25 Nisan 2007 Çarşamba

Uzakdoğudan Ortadoğuya Semineri Tanıtımı 27 Nisan Cuma

Uzakdoğu'dan Ortadoğu'ya İrfan Kültürü Semineri
27 Nisan Cuma'nın Konusu
Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya İrfan kültürü olarak adlandırılmış bir seminerde Doğu-Batı veya Çin-Batı ayrımının tartışılmasının şaşırtıcı bulmamak gerekiyor. Hatta katılımcıların büyük kısmının temelde batı kökenli bir kültürel oluşumun üyeleri olduğu dikkate alınacak olursa, aslında bu seminerin bu tür ayrımlardan bahsedilmeden yürütülebileceğini düşünmek şaşırtıcı gelmeli. Üstelik bu tür tartışmaların “buydu, hayır tam tersiydi” şeklinde kutuplaşmalara dönüşmesi de, eğer batılı bir ortam söz konusuysa, gayet normal karşılanmalıdır. Bir bakış açısına göre, tüm insanlar aynı biçimde düşünmüyorlar. İnsanları düşünce biçimlerine göre kabaca iki farklı gruba ayırmak ve yine bu bakış açısına göre, Çin’in merkezi olduğu bir Doğu düşünce biçimi alanı ve kuzeybatı Avrupa ile Kuzey Amerikanın en gelişmiş bölgesini temsil ettiği bir Batı düşünce biçimi alanı düşünmek mümkün gözükmektedir. Başka düşünce biçimlerinin varlığından da bahsedilebilir mi ve bu ikisi arasında melez oluşumlar düşünmemiz gerekir mi soruları elbette tartışılması gereken konulardır ama daha da önemlisi, bu Doğu-Batı düşünce biçimi ayrılığının kaynağının ne olduğu sorusudur. Çin yazısıyla ilgili tartışmalar veya Çin medeniyetinin içinde bu farklılığı neyin ortaya çıkardığının anlaşılması çabaları temelde bu ayrılığın nedeninin saptanmasıyla ilgili girişimlerdir ve bunların arasında en önemli yeri tutan da, Çin yazısının resimsel olduğu ve bunun Çinlileri daha farklı kıldığı iddiasıdır. Kimine göre Çin yazısı daha ilkel bir evreyi temsil ederken, kimine göre de bunun tam tersi söz konusudur. Diğer yandan, Çin yazısının hiç de resimsel olmadığı, bunun, etkisi popüler düzeyde ve hatta batı aydınları üzerinde hâlâ süren bir mit olduğu saptamasını da unutmamak gerekmektedir.

Bu hafta Çin yazısının resimselliği konusuyla başlayacak, ardından Çin’in farklı düşündüğü tezini öne süren bir çalışmayı temel alarak ne tür farklılıkların söz konusu olduğunu anlamaya çalışacağız. En son olarak da kısaca sözlü-yazılı kültürler ayırımına değineceğiz. Bu arada seminerin özellikle Çin yazısıyla ilgili kısmında, tamamen yabancısı olduğumuz bir konuyu daha anlaşılır kılabilmek için görsel malzemeden de yararlanılacak.

0 yorum:

24 Nisan 2007 Salı

23 Nisan Aidiyet

Bir anekdot, belki bu notlarla ne yapmaya çalıştığımı, neyin peşinde olduğumu anla(t)mama yardımcı olabilir.

Evvelsi gün uzun zamandır görüşmediğimiz bir arkadaşımla buluştum. Yazmanın sorunlarından, yazdıklarımızdan, yazmaya çalıştıklarımızdan konuşuyorduk. Kısa denemeler yazmayı özlediğini, ama kısa yazmaya kalkıştığında da, bunun bir “şıklık”tan ibaret kaldığını, mesele üzerine yoğunlaştığında da ortaya koca koca yazılar çıktığından yakınıyordu.

Belki çözümün her tek yazıda aynı sorunun farklı farklı izlerini sürerek yazmaktan geçtiğini, benim öyle bir şey yapmaya çalıştığımı söyledim. Bugünlerde neyin izini sürdüğümü sordu. “Aidiyet konusu” dedim. “Nasıl olup da aynı zamanda hem bu dünyaya ait olduğumuzu, hem de olmadığımızı söyleyebildiğimiz.” “Ha şu “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında” meselesi” dedi. “İri konu”.

Şiir herhalde biliniyordur ama ben yine de tamamını alıntıyayım:



Ne İçindeyim Zamanın


Ahmet Hamdi Tanpınar

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,

Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;

Koku bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

0 yorum:

22 Nisan 2007 Pazar

22 Nisan İz ve İfade

Dün tuttuğum notta, Michelangelo’nun Meryem yüzlerinde ifadesini bulanın, onun kendini dünyada bulduğu bir durum olarak Anne (ve hatta belki genel olarak taşla) ilişkisiyle ilgili olarak okunabileceğine dair bir şeyler söylemiştim.

Ama tabii, tecrübeli ve hassas bir göz, bu “ifade”yi yalnızca Meryemler’in yüzlerinde değil, diyelim kumaş kıvrımlarının yontuluş tarzında da görebilecektir. (Henüz, Net’teki resimlerden bir ayrıntıyı alıp büyüterek blog’a yapıtşıramıyorum. Bugünkü notta sürdürmeye çalışacağım argümanı görsel malzeme eşliğinde okumak isteyenler, örnek olarak Vatican Pieta’sındaki Meryem’in yüz ifadesi ile kumaşların dökülüşü arasaındaki uyumla, Musa’nın yüz ifadesi ile onun dizlerindeki kumaşın yere düşüşü arasındaki uyumu karşılaştırabilirler. Demek istediğim, Pieta’da yalnızca Meryem’in yüz ifadesi değil, kumaşın yontulmasındaki yumuşaklık da, Michelangelo’yu Leonardo’ya yaklaştıran faktörlerden biri.

Tabii, burada biyografik bir sorun yok değil. Michelangelo ile Leonardo’nun ‘esas’ karşılaşmanın Pieta’nın tamamlanmasından sonra, 1503-4 arasında Floransa’da gerçekleştiğini biliyoruz. Yine de, Leonardo’nun temsil (ifade ?) ettiği türden bir malzeme-madde-anne deneyiminin daha 1500’ü başında Michelangelo için de ulaşılabilir olduğunu düşünebiliriz.)

Michelangelo’nun elinin Meryem’in yüzünü yontarkenki davranışları ile kumaşın kıvrımlarını yontarkenileri ayrıştırmak mümkün– çeşitli biçimlerde... Örneğin, yüzü yontarken bir şey temsil (ve/veya ifade) etmeye çalıştığını, kumaşları yontarkenki davranışının ise iz bıraktığını söyleyebiliriz. (Gerçi bir noktada “temsil”le “ifade” arasındaki ilişkiye de girmemiz gerekecek, ama o, daha sonraya...)

Ne fark eder? Bu ayrım niçin önemli?

0 yorum:

21 Nisan 2007 Cumartesi

21 Nisan Devrim Tartışması

Nizamettin Uygar

Derrida’nın, devrim konusuna dâhil edilmesi, benim için öğretici olur; Umarım, Utku (bey lafını kaldırsak aramızdan?), Devrim ve Derrida konusunda bir şeyler yazar ve bu konudaki boşluğa değerli bir katkı sunmuş olur.

İskender’le ‘Devrim ve Bloğun tavrı’ yazışmamızı yayımlamamız sonucu, Utku’nun cevaben yazdıkları hakkında söylemek istediğim bazı şeyler var. Bu yazıyı, Utku’ya bir cevap olmanın ilerisinde, benim deneyimlerimin bilgisine dair bazı notların aktarımı olsun diye de yazıyorum.

Marks:’’dünya kulübelerden başka, saraylardan başka görünür’’ demekle, sadece sınıfsal bir farka dikkat çekmeyi değil, aynı zamanda bizim bilgilerimizin, o şeyle kurduğumuz ilişkinin yakınlığını, ona nereden baktığımızı ve o şeyin kendisini hissetme düzeyimizi de kapsadığını vurguluyordu, kanımca…

Devrim bahsinde, tercih ettiğim bir yaşama dair, deneyimlerimden çıkan sonuçlar üzerinden kurduğum cümleler, Utkunun yoğunlaştığı, Derrida konusu nedeniyle biraz anlaşılmaz hale gelmiş; ne demek istiyorum, hemen yazmaya başlayayım.

Gizli, açık, yazılı, yazısız, tüzük ve yasalardan, ’tek doğru’nun dışındaki ‘doğru’ya tahammül dahi göstermeyip yargılayan, devrimi rejime, devleti ele geçirmeye endeksleyen, devrimi kurumsallaştıran… muktedirlerlerden çok çekmiş bir devrimin içinden; zamanı gerçek kılan yaşadıklarımızın sorumluluğuyla;
Utku’nun ‘imkânsızın deneyi’ diyerek dudak bükmesine, bunu yaparken de cümleleri tahrif etmesine, yazıya bir deney nesnesi muamelesi yapıp, sonuçlarına kendini inandırmasına;
‘İdeolojik birlik’ ile ‘doğruların ideolojik birliği’; ‘iktidardan uzaklaşma’ ile iktidardan uzaklaşma cüreti’ arasındaki farkı ve ‘ ‘yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması’ fikrinin tarihini ve bu fikre anlamını veren öznelliği de yok sayan bir bakışa karşı da yazmaya çabalıyorum.

İnanç kavramı, doğru kavramına karakterini verebilme gücüne sahip bir kavram bana kalırsa. Bu nedenle, inandığı için doğru olduğuna hükmedilen her şey, benim için dışında durma gerekçesidir. Doğruların ideolojik birliğinden kastım da tamamen buradan bir bakışın ifadesidir. Doğruların ideolojik birliği, hayata yasalar koyup, o yasalar aracılığıyla hayata hükmetmeye, ‘hata’ kavramını muktedir kılıp, buna göre yargılar oluşturamaya, bir aradalığın harcının bu olduğuna, bizi kuran her şeyin de bu bilgiyle şekillendirilmesi gerektiğine olan inancı tarif etmek için oluşturulmuş bir ifadededir.

İdeolojik birlik ile Doğruların ideolojik birliği arasındaki farka dair bir şeyler söylemek zorunda bırakıldığım için (Utku’yla beni muhatap haline getiren yazıda, ideolojik birliğe dair herhangi bir fikir beyan etmemiştim),hemen belirteyim;
Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir. Ben bu birliğin dışındaysam, bunun ideolojik bir birlik olup olmadığı, bu birliğin doğru ya da yanlış şeyler söyleyip söylemediği hakkında bir yargıda bulunamam. Ben içerden bir bakışın sonucu olarak, bu birliği sağlayan ilkeleri tek doğru, bu doğruları hayatı belirleyen temel yasa, bunun dışındaki her pratiği ‘hata’ olarak yargılayıp, bizi ahlakın tahakkümüne hapseden, benin mutlak doğruluğuna hükmeden… Dünya görüşünü ‘doğruların ideolojik birliği’ olarak ifadelendiriyorum. Umarım farkı anlatabilmişimdir.

‘‘Negatif epistemoloji’’nin kaçınılmaz sonucu olarak ‘’dışarıda bırakma’’… Mevzuunda benim devrim kavramı hakkındaki görüşümün tekrar okunmasını öneriyorum; ama önce kısa bir sözüm var.:

Benim açımdan devrim, ‘budur’ denilebilinir bir konu değil, bu onu sınırlara hapseder. İkincisi, hep tekrarladığım gibi devrim neredeyse bitmeyecek bir süreç, bir pratiktir… Devrim konusunda ancak, bir ufuk çizilebilinir ve öncellere vurgu yapılabilinir ve yaşanmışlığın getirdiği olmazların ifade edilmesinden, deneyimlerin bilgisinden başka kelam etmenin çok da anlamlı olmadığı bir konudur. Şimdi okumaya geçebiliriz.

‘’Devrim benim için:

Doğruların ideolojik birliği yerine, herkesin kendi ‘yanlış’larının bir aradalığıyla da deney imlenen bir hayat için; bizi hedefe kilitleyen, ‘hata’ kabul etmeyen, bulunan her ‘hata’yı redakte eden bütün iktidarlardan uzaklaşma cüreti;
Bizi, devletten, bütünün tamamlanmışlığından, kusursuz olarak inşa edilen teknik kurumlaşmalardan… Azat eden ütopyanın, çokluğun etkinliği olarak bir gerçeklik haline gelmesi, yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir.’’

Cüret kavramı; benim için, devrimin, şifre çözücü kavramı olan antagonizmayı var etme kudretidir. Kapitalizmi üreten, karşıtların birliğinin, çelişkinin (işçi-sermaye ikiliğinin)bir doğruluk olarak, böylece kabullenmemiz gerektiğinin bize dayatılmasına karşı, kendi kuruculuğumuzun isyanıdır. Bizi çevreleyen iktidarın ‘dışarısı’nın arayışının da pratiğidir…

Bu nedenle,’’İktidardan uzaklaşma’ ile ‘…uzaklaşma cüreti’ arasında fark vardır. İlki bir sonuca göre konum alıp, o sonuç üzerinden konuşurken; diğeri bir pratiğe işaret eder ve sonuca dair bir söz söylemez, bir süreci anlatır… Bu nedenle,’’iktidardan uzaklaşmak mümkün müdür?’’, ‘’iktidar ve özne arasına kesin çizgi çizilmeli mi, çizilmemeli mi?’’ gibi sorulara, bahsi geçen yazı muhatab değildir…

‘Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması’, emeğin kurucu bir güç olarak, anti-kapitalist bir dünya tahayyülüne dair söylenmiş; Spinoza- Nietzsche-Guattari-Deleuze-Negri düşüncesinin felsefeyi yapma nedenlerini anlatan bir söylemdir. Yaşamı olumlama felsefesi olarak anılabilecek kadar da açıktan ifade ederler bunu… Ve iddia edildiği gibi, ‘’steril bir yaşam ‘’ savunusu da değildir. Steril yaşam arzusu, faşizme aittir. Ve burası konuşulamayacak olan yerdir…

Sanırım, yazıda ‘hayalet’ kavramı geçmeseydi ,Utku’nun cevabı ve bu yazı olmayacaktı. Çünkü bana cevaben yazılan yazı asıl olarak, ‘hayalet’ kavramına yönelik. Ben çok uzatamayacağım. Hayalet kavramı üzerine konuşacaksak kaynağından konuşmayı tercih ederim, yani Komünist Manifestonun başlangıç cümlesinden:

’’Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları. Muhalifleri tarafından komünist olmakla suçlanmamış muhalefet partisi nerede vardır? Bu lekeleyici komünizm suçlamasını, daha ilerici muhalefet partileri ne olduğu kadar, gerici hasımlarına karşı da gerisin geriye fırlatmamış muhalefet nerede vardır? Bu olgudan iki şey çıkıyor:
I. Komünizmin kendisi, daha şimdiden, bütün Avrupa güçleri tarafından bir güç olarak tanınmıştır.
II. Komünistlerin açıkça, tüm dünyanın karşısında, görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini yayınlamalarının ve bu Komünizm Hayaleti masalına partinin kendi Manifestosu ile karşılık vermelerinin zamanı çoktan gelmiştir. Bu amaçla, çeşitli milliyetlerden komünistler, Londra'da toplanmışlar ve İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Felemenk ve Danimarka dillerinde yayınlanmak üzere, aşağıdaki Manifestoyu kaleme almışlardır.’’

Sanırım, ‘’devrim asla bir hayalet değildir’’ sözünü nereye atfen söylediğim açıkça anlaşılmıştır…

Yazıyı Deleuze’ün önemsediğim bir sözüyle bitirmek istiyorum:

‘Devrim anti-kapitalist olduğu kadar,anti-çileci de olacaktır; ve yalnızca tarihsel görev ya da sınıf çıkarı fikrinden değil, arzunun gücünden doğacaktır…. Devrimciler, devrimin ödevden dolayı değil, arzudan dolayı istenip yapıldığını çoğunlukla unuturlar ya da bunu kabul etmekten hoşlanmazlar. Başka yerde olduğu gibi, burada da ideoloji kavramı gerçek sorunları… Gizleyen iğrenç bir kavramdır.’’

0 yorum:

19 Nisan 2007 Perşembe

19 Nisan Anamaddemiz

“Anne”nin öneminden bahsettiğimizde, anne ile kurulan ilişkiyi diğerleri aleyhine önemsiyor gibi algılanıyoruz. “Anne ile ilişki önemlidir ama baba ile olan ilişki de önemlidir, kardeşlerle kurulan da” tarzından cümlelerle karşı çıkılabilecek bir şey değil kasdedilen. “Anne” (“mader”, “mother”, “mutter”) kelimesinin bütün batı dillerinde “madde” ile akrabalığına dikkat çekerken işaret etmek istediğim bu.

Bundan bir süre önce mimarî bir yapıdan hareketle ilişkiler üzerine bir şeyler yazmıştım:

“ “İlişki kurmak”, “ilişkilenmek”, besbelli, ikincil oluşumlar; adın (“ilişki”nin) işaret ettiği şeyi veri kabul ediyorlar; adın işaret ettiğini, ilişkileri, mümkün kılan bağlanmaları adlandırmak için “ilişmek” kadar asgarî bir fiil mi sunuyor anadilimiz bize? Onca önemsediğimiz, çoğu zaman hayatımızın merkezini tutan kanlı canlı ilişkilerimiz, dünyaya –nesnelere, kişilere, topluluklara– ilişmelerimizden mi ibaret? Ürpertici bir düşünce...”

Eğer bu yazdıklarım doğruysa Anne ile olan ilişkimiz aslında bir ilişki değildir dememiz gerekiyor. Bütün ilişkilere, duyusal niteliklerini, renklerini, ritmlerini, koku, doku ve tınılarını kazandıran, onların malzemesine dair aslî bir tanışlığın kaynağı olan bir durumdan sözediyoruz (pre-Oidipal) “anne” derken. Anne çocuğun kendisini içinde bulduğu durumun, kendisinden benliğini kurduğu, yaptığı malzemenin adıdır. Belki “anlam öncesi değer” gibi bir şey demek gerekiyor; İngilizce “value”nun karşılığı olarak “değer” değil, bize anlamdan önce “değmiş” olan anlamında “değer”....

Michelangelo, yetişkin hayatında bu tanışıklığın en çıplak biçimini, herhalde, taşla, mermerle kurduğu ilişkide buluyordu. Taş onun için, Türkçe’de “taş gibi kadın” dediğimizdeki “taş”a belki benzeyen, belki benzemeyen bir değer ifade ediyordu. Çeşitli Meryemler’inin yüzünde ifade ettiği, “taş olmaklığın” kendisi için taşıdığı bu “anlam öncesi değer”e dair bir şeydi herhalde.

Çeşitli konuşmalarda, seminerlerde Erikson’un oral döneme atfettiği “temel güven”i açımlamak için “dünyada olmanın soluk alıp vermek kadar zahmetsiz bir hali” gibi bir deyiş kullanır, Ülkü Tamer’in “içime çektiğim hava değil gökyüzüdür” deuişini (kitap başlığını) anarım. Michelangelo’yu büyük kılan şeylerden biri, taşın nasıl içinde nasıl soluk alıp verilebilecek bir malzeme olduğunu (taşın da soluk alıp verebileceğini ?) göstermekti.

0 yorum:

18 Nisan 2007 Çarşamba

18 Nisan Dört Anne Üç Ressam (2)

Michelangelo





Modern ideallerimiz açısından baktığımızda, gözden geçirmekte olduğumuz üç ressam arasında çocukluk deneyimi en tipik olanının Raffaello olduğunu düşünebiliriz. Oysa, Rönesans koşulları açısından en tipik olanı, Michelangelo. 24 Mart 1475’teki doğumundan bir ay sonra Michelangelo bir sütanneye verilir. Biyolojik annesi kendisine kalan süre içinde üç oğul daha doğurduktan sonra Michelangelo 6 yaşındayken ölür.

“Raffaello’nun anababası iyi bir şeyler yapmış olmalılar (...)

Vasari kesinlikle öyle düşünüyordu. Çok iyi bilindiği gibi bir sütanneye gönderilen Michelangelo’nun aksine, Raffaello’ya kedi annesi bakmıştı; ve sanatıyla ilgilenmeye teşvik edileceğine babası tarafından dövülen Michelangelo’nun aksine, Raffaello kendisi de ressam olan babasından sevecen bir resim eğitim almıştı” (s 72) [1].

Bir tek bu veriden hareketle kesin bir sonuca varmak güç ama Raffaello’nun anası ile babası arasındaki sevgi de derin olmuş olmalı. Karısının ölümünden sonra Raffaello’nun babası Giovanni Santi ancak üç yıl yaşayabildi.

Daha önce yaptığı ve klasik diye “yutturduğu” örnekleri saymazsak, Merdivenlerin Madonnası Michelangelo’nun kendi adına yaptığı, bize kalan ilk özgün eseri.

Michelangelo’nun bunu izleyen “anne”leri, Vatikan’daki ünlü Pieta yontusunu ve Floransa’daki David’i bitirip, Leonardo ile Floransa’daki Şehir Meclisi Sarayı Toplantı Salonunu’nun karşılıklı duvarları için sipariş edilen freskler üzerinden yarışmaya girdikleri döneme denk düşüyor (1503-5).


















Bu dönemde “Meryem ve Çocuk İsa” konusunu ele alan dört iş yapmış. Bir yontu (Bruges Madonnası), iki kabartma (Taddei ve Pitti Tondoları) ve bir resim (Doni Tondo).


“Bu ilk Meryem imgelerinde Michelangelo, kabaca “eril” ve “dişil” diye nitelenebilecek iki ayrı ‘Anne’ (ya da Bakire) tasavvuru sundu. Her ikisi de yabancı müşteriler tarafından sipariş edilmiş olan Pieta’da da, Bruges Madonnası’nda da, Meryem Bellini’ninkiler ve Sandro Boticelli de dahil olmak üzere diğer Floransalı çağdaş ustalarınkiler gibi, İtalyan Rönesansı’nın tipik dişil Meryemler’ini andırıyor. (...) Ama Bruges Madonnası’nda bile, kalın fırçamsı kaşları, etli göz kapakları, derin göz çukurları, geniş ağzı ve yüzü Meryem’in dişilliğini dönüştürmüş. Bu dönüştürme Bruges Madonnası’nın dişiliğine daha bireysel bir nitelik katmakla birlikte ona tamamen gölge düşürmüyor (ya da hiç değilse çok kararlı, inatçı bir tarzda dönüştürmüyor). Oysa daha Merdivenlerin Madonnası’nda bile Michelangelo Meryem’le ilgili olarak “güzel” olmaktan çok “yakışıklı” bir tasavvura ulaşmıştı.” (s. 159-61).

“Pitti Madonna Michelangelo’nun açıkça erileştirilmiş kadınlarının ilki… Yüzü David’inkine o kadar benziyor ki, Michelangelo’nun iki işte aynı modeli kullandığı varsayılabilir. David’in alnı kırışıkken Meryem’inki düz ama ağız ve burunları aynı gibi duruyorlar.






















Erilleştirilmişiğiyle Michelangelo’nun yapıtındaki öncüllerine, Merdivenlerin Madonnası ve Vatikan Pieta’sına benzemiyor olsa da, ruh hali onlarınkini andırıyor. Çocuğu kucaklarken bile ona omzunu çeviriyor. (…)


Bruges Madonnası ise, belki Belçikalı patronların dileklerinden ötürü, Michelangelo’nun Anne-Çocuk yorumları arasında en geleneksel olanı… Pitti Madonnası’nda ve diğer kadın resmedişlerinde erkek bir model kullanmış olduğunu gizlemek için bir çaba harcamazken, burada taslaklarda kullandığı çıplak erkeği yontunun ağır kumaşlarla gizlenmiş kadın figürüne dönüştürmüş (…) Çocuk ise doğal olamayacak kadar büyük (taslaklarda kullandığı çocuk ya da bez bebekten de büyük. (…) Gerek büyüklüğü, gerek düşünceli ruh hali ile Leonardo’nun resimlerindeki Çocuk İsalar’ı andırıyor. (…)

Bruges Madonnası ise Michelangelo’nun Bakire Annleler’i arasında en ilgili olanıymış gibi duruyor; bu niteliğiyle de Leonardo’nun Meryemleri’ni andırıyor. Ama anaçlığı Oğul’un olgunluğu tarafından dengelenmiş gibi. Sanki Oğul ne kadar olgun ve bağımsız olursa, Anne de ilgisini ifade etmeye o kadar gönüllü olacakmış gibi.”










[1] Bu metindeki bütün alıntılar, Rona Goffen’ın Renaissance Rivals (Yale Univ. Press, 2000) kitabından.

0 yorum:

13 Nisan 2007 Cuma

13 Nisan Devrim Üzerine Bir Yanıt

Zamandan kazanmak için bundan sonra benim kişisel adresime (savasir@gmail.com) yollanan yazıları, aksi yönde bir not içermiyorlarsa, burada yayınlamakta sakınca görmeyeceğim. Bilgilerinize...:))) Utku Özmakas'ın Nizamettin Uygar'a yanıtını kendisinden izin almış olarak yayınlıyorum.



Bir ay kadar kısa bir süredir de sitenizi takip ediyorum. Bugün (08.04.07) sitede gördüğüm, Nizamettin Uygar ile girdiğiniz diyalogdaki bir nokta kafama takıldığı için sizi rahatsız ediyorum.

Kişisel düşünce gündemi -bitirme tezi olmasıyla nedeniyle- fazlaca Jacques Derrida ile yoğunlaşmış bir felsefe okuru olarak Sayın Uygar'ın metnindeki bir tümce okuduğum anda kafamda yankılanmaya başladı. Bu noktadan geriye doğru geniş bir düşünme alanına yayıldı. Öncelikle o tümceyi alıntılayarak başlayayım.

Devrim asla;Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uyma gayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndan çıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.

Buradaki "hayalet" metaforunun Derrida'ya bir gönderme olduğunu görmek zor değil ancak "Marx'ın Hayaletleri" ve "Marx ve Mahdumları" isimli metinleri hatırladığım, üzerine düşündüğüm zaman –en iyi niyetle- bir tür yanlış anlama ya da –en kötü niyetle- bir çarpıtma görüyorum. Ben bunu "yanlış anlama" olarak yorumlamayı tercih ediyorum. Peki neden bir "yanlış anlama"?

Sayın Uygar, bu paragrafta "devrim"i negatif epistemoloji yoluyla tanımlamaya çalışıyor. Bildiğiniz üzere negatif epistemolojik bir tanımlama yöntemi "dışarıda bırakma"ya dayanır ancak dışarıda bırakma, söz konusu bağlamın evrenin genişliği göz önünde bulundurularak çeşitli argümanlar aracılığıyla sınırlandırılmazsa yöntem size nesne kaybından başka bir şey getirmez. Sayın Uygar, tam da bunu yaparak öncelikle evreni küçültüyor.

Örneğin Devrim benim için:Doğruların ideolojik birliği yerine, herkesin kendi "yanlış"larının biraradalığıyla da deney imlenen bir hayat için; bizi hedefe kilitleyen, "hata"kabul etmeyen, bulunan her "hata"yı redakte eden bütün iktidarlardan uzaklaşma cüreti; bizi, devletten, bütünün tamamlanmışlığından, kusursuz olarak inşa edilen "teknik kurumlaşmalardan"Azat eden ütopyanın, çokluğun etkinliği olarak bir gerçeklik haline gelmesi, yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir.

Öncelikle bu daraltmadan başlayalım. "İdeolojik birlik", "iktidarlardan uzaklaşma cüreti", "yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması" gibi tartışılması gereken argümanlar taşıyor. Bu argümanlardan özellikle seçtiğim bu üçü bana "imkansızın deneyi" diyebileceğimiz bir noktadan bakıyormuş gibi geliyor. "İmkansızın deneyi" derken söz konusu "ideolojik birlik", "iktidarlardan uzaklaşma cüreti" ve "yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması" argümanlarının iyi niyetli ancak ontolojik bir olanaksız(lık) halinin söyleme dökülmesiymiş gibi geliyor. "Çağın tini" gibi kaypak bir ifadeyi kullanmayı göze alarak bu argümanları mümkün olan en kısa biçimde tartışmayı istiyorum. Bu nedenle de üç argümanın birleştiği "imkansızın deneyi"nden söz etmek istiyorum.

"Çağın tini" sizin de Mesele'deki söyleşinizde ifade ettiğiniz üzere bütünle uğraşmayı olanaksız kılıyor. Öyle ki artık aydının rolü de "bütün"ü kurtaracak çözümler üretme olmamalı. Söz konusu üç argümanın da taşıdığı "bütün(lük)" kaygısı bana olanaksız bir deneyimi çağrıştırıyor. Öncelikle ideolojik bir birlikten nasıl söz edeceğiz? Soruyu biraz daha Zizek'çi bir perspektiften ele alırsam: "İdeolojik birlik"ten ne anlıyoruz? Bu sorunun yanıtı kesin bir uzlaşım olamaz sanıyorum. Tarihin hiçbir devrinde sol görüşlerin (bakın dil nasıl ele veriyor, "-ler" diyoruz.) yekpare bir bütün olmadığı daha da açığı bunları aynı kanat altında toplasak bile kendi farklarını türetmeye devam ettikleri oldukça açık. Bu noktada, "ideolojik birlik" ifadesi bir yanılsama olmaya başlıyor, hedef şaşırtıyor. Gelelim "iktidardan uzaklaşma cüreti"ne. Açıkçası buradaki "cüret" sözcüğü içimin yağlarını eritiyor. Bu sözcüğün taşıdıkları olmasaydı "devrim" olabilir mi hiç? O kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam; ancak bir an için olsun bir hataya kulak verelim. "Cüret" sözcüğünü orada kaldırarak okuyalım: "iktidardan uzaklaşma". Ne kadar açık bir ifade değil mi? İktidarla özne arasında kesin bir çizgi çizip ikisinin arasındaki farka vurgu yapmak. Bu kadar açık ifadelerden hep korkmuşumdur. Yine korkuyorum. Açıkçası Michel Foucault'dan sonra ontolojik açıdan bu kadar temiz ve saf bir özne ya da iktidar vurgusu yapmanın ne kadar olanaklı olduğunu sormak geliyor aklıma. Bir soru olarak kalıyorum burada. Üçüncü nokta ise "yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması". Bu noktada da ufak bir itirazım olacak. Öncelikle yaşam dediğimiz şeyin bu kadar steril bir şey olarak görülmesinin ne kadar doğru olduğu kafama takılıyor. Yani bir an düşünelim, savunmalar iyi oynuyor, forvetler iyi oynuyor, kaleciler iyi oynuyor; sonuç? Gol yok! Böyle bir maçı kim izlemek ister? Dahası böyle bir maç, insan dediğimiz varlık yüzünden ne kadar olanaklı? Bu kadar mekanist bir anlayış pratik dünyada geçerli mi?

Kısa bir alanda toplamaya çalıştığım üzere, Sayın Uygar'ın alan daraltmak, negatif epistemolojik bir belirleme yapmak için yaptığı topoloji çalışması kendisine şüphe ile bakılacak argümanlara dayanıyor. Gelelim ikinci noktaya. Sayın Uygar, bu noktada katılacağım ve katılmayacağım birkaç saptama yapıyor. Bu bölümde yaptığı tanımlamalar ile ilk kısımda koyduğu argümanlar arasında bir çelişki olup olmadığına bakmak için karşılıklı bir okumaya şu anda ne yazık ki zamanım yok. Yine de bu noktada bir tek noktaya eğilmek istiyorum. O da daha önce sözünü ettiğim, "yanlış anlama" olduğu inancını taşımak istediğim, bir nokta. Sayın Uygar, şöyle diyor: "Devrim asla;(...) bir "hayalet" değildir." Hayalet? Aklıma doğal olarak Jacques Derrida geliyor. "Marx'ın Hayaletleri" isimli metniyle "markisist oğlanları" (kitabın özgün adındaki "sons" sözcüğüne ve Derrida'nın burada düşüncedeki eril egemenliğe yaptığı vurguya dikkat.) epey bir kızdırmış bu düşünür. Sayın Uygar'a bakılırsa (ki burada "açık seçik" bir ifadesi olmadığı için bıraktığı izin Derrida'ya yönelik bir taş olmadığını savlayabilir. Yani söylediklerimin bir aşırı yorum olup Sayın Uygar'ın düşüncelerinin dışında bir yere düşmesi riskini göze alıyorum.) Derrida'nın bu metninde "devrim bir hayalettir" yollu bir sav var; ancak söz konusu metinde böyle bir sav olmadığını dile getirmeliyim! Derrida burada Marx'ın hayaletlerinden söz ederek, Manifesto'da yer alan hayalet metaforundan yola çıkıyor ve üç farklı sahneyi (ki sahne metaforu kitabın anahtarlarındandır.) bir noktaya sabitleyerek Marxist düşüncenin mirasına yöneliyor. (Miras sorunu kitabın önemli bir başka anahtarıdır.) Marx'ın hayaletleri bir tane olmadığı için söz konusu mirasın olanaklı tek yorumu olmadığından söz eder. Hatta öyle ki hakkında yazılan eleştirilerden (Ghostly Demarcations'ın dışındaki) biri "sınıf"tan söz etmeden yazılan bu kitabın Marxist olduğu yollu iddianın komik olduğunu söylüyordu. Elbette bu savın kendisi komik; çünkü kitap boyunca Derrida Marxist olmanın olanaksızlığına daha doğrusu encounter bir Marxist olmanın olanaksızlığına vurgu yapıyor, miras denen şeyin buna olanak vermediğini anlatmaya çalışıyordu. Üstelik Derrida'nın, "Marx'ın Hayaletleri"nin -eğer böyle bir ifade olanaklıysa- "Marxist bir kitap" olduğu gibi bir savı da yoktu; tıpkı "devrim bir hayalettir" gibi bir savı olmadığı gibi. Sayın Uygar'ın bu vurgusu ne yazık ki Derrida'nın temel tartışmalarını kapsamayan bir noktadan konuşmakla kalmıyor aynı zamanda düşünüre söylemediği bir şeyi "atfediyor". Bu "atıf", -Türkçe'nin en sevdiğim deyimlerinden olan- "çırak çıkarmak" denen bir işleme denk geliyor. Vurgu, vur-kaç taktiği kullanılarak yapılıyor. "Hayalet" bir anda görünüp kayboluyor ama o kayboluş aklımızdan çıkmayacak bir sahne yaratıyor. "Atıf"ın talihsizliği de söz konusu "yanlış anlama"nın boyutuna taban tabana zıt bir biçimde oldukça kısa bir an içerisinde ifade edilip önemsizleştirilmesinde yatıyor. Bu "önemsizleştirme" (Lütfen, Ghostly Demarcations'taki "maddesizleştirme" eleştirisini referans alarak söz oyununda bulunduğum düşünülmesin.) ne yazık ki "devrim" tartışmasına olanak yaratabilecek bir zemini yok etmekle kalmıyor. "İroni" denen tehlikeli silahı devreye sokmak için bir ön-kavrayış alanı yaratmaya başlıyor.

Utku Özmakas

0 yorum:

9 Nisan 2007 Pazartesi

9 Nisan Dört Anne, Üç Ressam (1)

Leonardo
Kısmen Freud’un yazısı sayesinde, Leonardo’nun hayat hikayesinin Rönesans’ın diğer büyük iki ustasının, Michelangelo ile Raffaello’nunkilere kıyasla daha iyi bilindiğini tahmin ediyorum.

“Leonardo, genç bir noter olan Ser Piero da Vinci'nin ve muhtemelen bir çiftçi kızı olan Caterina'nın evlilik dışı çocuğu olarak İtalya'da, Floransa kentine bağlı Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano'da dünyaya geldi.” Her ne kadar, Türkçe Wikipedia’da “Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilmişti ama hiçbir zaman meşru bir çocuk olarak görülmedi ve amcası Francesco dışında ailedeki kimseden sevgi görmedi” deniyorsa da, başka kaynaklar çocuğu olmayan genç üvey annenin Leonardo’yu kendi oğlu gibi benimsediğini ve büyük ihtimam gösterdiğini iddia ediyorlar. Ayrıca (Freud’un yorumlarının temel aldığı) ikinci yorum, Leonardo’nun kendi resimlerininin sembolizmi ve özellikle de Azize Anna ile birlikte Meryem ve İsa resminin iki başlı gövdesi ile daha tutarlı görünüyor.


0 yorum:

7 Nisan 2007 Cumartesi

7 Nisan Devrim üzerine

Tam katkı yokluğundan yakındığım bir sırada Nizamettin Uygar’dan aldığım bir mektup aşağıdaki yazışmayı tetikledi. Onun da rızasını alarak aynen “yayınlıyorum”.


3 Nisan


Değerli İskender

Sizin blog'a her bakışımda haddim olmayarak, 'devrim fikri hakkında, 'emek' hakkında ne düşünüyor bu insanlar' diye düşündüm. Sizin de emek verdiğiniz bu kavramları yeniden düşünmeye çabagöstermek için ne yapmalı acaba?

selam ve sevgiler


Nizam

4 Nisan


Sevgili Nizam,
Bu soruları neden gruba ya da tercihan blog'a yöneltmiyorsunuz? O zaman belki bir tartışma başlatabiliriz.

sevgiler,
iskender

5 Nisan


Merhabalar
Tabi haklısınız, bir söz sarfedilince, sözün arkasında da durmak gerekir.Aslında ben, sesli olarak kendimce düşündüğüm bir konuda, biraz 'hırsızlık' yapayım, fikir çalayım diye sizi kışkırtmak istemiştim.

Acaba şöyle mi desek;'Hayata kendi bakışımızı atma gayretimizin, bütün okuma- yazmamızın,eylemlerimizin, kendimizi ve ufkumuzu üretme edimimizin? Ardında yatan hemen her şey üzerine bugün düşünmek isterken, bence karşımızda hala şifre çözücü olarak duran: Devrim kavramı, grup için nasıl bir anlam ifade ediyor ve daha önemlisi gruptakiler bu kavram hakkında ne düşünüyor?


Örneğin Devrim benim için:Doğruların ideolojik birliği yerine, herkesin kendi "yanlış"larının biraradalığıyla da deney imlenen bir hayat için; bizi hedefe kilitleyen, "hata"kabul etmeyen, bulunan her "hata"yı redakte eden bütün iktidarlardanuzaklaşma cüreti; bizi, devletten, bütünün tamamlanmışlığından, kusursuz olarak inşa edilen "teknik kurumlaşmalardan"Azat eden ütopyanın, çokluğun etkinliği olarak bir gerçeklik haline gelmesi, yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir.


VeDevrim asla;Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uymagayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndançıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.


Kısacası, Devrim, teknik bir mesele değildir...Konu benim için önemli ve değerli.Sizin için anlamı nedir?...'

Değerli İskender benden şimdilik bu kadar. Görüş belirtmen için mailini bekliyorum

selamlar

nizam


6 Nisan


Sevgili Nizam,

Peki öyleyse, başlangıç olarak, benim şu an yazmakta olduğum bu not da dahil olarak yazışmalarımızı, yukarıdaki şekliyle (ya da senin redakte edeceğin şekliyle) olduğu gibi hem grupta hem de blog'da yayınlamaya ne dersin?

sevgiler, iskender

0 yorum:

6 Nisan 2007 Cuma

6 Nisan Hemşireler, Biraderler

Bu blog’u, sağolsun arkadaşların yardımıyla hazırlarken, başkaları tarafından izlenmesi daha güç olabilecek, daha kişisel notlar için “Defterim” başlıklı ikinci bir blog daha tasarlamıştık. Ama bu blog faaliyete geçeli 3 aydan fazla oldu ve benim notlarım dışında pek bir katkı almıyor; bu şartlarda, iki blog’u birden idare etmektense, şimdilik o türden notları da buraya aktarmaya karar verdim.

Konuya gelecek olursak... Epeyce bir süredir, kendimce “kardeşlik” konusu üzerinde düşündüğüm, çalıştığım herhalde biliniyor. Benim, bu konuda yazdığım, söylediğim neredeyse her şey bir “abi” (büyük erkek kardeş) konumundan edilmiş sözler. Ama kardeşlik ilişkisinin diğer konumlardan da nasıl göründüğü elbette ilgimi çekiyor. Rona Goffen’ın Renaissance Rivals. Michelangelo, Leonardo, Raphael, Titian (Yale Univ. Press, 2002) kitabını okurken aşağıdaki pasajı (s. 26) bu yüzden kaydettim.

Rönesans’tan bu yana çeşitli sanatlar, bu örnekte şiirle resim arasındaki ilişki bir “kardeşlik” ama daha özgül olarak “kızkardeşlik” (“hemşirelik”) ilişkisi olarak tasarlandı ama bu örnekte Lodovico Dolce Aretino adlı yapıtında şiirle resmin “hemşire (“kızkardeş”) olmakla kalmadıklarını, neredeyse birader (erkek kardeş” olduklarını söylüyor.

Bu tasavvura göre kızkardeşlik, gerçek (erkek) kardeşliğinin daha silik, daha az kanlı canlı bir versiyonundan ibaret mi olmuş oluyor?

Buradan hareketle akla çeşitli sorular gelebilir. Benim ilk aklıma gelenlerden biri: 1970’lerde çokuluslu petrol şirketlerinden “yedi kızkardeşler (seven sisters)” diye sözedilirdi. Neden? Çıkar ortaklığı üzerine kurulmuş bir ortaklık yeterince kanlı canlı bulunmadığı için mi?

Tabii, Türkçe kelimeyi cinsiyet meselesini tasrih etmeden kullanmamıza izin veriyor: “Halkların kardeşiliği” derken hangisini kasdediyoruz?

0 yorum: