bir çerçeve varsayan Rönesans idealinin hâlâ ne kadar diri olduğuna tanıklık ediyordu.


Barok müziğin doğuşu büyük ölçüde operanın doğuşuyla eşzamanlı olduğu söylenebilir. Bir grup âlim ve müzisyen, müzik eşliğinde söylendiği bilinen eski Yunan tragedyalarının nasıl diriltilebileceği üzerine tartışıyorlar. Bunların arasında, ünlü Galileo Galilei'nin babası Vicenzo Galilei bilinen kayıtlı ama bize kalmamış olan ilk operayı besteledi. Ardından Jacopo Peri ve Monteverdi, bugüne kalmış en eski operaları bestelediler- her ikisi de Orpheo ve Eurydice efsanesini sahneliyordu.


Barok besteci ve düşünürlerin Rönesans müziğine yönelttikleri temel eleştiri, metni anlaşılmaz hâlâ getirmesi, hatta onu, ruhuna ve anlamına aykırı bir doğrultuda yorumluyor olmasıydı. Bir örnek vermek gerekirse "seni seviyorum" ya da "çok pişmanım" gibi cümlelerin 13 ses tarafından seslendirilmelerinin cümlenin/dizenin mahremiyetine halel getirdiği söylenebilir.


Erken dönem Barok bestecilerinin bu soruna buldukları çözüm önceleri "monody" sonra "sürekli bas" (basso continuo) diye anılan bir teknikti. Bu çerçevede, temel akorları basan bir sürekli basın üzerinde, üst sesler melisma diye anılan akışkan süslemelerle melodinin akışını temin ediyordu.


Ancak bu çözümü geliştiren erken barok besteciler bugün hâlâ genellikle "eski müzik" kapsamında ele alınıyor. Biz de birinci dönemimizi bu bestecilerle kapatmış olduk. Tonal müziğin (ve pop ve rock müziklerinin de) omurgasını oluşturan majör ve minör dizilerin yerleştirilmesi ve şan müziğindeki gelişmelerin enstrümantal müziğe uyarlanması Yüksek Barok'un Vivaldi, Haendel, Scarlatti ve Bach'ın elinde gerçekleştirildi.


İtalya'da Birinci Kuşak


Şimdi, Barok müziğin kabaca dört kuşağa ayrıştırılabilecek bestecilerini bu süreçlerle ilişkili olarak yerleştirmeye çalışalım...


Barok Çağ'ın kültürel merkezi diye andığımız İtalya bu dönemde din savaşlarına sahne olmadı, belki bu yüzden 1560'lar ve sonrasında doğan, ufuk açıcı verimlerini yüzyıl dönümü sırasında veren ilk kuşak Barok besteciler, getirdikleri bütün teknik yeniliklere karşın, başka neredeyse her bakımdan Rönesans'ın manevî iklimine aittiler. Bunun hangi bakımlardan böyle olduğunu bazı yaşamöyküleriyle örneklemeye çalışalım:


Platonik Akademi'den Camerata Bardi'ye


Barok kültürünün serpildiği ve kendini süreklileştirdiği kurum, birer tartışma ve fikir kulübü gibi çalışan akademiler oldu. Kurulan bu anlamdaki ilk akademi, herhalde daha 1439'da Cosimo di Medici öncülüğünde Floransa'da kurulan "Platonik Akademi" idi[8]. Daha sonra "akademi"nin yanısıra "camerata" gibi adlarla da anılan bu tür kurumlar İtalya'dan başlayarak bütün Avrupa şehirlerine yayıldı. Müzik tarihi açısından bu "camerata" içinde en önemli olanı, Floransalı bir soylu olan Kont Giovanni di Bardi tarafından herhalde 1573'de kurulan Camerata Fiorentina -ya da tam adıyla, Camerata de Giovanni Bardi des Contes de Vernio- idi. (Tarihin yaklaşık niteliği, kaynakların yetersizliğinden değil, topluluğun yarı-kurumsal yapısından kaynaklanıyor. Gündemli bir dostlar sohbeti şeklinde başlayan bu toplantıların hangi noktada "camerata" nitelemesine kavuştuğunu kestirmek güç.) Carlo Roberto Dati'ye ait, 17. yüzyıldan kalma ama o günleri anan bir elyazması toplantıların ne kadar gayrı-resmî bir hava içinde sürdürüldüğü hakkında bir fikir veriyor: "Jacopo Corsi'nin konutunun kapıları, kamuya açık bir akademiymişcesine güzel sanatlardan tad alan herkese açıktı. En başlarında Tasso, Chiabrera, Marino, Monteverdi, Muzio Efrem ve bini aşkın yakınlarının bulunduğu bir yazarlar, şairler ve müzisyenler topluluğu ve eşraf orayı sık sık ziyaret ederdi."[9]


Camerata üyelerinden Galileo Galilei'nin babası Vincenzo Galilei'nin Dante'nin Cehennem'inden Ugolino bölümü için bestelediği, 'operamsı' tarzdaki herhalde ilk müziğin kayıtları günümüze kalmamış; akademi üyelerinden kalan müzikler içinde ise en önemlileri olarak Caccini ve Jacopo Peri'ninkiler sayılabilir.


Barok müzik, teorik tartışmaların yapılan müzik kadar önemli olduğu, hatta başlangıcında teorik tartışmaların müziği öncelediği bir tarz olması bakımından istisnaî bir örnektir. Dönem bestecileri yayınladıkları notaların başına, müzikte ne yapmaya çalıştıklarını açıklayan, neredeyse birer manifesto niteliğindeki önsözler ekliyorlardı. Örneğin, 1545-1618 yılları arasında yaşamış olan Giulio Caccini 1602'de yayınladığı ve Le Nove Musiche adını verdiği madrigaller derlemesine yazdığı önsözde şöyle diyordu:


- "Olağan pratiği izleyerek, ara ("inner") sesleri bir tutkuyu ifade etmek üzere çalgıların icra etmesini istediğim durumlar dışında, insanların adeta ahenk (armoni) içinde konuşabilecekleri, şarkı karşısında belirli bir soylu bir kayıtsızlık takınarak, sabit tutulan bir bas nota üzerinde arada sırada kimi kakışımlardan da ("dissonance") geçebilecekleri bir şan tekniği kullanacakları bir müzik ortaya koymaya çalıştım.


Yine Caccini'nin tanıklığına göre, eserin Roma'daki dinleyicileri, "tek bir telli çalgı eşliğinde tek bir sesin ahengi ile ruhun tutkularını böyle güçlü bir şekilde etkileyebilmesi ile daha önce hiç karşılaşmadıklarını" söyleyerek kendisini bu yolda devam etmek için teşvik etmişler. [10]


Günümüze ulaşan ilk 'gerçek' opera ise Jacopo Peri'nin 1597'de bestelediği ve 1600'de sahnelenen Eurydice'si oldu.


Daha sonraki 300 küsur yılın alışkanlıkları açısından bakıldığında Barok dönemin şaşırtıcı gelen özelliklerinden biri, rakip müzisyenlerin birbirleriyle kurdukları işbirliklerinin zenginliği… Örneğin, Peri'nin ikinci operası Daphe'nin bazı arya ve bölümleri Caccini tarafından bestelenmişti. Bu tür ortak yapımların en büyüğü ve gösterişlisi Floransa Grand Dükası Ferdinand de Medici ile Fransa Prensesi Christine de Lorraine'nin düğün kutlamalarının doruk noktasını oluşturan La Pellegrina gösterileriydi. La Pellegrina 'nın gerçekleşmesi için, aralarında Bardi, Caccini ve Peri'nin de bulunduğu altı besteci işbirliği yapmıştı.


Monterverdi


20. yüzyılın ikinci yarısından beri tarih-yazımına egemen olan eğilim "büyük adam tarihçiliğinden" ("deha tapımından") uzak durmak, kopuşlardansa sürekliliği, beklenmedik olandansa öngörülebilir olanı, olaylardansa yapıları vurgulamak yönünde oldu. Bu eğilimin insan varoluşunun (öznelliğinin) dünyevîliğini, tarihselliğini daha açık seçik görmemize, tarihselliğin insan için nasıl neredeyse bir doğa mertebesinde (katılığında) olduğunu kavramamıza, tekniğin, gündelik olanın -hastalıkların, alet kullanımının, genel olarak maddî tarihin, eylemlerimizdense alışkanlıklarımızın- hayatımızda tuttuğu genellikle görünmez yerin görünürlük kazanmasına olağanüstü bir katkısı oldu. Ancak ifade biçimlerinin tarihine, özel olarak da sanat tarihine, maddi tarihin terimleriyle yaklaşmak, beraberinde estetik olanın özgüllüğünü de gözden kaçırmak tehlikesini de getiriyor. Çünkü estetik olan, bir anlamda tam da sürekliliklerin kırıldığı, olağan-dışının tarihsel olana nüfuz ettiği deneyim alanının adıdır.[11]


Konumuza dönecek olursak… 15 Mayıs 1567'de Cremona'da doğan Monterverdi, çağdaşları ve akranlarıyla, Jacopo Peri'yle, Caccini'yle, Vincenzo Galilei ile aynı tasaları, aynı hedefleri paylaşıyor, aynı teorik tartışmalara katılıyor, müzik bestelerken aynı teknikleri kullanıyor, benzer toplumsal ilişkiler içinde yer alıyordu. 1605'te yayınladığı beşinci madrigaller kitabına yazdığı önsözde, çağına (daha doğrusu akranlarının çağını yorumlama tarzına) ne kadar sadık olduğunu, akranlarıyla aynı ilkeleri benimsediğini açıkça dile getiriyordu.[12]Gerek Claudio Monteverdi bu önsözde, gerekse daha sonradan tartışmaya katılan kardeşi Giulio Cesare "primo prattica" diye niteledikleri eski bestecileri, sözleri armoniye tâbî ("metresi") kılmakla eleştiriyordu. Giulio Cesare'nin abisi Claudio'nun yanısıra Peri ve Caccini'yi de andığı "seconda prattica" uygularıyıcıları ise melodiye, söze ve genel olarak ifadeye haysiyetini iade etmeyi hedefliyorlardı. Burada dile gelen görüşler, Caccini'nin 3-5 yıl önce yazdığı Le Nove Musiche önsözünde dile getirdiği görüşlerden temelde çok da farklı değildi. (Caccini'nin kendisi yeni müzikle ilgili olarak "stile rappresentativo-temsilî üslup" terimini kullanmıştı.)


Ancak bütün bu aynılık ve benzerliklere karşın, Monteverdi'nin başarısının erken Barok'un başarı kıstasları içinde değerlendirilemeyeceğini, bu ksıtasların oluşturduğu değerlendirme çerçevesini aştığını ya da hiç değilse, onun dışında kaldığını söylemek mümkün. Ne demek istediğimi bir karşılaştırma ile örneklemeye çalışayım. Benimkiler gibi modernist bir terbiyeden geçmiş kulaklar için Peri'nin eserleri, örneğin Eurydice operası, eninde sonunda ilginç bir deney olmanın ötesine geçemiyor ve uzun süre dinlendiğinde açıkça can sıkmaya başlıyor. Bu bağlamda İtalyanca biliyor olmak ya da olmamak, önemli... İtalyanca biliyor olsaydım Peri'nin "şakıyan cümlelerinin" ("parlar cantando") verebileceği estetik hazzı tahmin edebiliyorum. Ancak burada yapıtının duygusal/düşünsel içeriğinin ifade edilmesi işlevi tamamen sözlere yüklenmiş, müzik, belki de erken barok müzik teorisyenlerinin kasdettiği bir şekilde, tamamen eşlikçi bir konuma indirgenmiş durumda. Aynı şey, Monteverdi'nin bazı eserleri için de geçerli; örneğin ünlü L'amento d'Arianna sözkonusu olduğunda, eser gücünü melodinin bütün akışkanlığına karşın gücünü müzikalitesinden çok şiirselliğinden alıyormuş gibi geliyor bana... Oysa Monteverdi'iyi diğer operalarında ve kimi madrigallerinde önemli kılan merkezinde çatışmanın yeraldığı müzikal bir bütün içinde seslerin, sözcüklerin kazandığı müzikal değer.


İki besteci arasındaki, (belki birinci fark ile ilişkili) önemli ikinci bir fark ise, librettolarından hareketle daha kolaylıkla örneklenebilir. Jacopo Peri'nin gerek müzikal, gerekse edebî dili alabildiğine alegoriktir. Onun eserlerinde kavramlar ("ahenk" gibi, "çatışma" gibi kavramlar) ya da kavramlarla bire bir temsil ilişkisi içinde olan tanrılar sahne alır. Duygular da, her bir duyguya (hatta kelimeye) den düştüğü fazedilen müzikal formüllerin birbirlerine eklenmesi ile ifade edilir- örneğin, coşkulu duygular yükselen biri melodik dizi ile ifade edilir, topraktan sözedildiğinde tonlar pesleşir, "gök" ve "güneş"e bakır nefesliler eşlik eder vs.


Diğer yandan Orta Çağ ve Rönesans boyunca edebî ve verime egemen olmuş olan "yüksek üslup/düşük üslup" ayrımı titizlikle korunur. Bu ayrımı temel olanla anlayışa göre tarjik olanla komik olan, soylu duygu ve durumları ifade etmek için kullanılan ağır aksak, akışkan dille, daha avam ve düşkün olanı dile getiren kaba saba, ritmik dil asla birbirlerine karıştırılmamalıdır. Oysa Monterverdi'nin başarısının, biraz Shakespare'inkini andırır bir tarzda tam da bu farklı düzlemleri içiçe geçirmek olduğu söylenebilir. Rönesans'ın bireyselliğin oluşum tarihinde oynadığı rolden sık sık sözedilir. Oysa İtalyan sahnesinde gerçek anlamda psikolojik derinliğe sahip kişilerin ilk kez Monteverdi'nin özellikle 1642'de Venedik'te sahnelenen son operası L'incoronazione di Poppea'da (Poppea'nın Taçlandırılması) belirdiği söylenebilir.[13]


Son olarak Moteverdi'nin hayatına dair birkaç şey ekleyelim çünkü sözkonusu hayat bir geçiş döneminin bütün izlerini, bir tohum halinde de olsa barındırıyor. Bu hayat çeşitli dönemlerinde geleneksel olan himaye ve hizmet kutbu ile nisbeten daha modern olan liyakat ve özgür işgücü kutbu gerilimi arasında yaşanmış. Monteverdi ile ilk kez, yeteneği sayesinde doğduğu şehir Cremona'da yükselen bir genç olarak karşılaşıyoruz. Daha 20 yaşına varmadan çeşitli motetler, şarkılar ve dinî kantatlar bestelemiş, 20 yaşında dünyevî konular üzerine bestelediği ilk madrigaller kitabını yayınlamış. 1589'da çıktığı ilk önemli yolculukta yörenin büyük mekezi Milano'nun yanısıra Mantua'ya gitmiş ve burada büyük bir olasılıkla şehri 1328'den beri yönetmekte olan Gonzaga ailesinin varisi Dük I. Vincenzo'nun huzurunda bir konser verdi ve üç yıl sonra 1592'de Mantua'da suonatore di vivuola ("keman ve/veya viol çalıcısı") olarak çalışmaya başladı. Bu ilişki, 1612'de Dük'ün ölümüne kadar Monterverdi'nin erken yetişkinlik hayatına damgasını vuracaktı. 1595'te Monteverdi, bizdeki askerlik hizmetini çağrıştıracak şekilde Dük'ün Avusturya-Macaristan'a destek vermek üzere çıktığı Osmanlı seferine katıldı; 1599'da yine Dük'le birlikte Flanders'da ("Felemenk") kaplıcalara girdi. Gördüğü bütün rağbete karşın, bir önceki maestro di capella'nın ölümüyle boşalan kadroya Monteverdi'nin yerine daha nüfuzlu olan Berbardo Pallavicino atandı.


Bu dönemde evlenen ve biri bebekliğinde ölen üç çocuğu olan Monteverdi için 1607 yılı birçok bakımdan bir dönüm noktası oldu. İlk operası Orfeo Mantua'da sahnelendi, aynı zamanda doğduğu şehir Cremona'nın akademisi "Acamedia degli animosi"ye ("zevkler ya da zevk sahipleri akademisi") seçildi. Eylül ayında karısını kaybeden Monteverdi, derin bir depresyona girerek doğduğu şehir Cremona'ya çekildi ve bir yıldan fazla bir süre orada kaldı. 1610 yılında yeni bir iş aramak üzere yolculuklara çıktı, Roma ve Venedik'e gitti. Amam patronu ve hamisi Dük I Vincenzo ayrılması için gereken onayı vermedi ve babasının yüzelli küsur yıl sonra Leopold Mozart'ın Salzburg başpsikoposu nezdindeki çabalarını haber verircesine Dük'e yaptığı başvurular da sonuçsuz kaldı. Monteverdi ancak 1612'de Dük'ün ölümünün ardından 1613'te Venedik'in en önemli müzikal mevkii olan St. Mark kilisesinin maestro di capella'lığı için açılan yarışmaya katılarak kazandı ve 1643'teki ölümüne kadar hayatının geri kalan kısmını Venedik'te geçirdi.






[2]Son Roma imparatoru hakkında eğlenceli bir kaynak için bkz. http://www.mmdtkw.org/VRomulusAug.html




[3]Charlesmagne ve İmparatorluğu'nun kurulması ve dağılması hakkında, yine eğlenceli iki kaynak için, bkz http://www.ku.edu/kansas/medieval/108/lectures/carolingian_empire.htmlve http://www.ku.edu/kansas/medieval/108/lectures/carolingian_empire_fall.html.




[4]Carolus Magnus'un kendisi okuma yazma bilmiyordu. Hayatı boyunca bu becerileri edinmeye çalıştığı ama ancak okumayı zar zor sökebildiği, yazmayı hiçbir zaman beceremediği söylenir. Gerek okruyazarlık bilgisinin yaygınlaştırılmasında, gerek klasik kültürün diriltilmesine ve hatta imparatorluk kavramının yeniden ihdas edilmesinde, en önde gelen danışmanı "ulema"dan Alcuin'di.




[5]Buna rağmen İtalyanlar'ın Varolus Magnus'un düzmece üvey oğlu Bernard'ın saltanat talepleri, çevresinde birleşrek ayaklanmasına engel olamadı. Louis rakibine karşı ezici bir zafer kazandıktan sonra Bizans töresine uyarak onun gözlerine mil çekilmesine karar verdi. Ancak celladın beceriksizliğinden ötürü kızgın demir doğrudan beyne giden optk life değince, Bernard acı şokundan ötürü öldü. Bu da, "sofu" lâkabına karşın Louis'nin Kilise ile, geçici bir süre için de olsa, arasının açılmasına yol açtı.





[7]http://www.fordham.edu/halsall/source/pc-of-god.html





[9]Annibale Giunario "The Camerata Fiorentina",




[10]Nicholas Anderson Baroque Music, Thames and Hudson, 1994. s, 14.




[11]Belki, bir adım daha ileri gidilerek "tıpkı dinsel olan gibi" denebilir. Müziğin en eski zamanlardan beri ibadetle yakından ilişkili olduğunu ve bu ilişkisini dinî duyarlığın hızla geri çekilmekte olduğu modern zamanlarda da koruduğunu biliyoruz. Woodstock'u düşünün.




[12]http://www.hoasm.org/VB/VBMonteverdi.html




[13]Bu çerçevede, Poppea'nın bildiğimiz kadarıyla konusu mitolojik ya da dinî değil tarihsel olan ilk opera olması da herhalde konuyla ilişkisiz değil.



0 yorum: