1 Aralık 2006 Cuma

Müzik Notları 1

1

Sesin Kaynağı: Titreşimler

Müzikten bahsedeceksek herhalde konuya esastan, yani sesten girmemiz gerekiyor. İlk bakışta çok basit gibi gelecek açıklamalarla başlayalım. Yani sesten... Çünkü “müzik” dediğimizde öncelikle “ses”ten bahsediyoruz. “Ses” nedir? Herhangi bir şeyin “ses” olabilmesi için ne gibi unsurlara ihtiyacı var?

Herhangi bir enerjinin ses olabilmesi için öncelikle olarak bir kaynağa ihtiyacı vardır. Bu kaynak, insan hançeresi olabilir, herhangi bir müzikal saz (keman, trombon, ut vs.) olabilir, bir araba klaksonu olabilir, komşuların ettiği kavga sırasındaki bağırış çağırışları olabilir.

Ama kaynak tek başına yeterli değil. Hatta, kendi içinde “kaynak” kelimesi bile yeterince açıklayıcı değil. Kaynak, bir titreşim yaratır. (Bu titreşim kavramına daha sonra döneceğiz). Ama kaynaktan kasdımız, sesin kaynağında yatan, iradî olan ya da olmayan heyecan, iştiyak ya da hareketse, bunun bir titreşime dönüşmesi için maddî bir zemine ihtiyacı olacaktır. Örneğin, ne kadar uğraşırsanız uğraşın bir gitar telinden, bir keman telinden elde ettiğiniz tınıyı elde edemeyeceksiniz (bu tını kavramına da geri döneceğiz). Kezâ, bir araba klaksonun yarattığı titreşim ile bir fren gıcırtsının yarattığı titreşim, fiziksel araçlarla kaydedilebildiği ölçüde, tıpatıp aynı olabilir; ama tınıları ve dolayısıyla kulağınızda bıraktığı izlenim kesinlikle birbirlerinden farklı olacaktır. Demek ki, en azında şöyle bir ayrıma daha gitmemiz gerekiyor: Sesin bir kaynağı olması, ama o kaynağın da bir araç, bir maddi zemin üzerinde hareket etmesi gerekiyor. Demek ki, kaynakla araç arasında bir ayrım gözetmemiz gerekiyor.

Şöyle örnekleyelim: Çığlık atan biriyle, şarkı söyleyen biri aynı aracı, aynı gırtlağı, hançereyi kullanıyorlardır. Ama kaynaktaki güdülenme, hissiyat, iletişim ihatiyacı herhalde her iki durumda aynı olmasa gerekir.

Gerçi henüz sesle müziği ayrıştırmaya başlamadık; dolayısıyla sesin kaynağına ille de insanî bir öznellik yerleştirmek sakıncalı, hatta yanıltıcı olur. Sesin kaynağı devrilmekte olan bir kavak ya da meşe ağacı ya da yıkılmakta olan bir bina olabilir. Bu durumda araç ağacın nasıl bir ortamda, bozkırda mı, bir yeşillikte mi, yeşillikteyse nasıl bir yeşillikte, binaysa, betonarme olup olmadığı, değilse, ne tür bir malzemeden yapıldığı olacaktır. Evet, ağaç devrilmiş, bina yıkılmışıtır; ama çıkan ses, devrilen ya da yıkılanın hangi malzemeden yapıldığına bağlı olacaktır (belki baştan beri araç yerine malzeme demek daha doğru olacaktı).

Demek ki, doğal olan ya da olmayan bir kaynak, bir köken var sesin kaynağında; bir de onun üzerinde işlediği bir araç ya da malzeme var. Bütün bunlar yeterli mi, “ses” dediğimiz varlığın oluşmasında?

Kaynak araç ya da malzeme üzerinde bir titreşim yaratır (daha ayrıntılı olarak açıklayacağmızs bir kavram). Ama o titreşimin bir titreşim olabilmesi için, bir ortama, tireşimin yarattığı enerjiyi kendi içindeki moleküler hareketlerle bize taşıyabilecek bir ortama, genellikle de havaya ihtiyacı vardır. “Hava” kavramı biraz soluk gelebilir bazılarınaza bu kadar ağır bir yükü taşımak için; ama bir an için “soluk” kavramını düşünün.

Hava bizi çevreler, içimize alıp verdiğimiz soluktur, barındığımız her mekânla, çer çöple, yeşillikle, betonarme ile, ahşapla, tuğlayla ilişki halindedir. İlk malzemenin titreşimin yaratığı dalgaları çevreye taşıyarak , benzer bir tireşimin onlarda da, yani çevreyi oluşutran madde de yankılanmasına yol açar. Ama kuşkusuz her malzeme bu tür bir yankılamaya aynı derece müsait değildir; bu yüzdendir ki, çıplak bir beton ortamda dinlenen müzikle, diyelim ahşap bir ortamda dinlenen müzik aynı tınlamayacaktır.

Ayrıca ilk titreşimin yarattığı dalgaları taşıyacak yegâne ortam hava değildir. Örneğin su alında da ses iştiebilmemiz, suyun da taşıyıcı bir ortam olabilmesinden ileri geliyor.

Son olarak bu titreşimlerin, dalgalanmaların “ses” halini alabilmeleri için, onları alımlayacak, üzerlerinde etki bırakabilecekleri, kısacası onları işitebilecek bir organ, bir kulak gerekir. (Burada, bir ortamda düşen bir ağacın yarattığı tireşimin, açığa çıkardığı enerjinin, onları işitebilecek bir “kulak” olmadığı takdirde “ses” olarak addedilebilip addedilemeyeceği tartışmasına girmeyeceğim.) Kulağın da, ses dalgalarını merkezî sinir sistemine (beyne) akarması da yine titreşimler, bu kez orta kulaktaki kemikçiklerin, çekiç, örs ve üzenginin titreşimleri aracılağıyla aktarılır.

Şimdi artık titreşimlere geri dönebiliriz. Titreşimlerin bazılarını, örneğin bir keman ya da gitar telinin titreşimlerinde, vurulan bir davulun üzerindeki titreşimlerde olduğu gibi. Ama bırakın içinde bulunduğunuz ortamdaki titreşimleri, kemanın ya da gitarın kasasında yankı bulan titreşimleri çıplak gözle görmek nadiren olasıdır. Oysa keman sesini gitar sesinden ayırdeden, yani tını dediğimiz şeyi vareden telllerinin niteliği kadar, hatta daha da fazla kasalarının tasarımı ve yapısıdır. O kadar ki, diyelim Steinway bir piyanoyu, daha mütevazı olan diğerlerinden ayırdeden, tellerinin ve tellere vuran “çekiçcik”lerin kalitesi olduğu kadar, hatta daha çok kasasında kullanılan ahşabın kalitesi ve kasanın yapımında gösterilmiş olan maharettir.

Ancak kasanın titreşimlerini (ve ortamdaki diğer titreşimleri) çıplak gözle göremediğimizi söylemiştim. Yine de bu titreşimlerin ürettiği enerjinin şiddetini, hatta deyim yerindeyse onların şeklini şemailini fiziksel aygıtlar aracılığıyla kaydedebilir, hatta görüntüleyebiliriz. İzleyelim:

Burada Fantasia’dan bir bölüm izlenecek....

Fantasia’yı seyrederken bence, bir, bunun bir çocuk filmi olmadığını kaydetmek gerekiyor. Ama daha da önemlisi, değişik çalgılar tarafından yaratılan titreşimler arasındaki hem benzerliklere, hem de farklılara dikkat etmek gerekiyor.

2

Dalgalar, Ses ve Gürültü

Bir önceki bölümde, sesin kaynağı olan titreşimlerden sözetmiş, bu titreşimlerin bize bir ortamda, genel olarak havada yol açtıkları dalgalar aracılığıyla ulaştığını söylemiştik. Titreşimin gücü, şiddeteti, şekli, ile ortamda yol açtığı dalgaların yapısı arasında bir uygunluk, bir rabıta vardır.

Nasıl mı? Çoğumuz için daha aşina olduğunu sandığım, sudaki dalgalardan hareketle anlatmaya çalışayım: Suya bir taş attığınızda suda bir merkezden yayılan, içiçe geçmiş ve düzgün çemberler biçiminde dalgalar oluşacaktır. Taşı atarken kullandığınız enerji, kas gücü ile suda oluşan dalgaların çeper ve sayıları arasında, aslında büyük bir olasılıkla matematiksel olarak saptanabilir bir ilişki olacaktır.

Ama başka olasılıklar da mevcut: Çocukluğumuzda çoğumuzun oynadığı bir oyun vardır: Durgun bir suyun üstünde yassı bir taşı sektirmece… Bu durumda oluşacak şekiller çemberden çok, büyük bir olasılıkla çeliştli elipsleri andıracaktır. Ama her iki durumda da, maematiksel olarak tarif edilebilecek bir düzenlilikten söz edebiliriz.

İşte, müzik aletlerinin havada yol açtığı dalgaların durumu da böyle… Bir obua ya da saksofonu üflediğimizde, bir piyano tuşuna bastığımızda, havada aralarındaki ilişkiler saptanabilen, düzenli ve belli aralıklarla tekrarlanan, örneğin “sinüs eğrisini” andıran düzenli bazı dalgalanmalar oluşacaktır.

Şimdi bir de akıntılı bir suya taş attığımızı ya da çırpıntılı ya da fırtınalı bir denizi düşünelim. Burada da elbette dalgalar olacaktır ama dalgaların düzeni klasik matematik tarafından tarif edilebilecek ve belirli bir düzen içinde tekrarlanan dalgalar olmayacaktır. (Ya da belki olsa olsa matematikteki “kaos teorisi” gibi yeni gelişmelerin bunları formelleştirebileceği düşünülebilir.) Ya da akıntılı bir suya taş attığımızda, bizim attığımız taşın yarattığı dalgalarla akıntının kendi yarattığı dalgalar önceden kestirilemeyecek etkileşimlere girişecek, beklemediğimiz, tarif etmekte güçlük çekeceğimiz yeni dalgalanmalara yol açacaktır.

Sesler dünyasında bu düzensiz hareketi “gürültü” diye adlandırıyoruz. Kırılan bir camdaki titreşimler havada son derece düzensiz bazı dalgalanmalara yol açacaktır. Keza anî bir fren yapmış bir otomobilin lastiklerinin asfaltla sürtüşmesinin yarattığı titreşimler de…

Peki, akıntılı bir suya taş atmanızın ses dünyasındaki mütekabili (dengi) nedir? Bir an için Taksim Meydanı’nın ortasında ya da Eminönü’nde durduğunuzu ve bir çığlık attığınızı ya da bir şarkı mırıldandığınızı hayal edin. Attığınız çığlık ya da mırıldandığınız şarkının yarattığı ses dalgaları çevreden kaynaklanan onca düzenli/düzensiz ses dalgalarıyla önceden kestirilemez ilişkilere girecektir. Bu karmaşık bütünlüğe (ya da bütünsüzlüğe) isterseniz şimdilik “kakofoni” (ya da daha teknik bir deyimle “kakışım”) diyelim— bu terimlere de daha sonra geri döneceğiz.

Ama şimdilik, buraya kadar söylediklerimiz geçici ve kısmî bir tanıma ulaşmamıza elveriyor: Klasik müzik sistemleri, düzenli sesleri örgütleme sanatıdır.

Ancak bu noktada iki uyarıda bulunmakta yarar var: Birincisi, buraya kadar yaptığımız düzenli (müzikal) ses ile gürültü arasındaki ayrımın tamamen fiziksel ölçütler üzerine dayandığı… Oysa, neyi ses neyi gürültü olarak adlandıracağımızın fiziksel olduğu kadar, psikolojik, işiten kişinin kulak alışkanlıklarıyla ilgili bir boyutu da var. İkinci uyarı ise, yukarıdaki geçici tanımda vurgunun “klasik” terimi üzerine olduğu… Oysa özellikle 20. yüzyıl müziği, fiziksel açıdan “gürültü” diye adlandıracağımız seslerin de pekala müzik tarafından içerilebileceğini kanıtladı.

İsterseniz devam etmeden önce bu durumu bir örnek üzerinden dinleyelim.

Serdar Ateşer... Mütareke Yılları... Birinci, ikinci ve sonuncu parça....

0 yorum: