Müzik Notları 2
3
Müziğin Kökenleri
Şimdiye kadar düzenli (müzikal) seslerle düzensiz seslerin (gürültünün) daha ziyade fiziksel özellikleri üzerinde durduk. Ancak sesi müzik kılan insandır; bu nokta üzerinde henüz çok fazla lâf etmedik.
Biraz dolambaçlı gibi görünebilir ama bu konuya girmek için önce kısaca müzik aletlerinden bahsetmek uygun gibi görünüyor. Çok kaba bir sınıflandırmayla müzik aletleri 3’e ayrılabilir: Vurmalı, üflemeli ve telli çalgılar... Elbette bu sınıflandırmanın sakıncaları da var: En belirgin olanı gitar, kanun, ut, sitar, hatta klavsen gibi, sesin telin çekilmesi ile yaratılan titreşimle üretildiği çalgılarla, yaylı çalgıları (kabaca keman ailesi— keman, viyola, viyolonsel; daha eskilerde viol ailesi) birbirlerinden ayırdetmiyor. Yine de şunu söyleyebiliriz: Yaysız telli çalgılar, titreşim bir darbe ile yaratıldığı için, vurmalı çalgılara benziyor; yaylı çalgılar ise farklı bir kategori olarak değerlendirilmeli.
Diğer yandan, bu sınıflandırma, ahşap nefeslilerle (üflemeliler), metal (bakır) nefesliler arasındaki farkın da hakkını vermiyor. Bunlara daha sonra döneriz.
Ama en eski zamanların tanıklığına, örneğin mağara resimlerine ya da Mısır sanatına başvurduğumuzda, vurmalı (davul tarzı) ve üflemeli (kaval ya da ney tarzı) çalgıların insanlığın tarihi ile eşzamanlı olduğunu görüyoruz. Ancak telli çalgıların tarihinin ise nisbeten daha yeni gibi görünüyor— en eski tanıklık -5000 yılına ve beklenebileceği gibi Mezopotamya’ya gidiyor.
Tabii bu müzikal çalgılara dair görsel imgeler ya da arkeolojik buluntular, bize bu çalgılarla ne tür bir müzik yapıldığı hakkında bir fikir vermiyor. Yine de, tamamen “uçuk” olmayan bazı spekülasyonlarda bulunabiliriz:
Şimdilerde artık, halen varolan toplumlardan herhangi birine “tarihsiz” ya da “ilkel” demek, haklı gerekçelerle, politik olarak doğru bulunmuyor. Yine de, hâlâ ya da yakın zamana kadar toplayıcı-avcı koşullarda yaşayan kavimlerin vurdukları tam-tamların ya da üfledikleri seslerin, bize böylesi bir yaşam tarzını olduğu tarih-öncesindeki müzik hakkında bir fikir verebileceğini düşünebiliriz. Kulak verelim:
Bütün bunlar neden önemli? En eski çalgılar olduğunu iddia ettiğimiz vurmalı ve üflemeli çalgıların, önemli bir ölçüde insan gövdesinin hareketlerini taklit ettiği ve taklit ederek geliştirdiğini söyleyebiliriz. Kimilerine göre, “müziğin kökeni” sorusu, “dilin kökeni” sorusu kadar anlamsız bir sorudur. Nasıl dilsiz bir yaşamdan dilli bir yaşama bir geçiş ânı ya da evresini tasavvur edemiyorsak, müziksiz bir hayattan müzikli bir hayata geçişi de tasavvur edemeyiz.
Yine de herkes aynı fikirde değil. Müziğin kökeni hakkında çeşitli teoriler mevcut. Kısaca da olsa bunlara değinelim.
Biri, kabaca “Marksist” diye adlandırabileceğimiz teoriler ailesi... Bu görüşler ailesine göre, müziğin temelinde yata üretim sırasında çıkarılan ve üretimi taklit ve teşvik etmek üzere çıkarılan seslerdir. Ama Marksist teorilerden yararlanmak için ufkumuzu üretimle sınırlandırmak zorunda değiliz. ( Örneğin toplayıcı-avcı toplumlarda da müzik yapıldığına dair verilerimiz var: Ama avcılığa ya da toplayıcılığa ne kadar “üretim” denebilir?) Avcılı ve toplayıcılığın yanısıra ayinlerden ve özellikle danstan da sözedebilir, vurmalı çalgıların kökenini burada araştırabiliriz: İnsan gövdesinin ve hatta kaslarının hareketlerini taklit ve teşvik eden çalgılar olarak bakabiliriz ilk vurmalı çalgılara.
Harem’in albümünden 11. bölüm. African percussion....
Bartok, piyano ve percussion.
Vurmalı çalgılara kulak verdik, gelelim üflemeli çalgılara... 1990’lı yıllar, üflemeli çalgıların tarih-öncesi hakkında olağanüstü buluşlara tanıklık etti. Daha 1989’da yayınlanan ve editörlüğünü Gil Rowley’in yaptığı son derece başarılı bir ansiklopedik giriş kitabı The Book of Music’te bile, ilk kullanılan çalgıların “ritmik çalgılar [yani vurmalılar] olduğunu, melodik çalgıların [yani üflemelilerin] daha sonra geldiğini” iddia ediyordu. Onların da gövdesel bir kökeni olduğunu düşünebiliriz. Ama burada galiba üflemeli çalgının hangi malzemeden yapılmış olduğu, özellikle bir önem taşıyor.... Bugünkü, modern sınıflamada nefesliler ya da üflemeliler, ahşap ve bakır diye ayrılıyorlar. Ahşap ailesinin en ünlüleri, flüt, obua, klarinet ve fagot. Bakırlar ise, trompet, trombon, saksofon ve tuba...
Herhalde Haydn trompet konsertosundan bir bölümle, bir obua konsertosundan bir bölüm... Mercadante?
Ama tarih-öncesine döndüğümüzde, durum biraz daha karışıyor: Gerçi kimi iddialar, üflemeli çalgıların temelinde kuş seslerinin taklidinin yattığı öne sürüyor. [1]
Ama ben yine de kendimi Jean-Jacques Nattiez’in görüşlerine, ilkesel ya da felesefî gerekçelerden ötürü daha yakın hissediyorum: “son kertede, neyin müzik olup olmadığına, sesin kaynağı insan kökenli olmasa bile, karar verecek olan insan zihnidir. Sesin yalnızca üreticisi tarafından düzenlenip kavramsallaştırılmadığını, yani müzik haline getirilmediğini, aynı zamanda sesin müzikalleşmesinin onu algılayan zihinle de ilgili olduğunu kabul ediyorsak, müzik yalnızca insanlara aittir.” [2]
Yine de... Bazı doğal seslerin, kuş seslerinin (daha sonraları su sesinin, rüzgârın, gökgürültüsünün) insan müzikalitesi için bir esin kaynağı olduğunu düşünemez miyiz? Üstelik son 15 yıl içerisinde “biyomüzikoloji” diye vaftiz edilmiş araştırma alanının verilerini tamamen gözardı etmek mümkün mü?
Örneğin bu verilere göre, biyolojik evrim tarihinde, yollarımızın yaklaşık 60 milyon yıl önce ayrıldığı balinalar, yalnızca “oktav”ı tanımakla kalmıyor, oktavı (12 yarım aralıklara bölüyor, yani kromatik bir dizi kuruyorlar (bu terimlere daha sonra döneceğiz) ve şarkılarını bu ddizilere göre kuruyorlar.
Yine de, bizi onlardan ayıran 60 milyol yıla rağmen, balinalarla, yunuslarla aynı biyolojik alt-türe, memelilere ait olduğumuzu söyeleyebiliriz. Ya kuşlar, kanaryalar, bülbüller, sinek kuşları (“hummingbird”), ağaçkakanlar, yani memeli bile olmadıkları halde bize müzik gibi tınlayan sesler hakkında ne söyleyeceğiz?
Örneğin... Bizim biyolojik türümüz olan Homo Sapiens sapiens’in neşet etmesinin, ortaya çıkmasının -50,000 yıllar civarı olduğu tahmin edililiyor. Kendilerinden önceki insansılara (hominid) kıyasla çok daha fazla hareketli olmuş oldukları anlaşılıyor.
Bu konuyu açımlamak için, biraz feminizm kaynaklı, tarih-öncesine, hatta taş çağlarına dair bazı teorilere başvurmamız gerekecek. Bu teorilerin iddialarına göre, ilk insanlar, hatta daha öncesindeki insansılar da (“hominid) cinsiyete göre çok ayrışmış bir hayat yaşıyorlardı. Erkeklerin hayatı daha ziyade av üzerine odaklanmışken, kadınlarınki toplayıcılık üzerine yoğunlaşıyordu. Yine tahminî verilere göre, “sürü”nün toplam besininin neredeyse %90’a yakın kadarının kadınların toplandığı nebatattan geldiğini sanıyoruz. Erkeklerin getirdiği av kaynaklı hayvanî protein ise geri kalan yüzdeyi, yani modern terimlerle konuşacak olursak, bir tür “lüks tüketim malzemesi”ni teşkil ediyordu.
Erkeklerle kadınlar arasındaki ayrışmışlık yalnızca faaliyetlerin farklılığı ile de sınırlı değil galiba. Kadınlarla erkeklerin barındıkları mekânlar da, tarih-öncesi zamanlarda tarihsel zamanlara göre çok daha ayrışıkmış gibi görünüyor. Bildiğim kadarıyla, Afrika ve hatta Güney Fransa’daki mağara resimlerinde, kadın temsillerine pek rastlanmıyor. (Avustralya bir istisna olabilir— araştırılması gerek.)
Ama diğer yandan, erken neolitik zamanlara (yani -12,000 küsur yıllara) varana kadar değişik coğrafyalarda yapılmış kadın heykelcik ve resimleri arasında olağanüstü bir tutarlılık var. Bugünün gözleri ile baktığımızda hepsi de hamile gibi görünüyorlar. İlginç noktalardan biri, bu kadın temsilleri, mağaraların içlerinde değil, dışlarında, girişlerinde, bir de gömüt yerlerinde bulunuyorlar. Özellikle heykelciklerde bacakları hep birbirlerine bitişmiş durumdalar; yani iki bacak ayağa vardığında tek bir bacak halini alıyor; sanki toprağa saplanmak üzere imal edilmişler. Belki ölüleri gözetmek uğruna...
Müzik aletlerine gelince... Mağara resimlerinde ben bir müzik aleti çalan kadın imgesine rastlamadım. (Yine Avustralya bir istisna olabilir.) Ama erken taş çağlarında, yani Paleolitik zamanlarda vurmalı çalıgıların yanısıra üflemeleri çalgıların da izlerine rastlanıyor. Hem mağara resimlerinde, hem arkeolojik buluntularda.... Arkeolojik kazılar sayesinde ulaşabildiğimiz en eski üflemeli çalgılar kemikten yapılmış. Bugün bu tür çalgılar yaygın olarak kullanılmıyor. Üstelik bu kemik “flütleri” ilkk kullananların insanlar (homo sapiens sapiens) değil, onların yakın akrabaları Homo neanderthalis olduğu, arkeolojik buluntular tarafından neredeyse sabitlenmiş durumda.
Örnek dinletilecek...
4
Sesten Şana
Ancak yaklaşık -10 binli yıllarda, yeni bir ikonografi ile, “kuş kadın” diye tarif edebileceğimiz bir heykelcik türü ile karşılaşıyoruz. Tabii, -10 bin yıllarının başka önemli bir özelliği daha var; bu dönemden başlayarak insanlar yavaş yavaş yerleşikliğe geçiyorlar; özellikle de sulak havzalarda... Bu bağlamda, Tuna boyu, Kızılırmak, Ürdün Irmağı ve biraz daha geç bir tarihte Çin’deki Sarı Irmak sayılabilir. Çok daha ileri tarihlerde ise Meksika’daki ırmaklar şebekesi çevresinde ve daha güneyde Amazon’da benzer bir süreç yaşanmış olabileceği iddia ediliyor.
Bu dönemlere ilişkin, özellikle Marja Giumbutas, Elisabeth Badinter gibi feminizmden esinlenmiş alimlerden kaynaklanan bir başka iddia daha var. Bu iddiya göre, erkeğin doğumdaki rolü de ancak bu dönemde idrak edilmeye başlanmış. Açıkçası bu iddiaların ne tür verilere dayanmakta olduğunu anlayabilmiş değilim. [3]
Yine de spekülasyon da, yapılanın spekülasyon, argo tabiriyle “uçmak” olduğunun farkına varıldığı sürece, ille de sakıncalı bir faaliyet olması gerekmiyor. Müziğin düzenli seslerle zamanı örgütleme sanatı olduğunu söylemiştik. Mağara resimlerinden hareketle ilk müzikal çalgıların vurmalı ya da üflemeli olduklarını da... Peki, insan sesinin, şanın, şakımanın tam da “kuş kadın” imgesinin yaygınlaşmaya başladığı bu çağlarda bir müzikalite kazandığını düşünebilir miyiz? Şarkı söylemek yerleşikleşmeye başlamanın, yeni taş çağlarının (“neolithic”) bir ürünü olabilir mi?
Kuşkusuz, büyük bir olasılıkla, eski taş çağlarında da (“paleolithic”) insan sesi müziğe eşlik ediyordu. Ama yakın çağlarda ve hatta zamanımızda, eski taş çağı koşullarına benzer koşullarda yaşayan kavimlerin müziklerine kulak verdiğimizde, insan sesinin vurmalı ve/veya üflemeli çalgıların müziğine haykırışlarla, çığlıklarla yani bir anlamda bir “gürültü” ile eşlik ettiğine ya da onların ritm ya da melodisini taklit ettiğine tanık oluyoruz. O halde, insan sesinin “şan”a dönüşmesinin, yani ritmi ama özellikle melodiyi taşıyan asıl unsur haline gelmesinin, insanlığın hiç değilse yarı-yerleşik bir hayata geçmeleriyle, yani kadınlarla erkeklerin ortak bir mekânı paylaşmalarıyla başladığını düşünebilir miyiz?
Bu dersi ilk verdiğimde, “Müzik ne işe yarar ya da yaramıştır? İşlevi nedir?” diye basit olduğunu sandığım bir soru sormuştum. Verilen yanıtlar arasında “av temrini”, “ayin”, “büyü”, “ferahlama” gibi açıklamalar vardı. Bu açıklamaların bence hepsinin doğru bir yanı var. Hatta belki bunlara “ninni” de eklenebilir. Ama ilginç olanı verilmeyen yanıttı: Cilveleşme...
Tabii, hemen istisnalar verilebilir bu genellemeye... Ama istisnalardan önce bu genellemeyi destekleyen örneklere kulak verelim. Çeşitli haykırışların vurmalılara eşlik ettiği bir Amerikan yerli müziği....
Burada “kemik flüt” dinlenecek.
İnsan sesinin üflemelilere de eşlik ettiği erken örneklere rastlıyoruz.
Bunun örneğinin bilgisayarda nerede kayıtlı olduğunu bulamadım.
Ama bir de müziğin temel çatısının insan sesi tarafından kurulduğu, en olgun biçimine operada ulaşan vokal müzikten sözedilebiliriz. İşte, müziğin vokal bir nitelik kazanabilmesi için, cinsler arasındaki ilişkilerin belki daha sorunlu, daha sancılı ama herhalükârda daha yakın bir hale gelmiş olması gerektiğini, bu yakınlaşmanın da neolitik çağlarda (yaklaşık -12,000 yıllarda başlayarak) gerçekleşmiş olduğunu iddia etmiş olduk.
[1] http://en.wikipedia.org/wiki/Animal_music
[2] http://www.answers.com/main/ntquery;jsessionid=1hjt8lafd8emv?tname=zoomusicology&curtab=2222_1&hl=jean&hl=jacques&hl=nattiez&sbid=lc02b
[3] Dolambaçlı bazı akılyürütmelere başvurulabilir:”Natufia kültürünün yerleşikleşmesiden beş bin yıl önce yaşayan [yani -16,000 civarında] Kebaran halkının avladığı ceylanların arasında erkek ve dişi oranı eşit orandaydı. Oysa avlamak için erkek ceylanları tercih eden Natufia’lılar herhalde ceyalan nüfusununun sürekliliğini temin etmeye çalışıyorlardı. Ceylanlarda her iki cins de eşit oranda doğuyorlardıysa da, aslında yalnızca birkaç erkek sürünün sürekliliğini temin etmeye yetiyordu. Carol Cope Natufia halkının, bir yandan erkeklerin harcanabileceğini düşünürken, diğer yandan gençleri doğurmak için azamî ölçüde dişiye ihtiyaç olduğunu kaydettiklerini düşünüyor.” Eğer bu açıklama doğruysa, Neolitik çağlarda [alıntıladığım yazarın verdiği tarihler -10,800 ile 9600 arası] Mezopotamya’da yaşayan Natufia halkının
0 yorum:
Yorum Gönder