Rönesans etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rönesans etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2007 Pazar

22 Nisan İz ve İfade

Dün tuttuğum notta, Michelangelo’nun Meryem yüzlerinde ifadesini bulanın, onun kendini dünyada bulduğu bir durum olarak Anne (ve hatta belki genel olarak taşla) ilişkisiyle ilgili olarak okunabileceğine dair bir şeyler söylemiştim.

Ama tabii, tecrübeli ve hassas bir göz, bu “ifade”yi yalnızca Meryemler’in yüzlerinde değil, diyelim kumaş kıvrımlarının yontuluş tarzında da görebilecektir. (Henüz, Net’teki resimlerden bir ayrıntıyı alıp büyüterek blog’a yapıtşıramıyorum. Bugünkü notta sürdürmeye çalışacağım argümanı görsel malzeme eşliğinde okumak isteyenler, örnek olarak Vatican Pieta’sındaki Meryem’in yüz ifadesi ile kumaşların dökülüşü arasaındaki uyumla, Musa’nın yüz ifadesi ile onun dizlerindeki kumaşın yere düşüşü arasındaki uyumu karşılaştırabilirler. Demek istediğim, Pieta’da yalnızca Meryem’in yüz ifadesi değil, kumaşın yontulmasındaki yumuşaklık da, Michelangelo’yu Leonardo’ya yaklaştıran faktörlerden biri.

Tabii, burada biyografik bir sorun yok değil. Michelangelo ile Leonardo’nun ‘esas’ karşılaşmanın Pieta’nın tamamlanmasından sonra, 1503-4 arasında Floransa’da gerçekleştiğini biliyoruz. Yine de, Leonardo’nun temsil (ifade ?) ettiği türden bir malzeme-madde-anne deneyiminin daha 1500’ü başında Michelangelo için de ulaşılabilir olduğunu düşünebiliriz.)

Michelangelo’nun elinin Meryem’in yüzünü yontarkenki davranışları ile kumaşın kıvrımlarını yontarkenileri ayrıştırmak mümkün– çeşitli biçimlerde... Örneğin, yüzü yontarken bir şey temsil (ve/veya ifade) etmeye çalıştığını, kumaşları yontarkenki davranışının ise iz bıraktığını söyleyebiliriz. (Gerçi bir noktada “temsil”le “ifade” arasındaki ilişkiye de girmemiz gerekecek, ama o, daha sonraya...)

Ne fark eder? Bu ayrım niçin önemli?

0 yorum:

19 Nisan 2007 Perşembe

19 Nisan Anamaddemiz

“Anne”nin öneminden bahsettiğimizde, anne ile kurulan ilişkiyi diğerleri aleyhine önemsiyor gibi algılanıyoruz. “Anne ile ilişki önemlidir ama baba ile olan ilişki de önemlidir, kardeşlerle kurulan da” tarzından cümlelerle karşı çıkılabilecek bir şey değil kasdedilen. “Anne” (“mader”, “mother”, “mutter”) kelimesinin bütün batı dillerinde “madde” ile akrabalığına dikkat çekerken işaret etmek istediğim bu.

Bundan bir süre önce mimarî bir yapıdan hareketle ilişkiler üzerine bir şeyler yazmıştım:

“ “İlişki kurmak”, “ilişkilenmek”, besbelli, ikincil oluşumlar; adın (“ilişki”nin) işaret ettiği şeyi veri kabul ediyorlar; adın işaret ettiğini, ilişkileri, mümkün kılan bağlanmaları adlandırmak için “ilişmek” kadar asgarî bir fiil mi sunuyor anadilimiz bize? Onca önemsediğimiz, çoğu zaman hayatımızın merkezini tutan kanlı canlı ilişkilerimiz, dünyaya –nesnelere, kişilere, topluluklara– ilişmelerimizden mi ibaret? Ürpertici bir düşünce...”

Eğer bu yazdıklarım doğruysa Anne ile olan ilişkimiz aslında bir ilişki değildir dememiz gerekiyor. Bütün ilişkilere, duyusal niteliklerini, renklerini, ritmlerini, koku, doku ve tınılarını kazandıran, onların malzemesine dair aslî bir tanışlığın kaynağı olan bir durumdan sözediyoruz (pre-Oidipal) “anne” derken. Anne çocuğun kendisini içinde bulduğu durumun, kendisinden benliğini kurduğu, yaptığı malzemenin adıdır. Belki “anlam öncesi değer” gibi bir şey demek gerekiyor; İngilizce “value”nun karşılığı olarak “değer” değil, bize anlamdan önce “değmiş” olan anlamında “değer”....

Michelangelo, yetişkin hayatında bu tanışıklığın en çıplak biçimini, herhalde, taşla, mermerle kurduğu ilişkide buluyordu. Taş onun için, Türkçe’de “taş gibi kadın” dediğimizdeki “taş”a belki benzeyen, belki benzemeyen bir değer ifade ediyordu. Çeşitli Meryemler’inin yüzünde ifade ettiği, “taş olmaklığın” kendisi için taşıdığı bu “anlam öncesi değer”e dair bir şeydi herhalde.

Çeşitli konuşmalarda, seminerlerde Erikson’un oral döneme atfettiği “temel güven”i açımlamak için “dünyada olmanın soluk alıp vermek kadar zahmetsiz bir hali” gibi bir deyiş kullanır, Ülkü Tamer’in “içime çektiğim hava değil gökyüzüdür” deuişini (kitap başlığını) anarım. Michelangelo’yu büyük kılan şeylerden biri, taşın nasıl içinde nasıl soluk alıp verilebilecek bir malzeme olduğunu (taşın da soluk alıp verebileceğini ?) göstermekti.

0 yorum:

18 Nisan 2007 Çarşamba

18 Nisan Dört Anne Üç Ressam (2)

Michelangelo





Modern ideallerimiz açısından baktığımızda, gözden geçirmekte olduğumuz üç ressam arasında çocukluk deneyimi en tipik olanının Raffaello olduğunu düşünebiliriz. Oysa, Rönesans koşulları açısından en tipik olanı, Michelangelo. 24 Mart 1475’teki doğumundan bir ay sonra Michelangelo bir sütanneye verilir. Biyolojik annesi kendisine kalan süre içinde üç oğul daha doğurduktan sonra Michelangelo 6 yaşındayken ölür.

“Raffaello’nun anababası iyi bir şeyler yapmış olmalılar (...)

Vasari kesinlikle öyle düşünüyordu. Çok iyi bilindiği gibi bir sütanneye gönderilen Michelangelo’nun aksine, Raffaello’ya kedi annesi bakmıştı; ve sanatıyla ilgilenmeye teşvik edileceğine babası tarafından dövülen Michelangelo’nun aksine, Raffaello kendisi de ressam olan babasından sevecen bir resim eğitim almıştı” (s 72) [1].

Bir tek bu veriden hareketle kesin bir sonuca varmak güç ama Raffaello’nun anası ile babası arasındaki sevgi de derin olmuş olmalı. Karısının ölümünden sonra Raffaello’nun babası Giovanni Santi ancak üç yıl yaşayabildi.

Daha önce yaptığı ve klasik diye “yutturduğu” örnekleri saymazsak, Merdivenlerin Madonnası Michelangelo’nun kendi adına yaptığı, bize kalan ilk özgün eseri.

Michelangelo’nun bunu izleyen “anne”leri, Vatikan’daki ünlü Pieta yontusunu ve Floransa’daki David’i bitirip, Leonardo ile Floransa’daki Şehir Meclisi Sarayı Toplantı Salonunu’nun karşılıklı duvarları için sipariş edilen freskler üzerinden yarışmaya girdikleri döneme denk düşüyor (1503-5).


















Bu dönemde “Meryem ve Çocuk İsa” konusunu ele alan dört iş yapmış. Bir yontu (Bruges Madonnası), iki kabartma (Taddei ve Pitti Tondoları) ve bir resim (Doni Tondo).


“Bu ilk Meryem imgelerinde Michelangelo, kabaca “eril” ve “dişil” diye nitelenebilecek iki ayrı ‘Anne’ (ya da Bakire) tasavvuru sundu. Her ikisi de yabancı müşteriler tarafından sipariş edilmiş olan Pieta’da da, Bruges Madonnası’nda da, Meryem Bellini’ninkiler ve Sandro Boticelli de dahil olmak üzere diğer Floransalı çağdaş ustalarınkiler gibi, İtalyan Rönesansı’nın tipik dişil Meryemler’ini andırıyor. (...) Ama Bruges Madonnası’nda bile, kalın fırçamsı kaşları, etli göz kapakları, derin göz çukurları, geniş ağzı ve yüzü Meryem’in dişilliğini dönüştürmüş. Bu dönüştürme Bruges Madonnası’nın dişiliğine daha bireysel bir nitelik katmakla birlikte ona tamamen gölge düşürmüyor (ya da hiç değilse çok kararlı, inatçı bir tarzda dönüştürmüyor). Oysa daha Merdivenlerin Madonnası’nda bile Michelangelo Meryem’le ilgili olarak “güzel” olmaktan çok “yakışıklı” bir tasavvura ulaşmıştı.” (s. 159-61).

“Pitti Madonna Michelangelo’nun açıkça erileştirilmiş kadınlarının ilki… Yüzü David’inkine o kadar benziyor ki, Michelangelo’nun iki işte aynı modeli kullandığı varsayılabilir. David’in alnı kırışıkken Meryem’inki düz ama ağız ve burunları aynı gibi duruyorlar.






















Erilleştirilmişiğiyle Michelangelo’nun yapıtındaki öncüllerine, Merdivenlerin Madonnası ve Vatikan Pieta’sına benzemiyor olsa da, ruh hali onlarınkini andırıyor. Çocuğu kucaklarken bile ona omzunu çeviriyor. (…)


Bruges Madonnası ise, belki Belçikalı patronların dileklerinden ötürü, Michelangelo’nun Anne-Çocuk yorumları arasında en geleneksel olanı… Pitti Madonnası’nda ve diğer kadın resmedişlerinde erkek bir model kullanmış olduğunu gizlemek için bir çaba harcamazken, burada taslaklarda kullandığı çıplak erkeği yontunun ağır kumaşlarla gizlenmiş kadın figürüne dönüştürmüş (…) Çocuk ise doğal olamayacak kadar büyük (taslaklarda kullandığı çocuk ya da bez bebekten de büyük. (…) Gerek büyüklüğü, gerek düşünceli ruh hali ile Leonardo’nun resimlerindeki Çocuk İsalar’ı andırıyor. (…)

Bruges Madonnası ise Michelangelo’nun Bakire Annleler’i arasında en ilgili olanıymış gibi duruyor; bu niteliğiyle de Leonardo’nun Meryemleri’ni andırıyor. Ama anaçlığı Oğul’un olgunluğu tarafından dengelenmiş gibi. Sanki Oğul ne kadar olgun ve bağımsız olursa, Anne de ilgisini ifade etmeye o kadar gönüllü olacakmış gibi.”










[1] Bu metindeki bütün alıntılar, Rona Goffen’ın Renaissance Rivals (Yale Univ. Press, 2000) kitabından.

0 yorum:

9 Nisan 2007 Pazartesi

9 Nisan Dört Anne, Üç Ressam (1)

Leonardo
Kısmen Freud’un yazısı sayesinde, Leonardo’nun hayat hikayesinin Rönesans’ın diğer büyük iki ustasının, Michelangelo ile Raffaello’nunkilere kıyasla daha iyi bilindiğini tahmin ediyorum.

“Leonardo, genç bir noter olan Ser Piero da Vinci'nin ve muhtemelen bir çiftçi kızı olan Caterina'nın evlilik dışı çocuğu olarak İtalya'da, Floransa kentine bağlı Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano'da dünyaya geldi.” Her ne kadar, Türkçe Wikipedia’da “Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilmişti ama hiçbir zaman meşru bir çocuk olarak görülmedi ve amcası Francesco dışında ailedeki kimseden sevgi görmedi” deniyorsa da, başka kaynaklar çocuğu olmayan genç üvey annenin Leonardo’yu kendi oğlu gibi benimsediğini ve büyük ihtimam gösterdiğini iddia ediyorlar. Ayrıca (Freud’un yorumlarının temel aldığı) ikinci yorum, Leonardo’nun kendi resimlerininin sembolizmi ve özellikle de Azize Anna ile birlikte Meryem ve İsa resminin iki başlı gövdesi ile daha tutarlı görünüyor.


0 yorum: