Uzakdoğu'dan Ortadoğu'ya İrfan Kültürü Semineri I
Merhaba,
İskender’in Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya İrfan ya da Bilgelik Kültürü olarak özetlediği tartışma toplantılarına hoş geldiniz. Üç kişi şeklinde yürüteceğiz bu tartışma dizisini: İskender, Zeynep ve ben. Mayıs ayına kadar sürmesi beklenen bu seminerin ilk birkaç oturumunu daha çok ben üstleneceğim.
Bu ilk oturumlarda konumuz kabaca Orta Asya tarihinin yaklaşık 11. yüzyıla kadarki dönemi süresince bu bölgede var olmuş toplulukların etkileşimleri olacak. Bu etkileşimleri çeşitli konular üzerine düşüncelerimi sunarak aktarmaya çalışacağım. İskender’in deyimiyle bir mutfak çalışması şeklinde geçecek bu tartışmalar dizisi. Yani kendi aramızda zaman zaman yürütmekte olduğumuz tartışmaları daha geniş bir boyutta, sizle birlikte yürüteceğiz. Bu ilk oturumu da kafa karıştırıcı çeşitli ayrıntıları sunmaya çalışacağım bir giriş şeklinde tasarladım.
Çalışma Alanımın zamansal ve uzamsal tanımı
İlk önce bir parça kendi yaklaşımımdan bahsedeyim. Yer olarak üzerinde çalıştığım bölge Yakındoğu, yani Balkanlar’dan Orta Asya’ya uzanan bölge olarak tanımlanabilir. Bu bölgede özellikle yoğunlaştığım alansa Anadolu ve Balkanlar; Orta Asya’yla ilgilenmemse bu bölgedeki çeşitli tarihsel gelişimleri açıklamayla sınırlı kalıyor. Dönem olarak da, Orta Asya’da en fazla on üçüncü yüzyıla kadar, Anadolu ve Balkanlar’daysa yirminci yüzyılın başına kadar uzanıyorum. Zamansal ve uzamsal açılardan baktığımda, çalışma alanımı bu şekilde tanımlayabilirim.
Neyle Uğraşıyorum?
Neyle uğraştığıma gelince, daha çok insan toplulukları, grupları arasındaki etkileşimlerle, bu etkileşimlere bağlı olarak ortaya çıkan kültürel ve medeniyetsel değişimlerle ilgileniyorum. Bu ikisinin içine dinsel, dilsel değişimleri de katabiliriz. Sanırım bu noktada kültür ve medeniyet denen şeyleri nasıl tanımladığımı açıklamam gerekiyor. Her iki kavram da bugüne kadar çeşitli şekillerde tanımlanmış kavramlar. Bu yüzden aslında bu kavramları kullanmamak daha iyi bir tercih olabilir ama ne yazık ki bunların yerini alacak başka kavramlar henüz türetilemedi. Dolayısıyla ben de bunları kullanacağım.
Grup
İnsan topluluk halinde var olan bir hayvan, bir canlı. İnsan bağımsız birey olarak değil, toplumsal birey olarak var olur. Bu tüm hayvanlara özgü bir durumdur. Bazı kedi türlerinde var olma bireysel birey biçimindedir ama bunlar da bile, insanla karşılaştırıldığında çok daha az ve sınırlı düzeyde bir toplumsallık söz konusudur. İnsanın toplumsallığı epey derin ve karmaşıktır. Bizim için grup yaşamı zorunluluk, bireysel yaşamsa çeşitli psikolojik zorlukları da beraberinde getirecek çok az rastlanan bir istisnadır.
İnsan gruplaşmasının bir üst sınırı vardır. Bu, Homo sapiens sapiens türünün biyolojik yapısının dayattığı bir parametredir; kontrolümüz dışında bir parametredir. Bu üst sınır 146’dır. Yani insanların doğal halleriyle oluşturacakları grup büyüklüğünün üst sınırı 150 kişi civarındadır. Bu rakam insan beyninin kabaca diğerleriyle etkileşimleri işlemeden sorumlu neocorteks bölümünün kapasitesiyle bağlantılıdır. Neokorteksin kapasitesi daha büyük grupları kaldırmaz. Eğer bir insanın birkaç yüz kişiyle ilişkisi varsa, bunların hepsiyle yakın ilişkisi yoktur. Bir insan bine yakın başka insanı tanıyabilir ama bu biniyle yakın, kişisel ilişkisi yoktur. Doğal gruptan kastedilen, yakın, kişisel ilişkilerin oluşturduğu gruptur. Bu kişilerin hepsinin aynı grubun üyeleri olması da gerekmemektedir. En azından bu günümüzde artık böyle değildir ama tek bir bireyin yakın grubu bu rakamı geçemez. Bu biyolojik olarak mümkün değildir.
Bu grup üst sınırı, gruplar bu sınırı aşmadığı sürece bir sorun teşkil etmez. Kişilerin teker teker sahip oldukları gruplar, grup 150 kişinin altında olduğu sürece aynı gruba karşılık gelir. Yani herkesi grubu aynıdır. Sorun, daha büyük gruplar ortaya çıktığında belirir. Kalabalıklaşma, doğal gruplarda var olan durumun bozulmasına yol açar. 500 kişilik bir grupta yukarıda bahsettiğimiz türden bir örtüşme gerçekleşmez. Hiçbir bireyin özel grubu tüm grupla örtüşmez. Bu da söz konusun grubun üyeleri açısından bakıldığında farklı bir evreyi başlatır. O ana kadar farklı alt grupların birleştirilmesi, birbiriyle kaynaştırılması gibi bir sorun yoktur; bu noktadan itibaren böyle bir sorun belirmiştir. İki farklı durum belirir. Birincisinden bahsettik. Hiç kimsenin kendi özel grubu bireylerin hepsinin oluşturduğu ana grupla çakışmaz; Ana grubun içinde birden fazla alt grup vardır ve bunların ortak bir çatı altında birleştirilmesi gerekmektedir. İkinci sorunsa bazı bireylerin birbirlerine benzemelerinden ötürü bazı kişilerin özel gruplarının da birbirine benzeyeceği ama diğer yandan bazı kişilerin de bu birbirine benzeyen özel gruplardan oluşan alt grupların sınırlarında kalacağı, melezleşecekleridir. Yani hem tek bir çatı altında toplanacak değerler oluşturma sorunu hem de bir çokkültürlülük sorunu vardır. 500 kişilik bir grup hâlâ çok ufaktır ama karşımıza 100,000 ve hatta bir milyonluk grup çıktığında, her iki sorun da epey karmaşık boyutlara ulaşacaktır.
Kültür
Kültür kavramı bugüne kadar çeşitli şekillerde açıklanmış ve bugün var olan tanımların tamamı da modern çağın ürünüdür. Ben bu tanımlarla ilgilenmiyorum. Bu bahsettiğim grup etkileşimlerinde benim dikkatimi çeken iki mesele var. Bunlardan ilki benzeşme. İnsanlar bir arada yaşadıkları sürece birbirlerine benzerler. Her bireyin kendi tarzı vardır ve bu tarz geldiği grubun özelliklerini temsil eder. Bu tarza, daha doğrusu bu çevremizdekilere benzeme sürecine kültür diyorum. Benzeme sürecine kültürleşme gibi bir terimin daha uygun olacağını düşünenler olabilir ama ben özellikle kültür sözcüğünü seçtim. Genelde kültür sabit ve değişmeyen bir şeyi ima eder ama aslında tam tersi doğrudur. Sürekli değişen bir şeydir ama aynı zamanda da değişmeyen bir şey gibi görünür. Kültürü iki şekilde düşünebiliriz: araçlı ve araçsız. Aracısız versiyonuna doğal, aracılı versiyonuna da yapay diyebiliriz. Aracısız kültür insanın kendisini kullandığı kültürdür. Başkalarıyla kurduğumuz yakın ilişkiler bizi değiştirir, bu etkileşimler sonucu ortaya çıkan bir tarza benzememizi getirir. Herhangi bir araç söz konusu değildir; benzeşme tamamen kişisel yakın etkileşimin sonucudur. Aracılı kültürde başka bir kişiyle veya bir tarzla bir araçla etkileşim söz konusudur. Gelen her neyse önceden paketlenmiştir, etkileşim sırasında tepki de bulunmaz ama etkileşim sonucunda ortaya çıkan yeni paket ilk baştaki paketten farklı olabilir.
Medeniyet
Aracısız kültür neticede insanın kendi öz (biyolojik) kapasitesine bağlıdır. Bu tür etkileşimlerin sonucu ancak ufak kültürel gruplar olabilir. Dolayısıyla büyük kültürel gruplar aracılı kültürler, yani yapay kültürlerdir. Bu alanda her türlü araç kullanılabilir ve bu araçlardan bir tanesi de medeniyet. Medeniyetin bugüne kadar geliştirilmiş en etkili araç olduğu söylenebilir. Aslında medeniyet araçtan ziyade bir teknik, bir yaklaşımdır. Medeniyetin temel özelliği insanın kendi çevresini yaratmasıdır. Burada söz konusu olan doğanın kullanılması veya belli bir şekilde anlamlandırılmasından farklı bir durumdur. Yeni bir çevre yapılır ve bu çevre doğayla insan arasına konur. Burada birincil olan elbette maddi bir dünyanın yaratılmasıdır ama bu beraberinde yeni ve farklı bir manevi dünyayı da getirir. Yapılan bir yer olduğundan, medeniyetin yerle ilişkisi çok farklı bir tutum alabilir. Bulunduğu yeri daha çok sahiplenen zihniyetin ortaya çıkışı neticede eşyalarla, insan yapımı nesnelerle iç içe yaşamaya, toplumsal ilişkilerini aynı insan yapımı nesnelerle kurmaya başlamış insanın bir üst aşamaya geçerek çevreyi de kendisinin yapmasını getirmiştir. Medeniyet eşyaların arka planını oluşturan bir başka eşyadır; bağlamın eşyalaştırılmasıdır. Eşya daha büyük grupların kurulmasını mümkün kılar. Bunu neokorteksin yetersiz yerde devreye girerek sağlar. Bu eşyalar sayesinde ve en önemlisi de bir eşya olarak yeni bir çevrenin yapılması çok sayıdaki doğal grubun aynı çatı altında bir araya gelerek büyük yapay gruplar oluşturmasını sağlar.
Medeniyetlerin Kültürleri
Bu büyük grupların kültürleri biraz önce değindiğimiz araçlı kültür türündendir. Bu büyük gruplarda kültür paketleri söz konusudur. Bu kültür paketlerinin belli merkezlerde yaratılmaları gerekmemekle beraber insanın bu paketlerle girdiği ilişki çok daha farklı bir ilişkidir. Bu toplumlarda yaşayan bireyler bu paketlerin oluşmasında pay sahibi olabilirler ama bu paketlerle ilişkiye girdikleri anda ortaya çıkan etkileşim sırasında paketi değiştirmeleri mümkün değildir. Var olan tek ilişki bu paketin tek yönlü bir şekilde alınmasını getirecek türdendir. Bu paketler paketlerin nasıl kullanılması gerektiğini belirten uygulamalarla da gelir. Medeniyetsel büyük grup kültürlerinin bir zorlama içerdikleri söylenebilir. Aksi takdirde tek çatı yaratacak kültürün doğal etkileşimlerle edinilmesi mümkün değildir. Bu paketin alınmasında da bir diyalogun söz konusu olduğu düşünülebilirse de aslında bir monolog gerçekleşmektedir. Doğal grup kültürüyle bir medeniyet kültürü arasındaki bu fark çok önemlidir. Bu monologsal mesajların çok geniş kitlelere yayılabilmesinin bazı güç merkezlerinin oluşturulmasını gerektiğini de dikkate almamız gerekmektedir.
Farklı İletişim Kaynakları
İnsanlar aralarındaki toplumsal iletişimi gerçekleştirmek için farklı kaynaklara başvururlar. Bunları duygusal, maddi ve simgesel kaynaklar olacak şekilde üç grup halinde düşünebiliriz. Duygusal kaynaklar çok yakın grupların oluşturulmasını sağlarken, maddi ve simgesel kaynaklar sırasıyla daha büyük grupların kurulmasında başvurulan kaynak türleridir. Simgeler milyonları bir çatı altında toplayabilirken, duygusal kaynaklar ancak çok yakın çevremizde kullandığımız jestlerden ibarettir.
Hiyerarşik yapıların ortaya çıkması
Sayı artışı her zaman daha karmaşık yapıların ortaya çıkmasını gerektirir. Yaklaşık beş ile yedi rakamı arasında bir düğüm oluşması gerekmektedir ve bu böylece devam eder. Kalabalık toplumlar her zaman daha karmaşıktır.
Tarih genellikle insanların verdikleri kararların sonucu ortaya çıkan olayların bir araya gelmesi olarak düşünülür ama aslında hem birçok zorunlu, bizden bağımsız parametre söz konusudur hem de rastlantının hiç de azımsanmayacak bir rolü vardır. Bu zorunlu parametrelerden biri biyolojik yapımızdır. Bunun dışına çıkmamız mümkün değildir. Bir diğer zorunlu parametre de rakamların yarattığı koşullardır. Daha kalabalık topluluklar çok daha farklı toplumsal yapılar şeklinde örgütlenecek, toplumsal iletişim çok daha karmaşık bir düzeyde olacaktır.
Tarihsel Yaklaşım
Belirsizlik/Muğlâklık
Tarih genellikle karışık bir şekilde duran verilerin düzenlenmesi şeklinde düşünülür çoğu kez. Oysa burada gerçekleşen bu karışık verilerin belli bir fikir veya yorum doğrultusunda düzenlenmesidir. Bir an için tek bir veri üzerinde yoğunlaştığımızı düşünelim, bu veri tam bir belirsizlik sunar. Ancak başka verilerle bir araya getirildiğinde veya kendi koşulları içinde düşünüldüğünde anlam kazanır. Fakat burada ufak bir hile söz konusudur. Çünkü bağlamın kendisi de fazlasıyla belirsizdir. Elimizdeki veriye anlam kazandırırken diğer verilerin ne anlama geldiğini bildiğimizi var sayarız; oysa aynı sorun bu veriler için de geçerlidir. Elimizdeki verilerden çeşitli anlam grupları oluşturabilir (bir kısmını tamamen dışarıda tutabiliriz) ve bu yüzden de çok sayıda yorum söz konusudur. Nesnel bir bakış açısının sağlanabileceği bir nokta olmadığından, aslında tamamen muğlâk bir alandayızdır. Bu muğlâklığın aşılması ancak gözlemcinin seçim yapmasıyla mümkündür. Bu noktaya tekrar geri döneceğiz.
Benim tarihe bakış açım da bundan farksızdır. Eğer esas olan muğlâklıksa, o zaman yapılması gereken kesin sonuçlar veren öznel anlatılar üretmek değil, aksine bu öznel anlatıları ortadan kaldırarak geçmişi anlamaya çalışmanın belirsizlikle birlikte geldiğini göstermektir. Eğer herhangi bir “hakikat”ten bahsedilecekse, bahsedilmesi gereken tamamen belirsiz bir durumla karşı karşıya olduğumuzdur. Geçmişi anlamaya çalışmak tamamen diyalogsal bir ilişkiye dayanmaktadır ve bu ilişkinin sonucunda bizi bekleyen hiçbir zaman sabit ve kesin bir bilgi paketi değil, aynı anda hem kesin hem de belirsiz olan bir pakettir. Geçmişe dair ürettiğimiz anlatılar sürekli değişim içindedir veya değişmeye zorlanırlar. Hiçbir şey kesin değildir. Bu belirsizlik içinde geçmişle ilişkiye geçmeye çalışırız. Anlık veya kısa süreli kesinlikle her zaman seçimlerin sonucudur.
Çokkültürcülük
Bu noktada son bir şey daha ekleyerek tarihe yaklaşımımın aynı zamanda çokkültürcü olduğunu da belirtmek istiyorum. Çokkültürcülük denildiğinde farklı şeyler de anlaşılabildiğinden, bu konuyu biraz açmak gerekiyor. Çokkültürcü tarihçilik deyince genelde ilk akla gelen diğer kültürlere yer vermek oluyor. Burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü çokkültürcü olma adına çok rahat bir şekilde tekkültürcülük sürdürülebilir. Çokkültürcülüğün temelinde farklılıkların kabul eden, onlarla birlikte yaşamanın yollarını geliştiren yaklaşım vardır. Yoksa amaç farklı kültürleri yan yana koyarak hepsini eşit kılmak değildir. Bu reddedilmeye çalışılan özcü bakış açısına geri dönüş anlamına gelir. Bu çokkültürcülük değil, tekkültürcülüğün kültürel veya etnik özler fikridir. Oysa çokkültürcülük de hedef bu özcü bakış açısından ve en önemlisi de her şeyi bir bütün içinde toplama çabasından kurtulmaktır. Onun yerine bütünleri parçalayıp farklılıkları bulup çıkartan bir bakış açısını koymaya çalışır.
Bu tartışmanın başında gruplarla ilgili konuşurken doğal sınırın aşılmasıyla yeni bir evrenin başladığından bahsetmiştim. Eğer gerçekten bazı kültürel özlerden bahsedilecekse, bu daha çok birinci evre için geçerlidir. İkinci evredeki toplumların kültürel özlere karşılık geldiklerinden bahsetmek zordur. Çünkü aynı toplumun içinde haliyle birden fazla kültürel öz var olabilmektedir. Ayrıca melez yapılar da vardır ve en önemlisi de tüm bunlar sürekli değişim içindedir. Değişmez kabul ettiğimiz bir farklılığın içinde bir süre sonra başka farklılıklar belirirken, işe birden bu geçmişlerin günümüzdeki yorumlarının sürekli değiştiğine, sayılarının arttığını dikkate aldığımızda, bu değişimin çok daha fazla olduğunu görürüz.
Burada çokkültürcü yaklaşımın can alıcı noktasına geliyoruz. Farklılıklarla uğraşmak bu farklılıkları taşıyan kişi ve grupların kimliklerini ifade etmelerini sağlamak, anlatılarını hegemonyayı sürdüren anlatı veya anlatılarına yanına eklemek değildir. Amaç hegemonyayı ve arkasındaki gücü sorgulayarak ortadan kaldırmaya çalışarak bu diğer farklılıklara toplumun içinde erişim hakkı vermektir. Çünkü farklı grupların içinde bulunduğu durum yaşamın birçok alanına farklılıklarını koruyarak erişemiyor olmalarıdır. Burada biraz önce bahsettiğim seçim yapma konusuna geliyoruz. Yukarıda değinmiş olduğum muğlâklıktan kurtulmanın yolu seçim yapmaktır ve zaten aslında çok kültürlü olan toplumlarda da asıl sorun budur. Birçok grup bu seçim hakkından yoksun bırakılmaktadır. Diyaloglardan oluşması gereken toplumsal yaşam tek bir monologun hâkim olduğu bir topluma dönüştürülmektedir. Seçim hakkı derken düşünülmesi gereken başka ayrıntılar da vardır. Örneğin, bu seçim hakkının tek bir kültür seçme şeklinde dayatılması da yanlış olabilmektedir. Bazen yapılmak istenen seçim, bu dayatılan seçimin dışına çıkmak şeklinde de olabilmektedir. Bir başka ayrıntı da seçim paketinin değiştirilmesi talebi de olabilir. Çünkü sunulan seçimler hâlâ toplumda var olan hegemonyanın sunduğu bir paket olabilir. Sonuç olarak çokkültürcü yaklaşım hiç de diğer kültürlere söz hakkı tanımak şeklinde gerçekleşmeyebilir. Çünkü söz konusu olan çoğu kez ya melez yapılardır ya da bu farklılıkların da kendi içlerinde çeşitli farklılıklar taşıyor olmalarıdır.
Tabii burada tam bir kargaşanın içine düşülmüş olduğu da düşünülebilir ki, bu bağlamda konuşulması gereken önemli sorunlardan biri de belleğin geçirdiği değişim olmalı.[1] Bütünleri parçalayarak farklılıkları ortaya çıkarma sürecinin belleğin sınırlarını genişletilmesi gibi bir etkisi vardır ki bu da zamanla aşırı uyumu, karar vermenin ve eleştirinin sonunu getirebilir. Farklılıkların tanınması ve onlarla yaşamanın öğrenilmesi, hegemonik olanın da herhangi bir farklılığa indirgenmesi sonunda tarihin yapısını tamamen değiştirebilir, kolektif belleğin yerini bireyselleştirilmiş, parçalanmış bellek alabilir ve tarih otobiyografiye dönüşebilir.
Yoksa gidilen yer tarihin sonu mudur? Sürekli daha büyük toplulukların oluşturulduğu bir ortamda tarihin sonundan bahsetmek hiç de anlamlı gözükmemektedir. Olsa olsa tek bir anlatının hegemonik yapıya bürünmesi, ideolojik nitelendirilecek diğer anlatıların güçlerini tamamen veya büyük ölçüde yitirmelerinden veya marjinalleştirilmelerinden bahsedilebilir ama bunun da uzun vadeli bir sonuç olacağını düşünmek kanımca mümkün değildir. Tarihin yok olması olsa olsa doğal olarak adlandırdığımız gruplara geri dönüldüğünde mümkün olabilir. Bu tür toplulukların elbette geçmişleri vardır ama en azından günümüz ufak topluluklarına baktığımızda bunları tarihsel anlatılar şeklinde yeniden üretmedikleri görülmektedir. Tarihsel anlatıların kesinlikle grupların tek bir çatı altında toplanması süreciye ilgili olduğu görülmektedir. Burada birbirine karşıt çalışan iki süreç söz konusudur. Bunlardan biri tüm alt grupları bir çatı altında toplamaya çalışan süreçtir. Diğeriyse bu alt grupların bu süreç sırasında kaybolmamak için verdikleri mücadeleyle ilgilidir. Bir yandan ayrıntıları ve farklılıkları sürekli genelleştiren, basitleştiren bir süreç söz konusuyken, diğer yandan da aynı ayrıntıları ve farklılıkları öne çıkararak var olan hegemonik toplumsal bellekleri sürekli parçalayan bir süreç söz konusudur. Böylece en başta bahsettiğimiz geçmişin belirsizliği, muğlâklığı bir kez daha tam anlamıyla karşımıza çıkar.
Asya’ya sıçrayış
Tam bu noktada Asya’ya sıçrayabiliriz. Bu ilişkiyle uğraşmanın şu anda var olan en iki farklı yöntemi vardır. Bunları kabacı Batı ve Doğu yöntemleri diye ikiye ayırabiliriz. Batı ve Doğu medeniyetlerinin farklı düşünme şekilleri geliştirdikleri konusuna daha önceki bir seminerde değinmiştik. Şu anda bu konuya girmeyeceğim. Sadece burada şekillendirdiğim bu ilişkinin çözümü konusunda Doğu düşüncesinin kanımca çok daha etkili bir yöntem sunduğuna değinmekle yetineceğim.
Sanırım bu tartışma dizisinin Doğu hakkında olmasının ilk nedeni böyle bir farklılığın olması. Bu farklılığı mutlak sınırlar içinde düşünmemiz gerekmiyor. Batılıların hepsi Batı yöntemiyle ve Doğuluların hepsi de Doğu yöntemiyle düşünüyor diye bir iddia da bulunmamız gerekmiyor. Batı’da Doğulu yöntemiyle düşünenler olduğu gibi, Doğu’da da Batı yöntemiyle düşünenler bulunmaktadır. Bu arada elbette melez yapılar da vardır.
Böyle bir ayrımdan bahsetmek bizi haliyle Doğu’yu Batı’dan ayıran çizginin nerede olduğu sorusuna getiriyor ki bu önem vermemiz gereken bir ayrıntı. Türkiye Doğu’da mı, yoksa Batı’da mı? Bu soruya siyasi açıdan yaklaştığımızda Türkiye’nin Doğu’nun bir parçası olduğu düşünülecektir ama hangi Doğu? Doğu dediğimiz şey aslında epey büyük. Bir an için coğrafi sınırları unutup Batı’nın ötekisi olarak Doğu üzerinde yoğunlaştığımızda, bu Doğu kurgusunun aslında epey geniş bir alanı ve muazzam bir çeşitliliği kapsadığını görürüz.
Doğu’yu Asya olarak da düşünebiliriz, her ne kadar kanımca Asya Doğu’nun bir parçasıdır. Büyük bir parçasıdır ama yine de parçasıdır, kendisi değil. Çünkü Orta Doğu denen bir şey vardır. Doğu’yla ilgili kategorilerin neredeyse hepsi Batı medeniyetinin ürünüdür. Ortadoğu’yla Yakındoğu aynı şeyler değildir. Yakındoğu Uzakdoğu’nun karşıtı gibi gözükmektedir. Peki, bu Yakındoğu denen şey nereden başlamaktadır? On dokuzuncu yüzyılda Yakındoğu Osmanlı dünyasıydı. Osmanlı küçüldükçe, Yakındoğu da küçüldü diyebiliriz; en azından batı yönünden. Yakındoğu’yla karşılaştırınca Ortadoğu daha yeni bir terim. Bugünkü kullanımı açısından bakarsak (Türkiye’de bu bölgeye dahil edilmektedir), garip bir durum ortaya çıkmaktadır. Doğu’nun ortası ve uzağı vardır ama yakını kalmamıştır. Fakat konumuza dönecek olursak, Yakındoğu teriminin on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı topraklarını ifade ettiğini dikkate aldığımızda Asya’nın Doğu’nun bir kısmını temsil ettiğini görüyoruz. Doğu’nun diğer parçası da Balkanlar olmuştur ki bunun hâlâ geçerli olduğu bile söylenebilir.
Asya terimine gelince, özünde bir Batı teriminden bahsediyoruz. Asya dillerinde buna karşılık gelen bir terim yoktur ama Arap dünyasında ve Hintlilerin arasında bu terime yakın “Hint Denizi”, “Çin Denizi” gibi terimler olmuştur.[2] Bugün Asya olarak adlandırdığımız bölgede çok daha farklı coğrafyalar olmuştur. Bunları kaba bir şekilde Çin’i merkez alanlar ve Hindistan’ı merkez alanlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Elbette bunların dışında kalan halklar da kendi coğrafyalarını oluşturmuştur. Neticede burada görmemiz gereken şey, Asya’nın Batı coğrafyasına ait bir terim olduğu ve dünyanın diğer bölgelerinde sonradan benimsendiğidir. Üstelik bu Asya yaklaşımı hiçbir zaman düzgün, sorunsuz bir gelişim de göstermemiştir. İlk başta yaygın olan terim daha çok Hint’tir ve bu terim bir süre hem Avrupa’nın doğusunda hem de batısında var olmuştur. On beşinci yüzyılda İspanyollarla Portekizlilerin dünyayı ikiye bölmelerine dayanan bu Hint yaklaşımı hem Hıristiyan hem de Müslüman olmayanların yaşadıkları bölgeleri kapsamıştır.[3] Yani bir diğerleri kategorisidir; nereye ait olduğu bilinmeyenlerin konulduğu bir kategori.
Bu arada kıtalardan ne kastedildiği de apayrı bir konudur. Bir yanda bir Avrupa kıtası vardır ki bazı araştırmacılar buna karşıdırlar. Avrasya terimi yerine Afrasya teriminin daha yerinde olduğunu düşünmektedirler. Bu araştırmacılara göre Avrupa zaten Asya’ya ait bir yarımadadır. Yoksa Batı Asya Avrupa mıdır? Avrupa kıtasını tamamen dünya dediğimiz gezegende kıtaların evrimi açısından inceleyecek olursak, aslında farklı bir kıtanın en az bu açıdan var olduğunu söyleyebiliriz. Çarpışmanın izleri hâlâ gözükmektedir. Eğer kıtadan anlaşılması gereken farklı yerküre parçalarıysa, evet, Avrupa’nın farklı bir jeolojik geçmişi vardır diyebiliriz. Fakat kıtalar bu şekilde oluşturulmamıştır. Çok daha öznel kriterler söz konusu olmuştur ki, jeolojik bir yaklaşımı da savunmak da sonuçta nesnel bir kriterin söz konusu olduğunu göstermez. Avrupa türdeş Avrupa halklarının oluşturduğu bir kültürel birliğe işaret eder. Bu düşüncenin ortaçağda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda herhalde Hindistan da bir kıtadır ki, Avrupa’dan çok daha kalabalık bir dünya söz konusudur ve jeolojik tarihi açısından bakıldığında hiç de farklı bir çizgi izlememiştir. Aslında tartışmayı sadece jeolojik geçmişle sınırlayacak olursak, Avrupa’yla Asya’nın birleşik oldukları başka bir dönem daha vardır. Bu açıdan baktığımızda Avrupa aslında Asya’nın ondan daha önce kopmuş parçasıdır. Hindistan çok daha farklı bir çizgiden gelmektedir. Afrasya terimi daha anlamlıdır. Aslında jeoloji yararsızdır. Çünkü kıtaların oluşumu daha farklı dinamiklere bağlı olmuştur ve bu dinamikler arasında ortaçağ Avrupa’sının başta olduğu söylenebilir. Asya medeniyet anlatılarındaysa, biraz yukarıda değinildiği gibi, başı Hindistan ve Çin çekmiş ve modern çağda bu gruba Japonya’da katılmıştır.
Toparlayacak olursak, modern çağa geldiğimizde artık bir Asya kıtası vardır ama bu kıta o kadar büyük bir çeşitliliğe sahiptir ki, karşımızda Avrupa kıtasından çok farklı bir oluşum vardır. Asya kıtasının kesinlikle farklı kıtalara veya alt kıtalara bölünmesi gerekmektedir. Örneğin, Hindistan’ın farklı bir yerde olduğunu düşünebiliriz ama tarihsel ilişkiler açısından baktığımızda, en azından Budizm’in yarattığı türdeşliği göz önüne aldığımızda bir Çin - Hindistan - Güneydoğu Asya (HindiÇin) - Japonya ve Moğolistan’ın oluşturduğu nispeten türdeş bir yeden bahsedebiliriz. Türkiye ve Ortadoğu kesinlikle bunun dışındadır. Belki Orta Asya bir ara bölgeyi temsil etmektedir ama İran’dan itibaren kesinlikle farklı bir dünyaya adım atarız. Burada İran’la Hindistan’ı birleştirmek elbette mümkündür. Üstelik Hint Okyanusu’nun temsil ettiği bir dünya kurgulamaya kalkıştığımızda karşımıza daha farklı bir oluşum da çıkabilir. Diğer yandan Asya’nın kuzeyine kaçan bir bölgede Pasifik’ten Hazar Denizi ve Batı Sibirya’ya doğru başka bir bölgede düşünebiliriz. Aslında burada dikkate almamız gereken en önemli nokta, Asya olarak adlandırdığımız bölgedeki türdeşleşmelerin henüz Avrupa’daki kadar kesin çizgilerle belirmediğidir. Avrupalılık özellikle üzerinde çalışılmış bir kültürel birliği temsil ederken buna benzer bir durum Asya çapında söz konusu değildir.
Bu tartışmayı burada noktalayıp Türkiye açısından bakıldığında çok daha önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum. Yukarıda bahsettiğim tarihsel coğrafi anlatılarla Türkiye’de var olan tarihsel coğrafi anlatılar arasında çok önemli bir fark vardır. Şu ana kadar bahsetmiş olduğum tüm anlatılarda (Avrupa, Çin veya Hindistan) dünyanın merkezi her zaman bu medeniyetlerin bulunduğu yerlerdir. Örneğin Çin’de bir Orta Krallık kavramı vardır. Bu açıdan bakıldığında tüm bu medeniyetsel oluşumlar bir uyum içindedirler. Bir tek Türkiye’nin durumunda gariplik vardır. Orta Asya ve Türkiye farklı yerlerdedir. Türkiye’nin yarattığı anlatı aslında bir diaspora anlatısıdır. Türkiye hem anavatandır hem de değildir. Söz konusu olan kendisini daha baştan bir diaspora medeniyeti olmaya mahkum etmiş bir oluşumdur. Bu noktada Orta Asya kavramına giriyoruz.
Orta Asya nerededir? Türkiye’nin Orta Asya’sıyla bu konuyla ilgilenen araştırmacılar Orta Asya’sı farklı yerlerdedir. Türkiye’nin Orta Asya’sı Orhun Yazıtları’nın bulunduğu Moğolistan’dır. Oysa burası araştırmacılara göre İç Asya’dır. Orta Asya bir zamanlar çeşitli İran dilleri konuşan toplulukların yurdu olan Aral gölü çevresindeki coğrafi bölgedir. Aslında Anadolu’da bugün yaşayan insanların bir kısmının kökenleri açısından bakıldığından asıl başlangıç noktası da bu bölgedir. Diğer yandan kökenleri daha geriye götürmek isteyen, daha özsel bir kültüre ulaşmaya çalışan anlatılar açısından bakıldığında, aranılan merkez, başlangıç noktası İç Asya’dır. Tabii bir de bu iki bölgeyi birbirinden ayıran ilginç bir yer olarak Altay dağları vardır.
İç Asya tek merkez değildir. Çünkü Türkiye’de iki tane merkez anlatısı vardır. Biri İç Asya, yani Orta Asya köken mitidir. Diğeriyse tüm medeniyetlerin beşiği miti şeklinde sunulan Anadolu anlatısıdır. Coğrafi açıdan bu ikisi arasında bulunan Orta Asya ise aslında bir köken anlatısı olarak mevcut değildir; daha çok bir yadımcı aktördür. Kaynakça
Chaudhuri, K.N. 2000. Asia Before Europe, Economy and Civilisation of the Indian Ocean from the Rise of Islam to 1750, Reprint, New York: Cambridge.
Levi, G. 2002. “The Distant Past: On the Political Use of History”, J. Revel ve G. Levi (der.) Political Uses of the Past, The Recent Mediterranean Experience Londra: Frank Cass.
Mitani, H. 2006. “The Concept of Asia: From Geography to Ideology”, New Perspectives on Turkey, No. 35, Güz 2006, Special Issue on Comparative Turkish and Japanese Modernities, İstanbul:
Homer.Scotese, C.R. Paleomap Project, http://www.scotese.com/earth.htm
[1] Levi, 66.
[2] Chaudhuri, 22.
[3] Mitani, 25.
İskender’in Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya İrfan ya da Bilgelik Kültürü olarak özetlediği tartışma toplantılarına hoş geldiniz. Üç kişi şeklinde yürüteceğiz bu tartışma dizisini: İskender, Zeynep ve ben. Mayıs ayına kadar sürmesi beklenen bu seminerin ilk birkaç oturumunu daha çok ben üstleneceğim.
Bu ilk oturumlarda konumuz kabaca Orta Asya tarihinin yaklaşık 11. yüzyıla kadarki dönemi süresince bu bölgede var olmuş toplulukların etkileşimleri olacak. Bu etkileşimleri çeşitli konular üzerine düşüncelerimi sunarak aktarmaya çalışacağım. İskender’in deyimiyle bir mutfak çalışması şeklinde geçecek bu tartışmalar dizisi. Yani kendi aramızda zaman zaman yürütmekte olduğumuz tartışmaları daha geniş bir boyutta, sizle birlikte yürüteceğiz. Bu ilk oturumu da kafa karıştırıcı çeşitli ayrıntıları sunmaya çalışacağım bir giriş şeklinde tasarladım.
Çalışma Alanımın zamansal ve uzamsal tanımı
İlk önce bir parça kendi yaklaşımımdan bahsedeyim. Yer olarak üzerinde çalıştığım bölge Yakındoğu, yani Balkanlar’dan Orta Asya’ya uzanan bölge olarak tanımlanabilir. Bu bölgede özellikle yoğunlaştığım alansa Anadolu ve Balkanlar; Orta Asya’yla ilgilenmemse bu bölgedeki çeşitli tarihsel gelişimleri açıklamayla sınırlı kalıyor. Dönem olarak da, Orta Asya’da en fazla on üçüncü yüzyıla kadar, Anadolu ve Balkanlar’daysa yirminci yüzyılın başına kadar uzanıyorum. Zamansal ve uzamsal açılardan baktığımda, çalışma alanımı bu şekilde tanımlayabilirim.
Neyle Uğraşıyorum?
Neyle uğraştığıma gelince, daha çok insan toplulukları, grupları arasındaki etkileşimlerle, bu etkileşimlere bağlı olarak ortaya çıkan kültürel ve medeniyetsel değişimlerle ilgileniyorum. Bu ikisinin içine dinsel, dilsel değişimleri de katabiliriz. Sanırım bu noktada kültür ve medeniyet denen şeyleri nasıl tanımladığımı açıklamam gerekiyor. Her iki kavram da bugüne kadar çeşitli şekillerde tanımlanmış kavramlar. Bu yüzden aslında bu kavramları kullanmamak daha iyi bir tercih olabilir ama ne yazık ki bunların yerini alacak başka kavramlar henüz türetilemedi. Dolayısıyla ben de bunları kullanacağım.
Grup
İnsan topluluk halinde var olan bir hayvan, bir canlı. İnsan bağımsız birey olarak değil, toplumsal birey olarak var olur. Bu tüm hayvanlara özgü bir durumdur. Bazı kedi türlerinde var olma bireysel birey biçimindedir ama bunlar da bile, insanla karşılaştırıldığında çok daha az ve sınırlı düzeyde bir toplumsallık söz konusudur. İnsanın toplumsallığı epey derin ve karmaşıktır. Bizim için grup yaşamı zorunluluk, bireysel yaşamsa çeşitli psikolojik zorlukları da beraberinde getirecek çok az rastlanan bir istisnadır.
İnsan gruplaşmasının bir üst sınırı vardır. Bu, Homo sapiens sapiens türünün biyolojik yapısının dayattığı bir parametredir; kontrolümüz dışında bir parametredir. Bu üst sınır 146’dır. Yani insanların doğal halleriyle oluşturacakları grup büyüklüğünün üst sınırı 150 kişi civarındadır. Bu rakam insan beyninin kabaca diğerleriyle etkileşimleri işlemeden sorumlu neocorteks bölümünün kapasitesiyle bağlantılıdır. Neokorteksin kapasitesi daha büyük grupları kaldırmaz. Eğer bir insanın birkaç yüz kişiyle ilişkisi varsa, bunların hepsiyle yakın ilişkisi yoktur. Bir insan bine yakın başka insanı tanıyabilir ama bu biniyle yakın, kişisel ilişkisi yoktur. Doğal gruptan kastedilen, yakın, kişisel ilişkilerin oluşturduğu gruptur. Bu kişilerin hepsinin aynı grubun üyeleri olması da gerekmemektedir. En azından bu günümüzde artık böyle değildir ama tek bir bireyin yakın grubu bu rakamı geçemez. Bu biyolojik olarak mümkün değildir.
Bu grup üst sınırı, gruplar bu sınırı aşmadığı sürece bir sorun teşkil etmez. Kişilerin teker teker sahip oldukları gruplar, grup 150 kişinin altında olduğu sürece aynı gruba karşılık gelir. Yani herkesi grubu aynıdır. Sorun, daha büyük gruplar ortaya çıktığında belirir. Kalabalıklaşma, doğal gruplarda var olan durumun bozulmasına yol açar. 500 kişilik bir grupta yukarıda bahsettiğimiz türden bir örtüşme gerçekleşmez. Hiçbir bireyin özel grubu tüm grupla örtüşmez. Bu da söz konusun grubun üyeleri açısından bakıldığında farklı bir evreyi başlatır. O ana kadar farklı alt grupların birleştirilmesi, birbiriyle kaynaştırılması gibi bir sorun yoktur; bu noktadan itibaren böyle bir sorun belirmiştir. İki farklı durum belirir. Birincisinden bahsettik. Hiç kimsenin kendi özel grubu bireylerin hepsinin oluşturduğu ana grupla çakışmaz; Ana grubun içinde birden fazla alt grup vardır ve bunların ortak bir çatı altında birleştirilmesi gerekmektedir. İkinci sorunsa bazı bireylerin birbirlerine benzemelerinden ötürü bazı kişilerin özel gruplarının da birbirine benzeyeceği ama diğer yandan bazı kişilerin de bu birbirine benzeyen özel gruplardan oluşan alt grupların sınırlarında kalacağı, melezleşecekleridir. Yani hem tek bir çatı altında toplanacak değerler oluşturma sorunu hem de bir çokkültürlülük sorunu vardır. 500 kişilik bir grup hâlâ çok ufaktır ama karşımıza 100,000 ve hatta bir milyonluk grup çıktığında, her iki sorun da epey karmaşık boyutlara ulaşacaktır.
Kültür
Kültür kavramı bugüne kadar çeşitli şekillerde açıklanmış ve bugün var olan tanımların tamamı da modern çağın ürünüdür. Ben bu tanımlarla ilgilenmiyorum. Bu bahsettiğim grup etkileşimlerinde benim dikkatimi çeken iki mesele var. Bunlardan ilki benzeşme. İnsanlar bir arada yaşadıkları sürece birbirlerine benzerler. Her bireyin kendi tarzı vardır ve bu tarz geldiği grubun özelliklerini temsil eder. Bu tarza, daha doğrusu bu çevremizdekilere benzeme sürecine kültür diyorum. Benzeme sürecine kültürleşme gibi bir terimin daha uygun olacağını düşünenler olabilir ama ben özellikle kültür sözcüğünü seçtim. Genelde kültür sabit ve değişmeyen bir şeyi ima eder ama aslında tam tersi doğrudur. Sürekli değişen bir şeydir ama aynı zamanda da değişmeyen bir şey gibi görünür. Kültürü iki şekilde düşünebiliriz: araçlı ve araçsız. Aracısız versiyonuna doğal, aracılı versiyonuna da yapay diyebiliriz. Aracısız kültür insanın kendisini kullandığı kültürdür. Başkalarıyla kurduğumuz yakın ilişkiler bizi değiştirir, bu etkileşimler sonucu ortaya çıkan bir tarza benzememizi getirir. Herhangi bir araç söz konusu değildir; benzeşme tamamen kişisel yakın etkileşimin sonucudur. Aracılı kültürde başka bir kişiyle veya bir tarzla bir araçla etkileşim söz konusudur. Gelen her neyse önceden paketlenmiştir, etkileşim sırasında tepki de bulunmaz ama etkileşim sonucunda ortaya çıkan yeni paket ilk baştaki paketten farklı olabilir.
Medeniyet
Aracısız kültür neticede insanın kendi öz (biyolojik) kapasitesine bağlıdır. Bu tür etkileşimlerin sonucu ancak ufak kültürel gruplar olabilir. Dolayısıyla büyük kültürel gruplar aracılı kültürler, yani yapay kültürlerdir. Bu alanda her türlü araç kullanılabilir ve bu araçlardan bir tanesi de medeniyet. Medeniyetin bugüne kadar geliştirilmiş en etkili araç olduğu söylenebilir. Aslında medeniyet araçtan ziyade bir teknik, bir yaklaşımdır. Medeniyetin temel özelliği insanın kendi çevresini yaratmasıdır. Burada söz konusu olan doğanın kullanılması veya belli bir şekilde anlamlandırılmasından farklı bir durumdur. Yeni bir çevre yapılır ve bu çevre doğayla insan arasına konur. Burada birincil olan elbette maddi bir dünyanın yaratılmasıdır ama bu beraberinde yeni ve farklı bir manevi dünyayı da getirir. Yapılan bir yer olduğundan, medeniyetin yerle ilişkisi çok farklı bir tutum alabilir. Bulunduğu yeri daha çok sahiplenen zihniyetin ortaya çıkışı neticede eşyalarla, insan yapımı nesnelerle iç içe yaşamaya, toplumsal ilişkilerini aynı insan yapımı nesnelerle kurmaya başlamış insanın bir üst aşamaya geçerek çevreyi de kendisinin yapmasını getirmiştir. Medeniyet eşyaların arka planını oluşturan bir başka eşyadır; bağlamın eşyalaştırılmasıdır. Eşya daha büyük grupların kurulmasını mümkün kılar. Bunu neokorteksin yetersiz yerde devreye girerek sağlar. Bu eşyalar sayesinde ve en önemlisi de bir eşya olarak yeni bir çevrenin yapılması çok sayıdaki doğal grubun aynı çatı altında bir araya gelerek büyük yapay gruplar oluşturmasını sağlar.
Medeniyetlerin Kültürleri
Bu büyük grupların kültürleri biraz önce değindiğimiz araçlı kültür türündendir. Bu büyük gruplarda kültür paketleri söz konusudur. Bu kültür paketlerinin belli merkezlerde yaratılmaları gerekmemekle beraber insanın bu paketlerle girdiği ilişki çok daha farklı bir ilişkidir. Bu toplumlarda yaşayan bireyler bu paketlerin oluşmasında pay sahibi olabilirler ama bu paketlerle ilişkiye girdikleri anda ortaya çıkan etkileşim sırasında paketi değiştirmeleri mümkün değildir. Var olan tek ilişki bu paketin tek yönlü bir şekilde alınmasını getirecek türdendir. Bu paketler paketlerin nasıl kullanılması gerektiğini belirten uygulamalarla da gelir. Medeniyetsel büyük grup kültürlerinin bir zorlama içerdikleri söylenebilir. Aksi takdirde tek çatı yaratacak kültürün doğal etkileşimlerle edinilmesi mümkün değildir. Bu paketin alınmasında da bir diyalogun söz konusu olduğu düşünülebilirse de aslında bir monolog gerçekleşmektedir. Doğal grup kültürüyle bir medeniyet kültürü arasındaki bu fark çok önemlidir. Bu monologsal mesajların çok geniş kitlelere yayılabilmesinin bazı güç merkezlerinin oluşturulmasını gerektiğini de dikkate almamız gerekmektedir.
Farklı İletişim Kaynakları
İnsanlar aralarındaki toplumsal iletişimi gerçekleştirmek için farklı kaynaklara başvururlar. Bunları duygusal, maddi ve simgesel kaynaklar olacak şekilde üç grup halinde düşünebiliriz. Duygusal kaynaklar çok yakın grupların oluşturulmasını sağlarken, maddi ve simgesel kaynaklar sırasıyla daha büyük grupların kurulmasında başvurulan kaynak türleridir. Simgeler milyonları bir çatı altında toplayabilirken, duygusal kaynaklar ancak çok yakın çevremizde kullandığımız jestlerden ibarettir.
Hiyerarşik yapıların ortaya çıkması
Sayı artışı her zaman daha karmaşık yapıların ortaya çıkmasını gerektirir. Yaklaşık beş ile yedi rakamı arasında bir düğüm oluşması gerekmektedir ve bu böylece devam eder. Kalabalık toplumlar her zaman daha karmaşıktır.
Tarih genellikle insanların verdikleri kararların sonucu ortaya çıkan olayların bir araya gelmesi olarak düşünülür ama aslında hem birçok zorunlu, bizden bağımsız parametre söz konusudur hem de rastlantının hiç de azımsanmayacak bir rolü vardır. Bu zorunlu parametrelerden biri biyolojik yapımızdır. Bunun dışına çıkmamız mümkün değildir. Bir diğer zorunlu parametre de rakamların yarattığı koşullardır. Daha kalabalık topluluklar çok daha farklı toplumsal yapılar şeklinde örgütlenecek, toplumsal iletişim çok daha karmaşık bir düzeyde olacaktır.
Tarihsel Yaklaşım
Belirsizlik/Muğlâklık
Tarih genellikle karışık bir şekilde duran verilerin düzenlenmesi şeklinde düşünülür çoğu kez. Oysa burada gerçekleşen bu karışık verilerin belli bir fikir veya yorum doğrultusunda düzenlenmesidir. Bir an için tek bir veri üzerinde yoğunlaştığımızı düşünelim, bu veri tam bir belirsizlik sunar. Ancak başka verilerle bir araya getirildiğinde veya kendi koşulları içinde düşünüldüğünde anlam kazanır. Fakat burada ufak bir hile söz konusudur. Çünkü bağlamın kendisi de fazlasıyla belirsizdir. Elimizdeki veriye anlam kazandırırken diğer verilerin ne anlama geldiğini bildiğimizi var sayarız; oysa aynı sorun bu veriler için de geçerlidir. Elimizdeki verilerden çeşitli anlam grupları oluşturabilir (bir kısmını tamamen dışarıda tutabiliriz) ve bu yüzden de çok sayıda yorum söz konusudur. Nesnel bir bakış açısının sağlanabileceği bir nokta olmadığından, aslında tamamen muğlâk bir alandayızdır. Bu muğlâklığın aşılması ancak gözlemcinin seçim yapmasıyla mümkündür. Bu noktaya tekrar geri döneceğiz.
Benim tarihe bakış açım da bundan farksızdır. Eğer esas olan muğlâklıksa, o zaman yapılması gereken kesin sonuçlar veren öznel anlatılar üretmek değil, aksine bu öznel anlatıları ortadan kaldırarak geçmişi anlamaya çalışmanın belirsizlikle birlikte geldiğini göstermektir. Eğer herhangi bir “hakikat”ten bahsedilecekse, bahsedilmesi gereken tamamen belirsiz bir durumla karşı karşıya olduğumuzdur. Geçmişi anlamaya çalışmak tamamen diyalogsal bir ilişkiye dayanmaktadır ve bu ilişkinin sonucunda bizi bekleyen hiçbir zaman sabit ve kesin bir bilgi paketi değil, aynı anda hem kesin hem de belirsiz olan bir pakettir. Geçmişe dair ürettiğimiz anlatılar sürekli değişim içindedir veya değişmeye zorlanırlar. Hiçbir şey kesin değildir. Bu belirsizlik içinde geçmişle ilişkiye geçmeye çalışırız. Anlık veya kısa süreli kesinlikle her zaman seçimlerin sonucudur.
Çokkültürcülük
Bu noktada son bir şey daha ekleyerek tarihe yaklaşımımın aynı zamanda çokkültürcü olduğunu da belirtmek istiyorum. Çokkültürcülük denildiğinde farklı şeyler de anlaşılabildiğinden, bu konuyu biraz açmak gerekiyor. Çokkültürcü tarihçilik deyince genelde ilk akla gelen diğer kültürlere yer vermek oluyor. Burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü çokkültürcü olma adına çok rahat bir şekilde tekkültürcülük sürdürülebilir. Çokkültürcülüğün temelinde farklılıkların kabul eden, onlarla birlikte yaşamanın yollarını geliştiren yaklaşım vardır. Yoksa amaç farklı kültürleri yan yana koyarak hepsini eşit kılmak değildir. Bu reddedilmeye çalışılan özcü bakış açısına geri dönüş anlamına gelir. Bu çokkültürcülük değil, tekkültürcülüğün kültürel veya etnik özler fikridir. Oysa çokkültürcülük de hedef bu özcü bakış açısından ve en önemlisi de her şeyi bir bütün içinde toplama çabasından kurtulmaktır. Onun yerine bütünleri parçalayıp farklılıkları bulup çıkartan bir bakış açısını koymaya çalışır.
Bu tartışmanın başında gruplarla ilgili konuşurken doğal sınırın aşılmasıyla yeni bir evrenin başladığından bahsetmiştim. Eğer gerçekten bazı kültürel özlerden bahsedilecekse, bu daha çok birinci evre için geçerlidir. İkinci evredeki toplumların kültürel özlere karşılık geldiklerinden bahsetmek zordur. Çünkü aynı toplumun içinde haliyle birden fazla kültürel öz var olabilmektedir. Ayrıca melez yapılar da vardır ve en önemlisi de tüm bunlar sürekli değişim içindedir. Değişmez kabul ettiğimiz bir farklılığın içinde bir süre sonra başka farklılıklar belirirken, işe birden bu geçmişlerin günümüzdeki yorumlarının sürekli değiştiğine, sayılarının arttığını dikkate aldığımızda, bu değişimin çok daha fazla olduğunu görürüz.
Burada çokkültürcü yaklaşımın can alıcı noktasına geliyoruz. Farklılıklarla uğraşmak bu farklılıkları taşıyan kişi ve grupların kimliklerini ifade etmelerini sağlamak, anlatılarını hegemonyayı sürdüren anlatı veya anlatılarına yanına eklemek değildir. Amaç hegemonyayı ve arkasındaki gücü sorgulayarak ortadan kaldırmaya çalışarak bu diğer farklılıklara toplumun içinde erişim hakkı vermektir. Çünkü farklı grupların içinde bulunduğu durum yaşamın birçok alanına farklılıklarını koruyarak erişemiyor olmalarıdır. Burada biraz önce bahsettiğim seçim yapma konusuna geliyoruz. Yukarıda değinmiş olduğum muğlâklıktan kurtulmanın yolu seçim yapmaktır ve zaten aslında çok kültürlü olan toplumlarda da asıl sorun budur. Birçok grup bu seçim hakkından yoksun bırakılmaktadır. Diyaloglardan oluşması gereken toplumsal yaşam tek bir monologun hâkim olduğu bir topluma dönüştürülmektedir. Seçim hakkı derken düşünülmesi gereken başka ayrıntılar da vardır. Örneğin, bu seçim hakkının tek bir kültür seçme şeklinde dayatılması da yanlış olabilmektedir. Bazen yapılmak istenen seçim, bu dayatılan seçimin dışına çıkmak şeklinde de olabilmektedir. Bir başka ayrıntı da seçim paketinin değiştirilmesi talebi de olabilir. Çünkü sunulan seçimler hâlâ toplumda var olan hegemonyanın sunduğu bir paket olabilir. Sonuç olarak çokkültürcü yaklaşım hiç de diğer kültürlere söz hakkı tanımak şeklinde gerçekleşmeyebilir. Çünkü söz konusu olan çoğu kez ya melez yapılardır ya da bu farklılıkların da kendi içlerinde çeşitli farklılıklar taşıyor olmalarıdır.
Tabii burada tam bir kargaşanın içine düşülmüş olduğu da düşünülebilir ki, bu bağlamda konuşulması gereken önemli sorunlardan biri de belleğin geçirdiği değişim olmalı.[1] Bütünleri parçalayarak farklılıkları ortaya çıkarma sürecinin belleğin sınırlarını genişletilmesi gibi bir etkisi vardır ki bu da zamanla aşırı uyumu, karar vermenin ve eleştirinin sonunu getirebilir. Farklılıkların tanınması ve onlarla yaşamanın öğrenilmesi, hegemonik olanın da herhangi bir farklılığa indirgenmesi sonunda tarihin yapısını tamamen değiştirebilir, kolektif belleğin yerini bireyselleştirilmiş, parçalanmış bellek alabilir ve tarih otobiyografiye dönüşebilir.
Yoksa gidilen yer tarihin sonu mudur? Sürekli daha büyük toplulukların oluşturulduğu bir ortamda tarihin sonundan bahsetmek hiç de anlamlı gözükmemektedir. Olsa olsa tek bir anlatının hegemonik yapıya bürünmesi, ideolojik nitelendirilecek diğer anlatıların güçlerini tamamen veya büyük ölçüde yitirmelerinden veya marjinalleştirilmelerinden bahsedilebilir ama bunun da uzun vadeli bir sonuç olacağını düşünmek kanımca mümkün değildir. Tarihin yok olması olsa olsa doğal olarak adlandırdığımız gruplara geri dönüldüğünde mümkün olabilir. Bu tür toplulukların elbette geçmişleri vardır ama en azından günümüz ufak topluluklarına baktığımızda bunları tarihsel anlatılar şeklinde yeniden üretmedikleri görülmektedir. Tarihsel anlatıların kesinlikle grupların tek bir çatı altında toplanması süreciye ilgili olduğu görülmektedir. Burada birbirine karşıt çalışan iki süreç söz konusudur. Bunlardan biri tüm alt grupları bir çatı altında toplamaya çalışan süreçtir. Diğeriyse bu alt grupların bu süreç sırasında kaybolmamak için verdikleri mücadeleyle ilgilidir. Bir yandan ayrıntıları ve farklılıkları sürekli genelleştiren, basitleştiren bir süreç söz konusuyken, diğer yandan da aynı ayrıntıları ve farklılıkları öne çıkararak var olan hegemonik toplumsal bellekleri sürekli parçalayan bir süreç söz konusudur. Böylece en başta bahsettiğimiz geçmişin belirsizliği, muğlâklığı bir kez daha tam anlamıyla karşımıza çıkar.
Asya’ya sıçrayış
Tam bu noktada Asya’ya sıçrayabiliriz. Bu ilişkiyle uğraşmanın şu anda var olan en iki farklı yöntemi vardır. Bunları kabacı Batı ve Doğu yöntemleri diye ikiye ayırabiliriz. Batı ve Doğu medeniyetlerinin farklı düşünme şekilleri geliştirdikleri konusuna daha önceki bir seminerde değinmiştik. Şu anda bu konuya girmeyeceğim. Sadece burada şekillendirdiğim bu ilişkinin çözümü konusunda Doğu düşüncesinin kanımca çok daha etkili bir yöntem sunduğuna değinmekle yetineceğim.
Sanırım bu tartışma dizisinin Doğu hakkında olmasının ilk nedeni böyle bir farklılığın olması. Bu farklılığı mutlak sınırlar içinde düşünmemiz gerekmiyor. Batılıların hepsi Batı yöntemiyle ve Doğuluların hepsi de Doğu yöntemiyle düşünüyor diye bir iddia da bulunmamız gerekmiyor. Batı’da Doğulu yöntemiyle düşünenler olduğu gibi, Doğu’da da Batı yöntemiyle düşünenler bulunmaktadır. Bu arada elbette melez yapılar da vardır.
Böyle bir ayrımdan bahsetmek bizi haliyle Doğu’yu Batı’dan ayıran çizginin nerede olduğu sorusuna getiriyor ki bu önem vermemiz gereken bir ayrıntı. Türkiye Doğu’da mı, yoksa Batı’da mı? Bu soruya siyasi açıdan yaklaştığımızda Türkiye’nin Doğu’nun bir parçası olduğu düşünülecektir ama hangi Doğu? Doğu dediğimiz şey aslında epey büyük. Bir an için coğrafi sınırları unutup Batı’nın ötekisi olarak Doğu üzerinde yoğunlaştığımızda, bu Doğu kurgusunun aslında epey geniş bir alanı ve muazzam bir çeşitliliği kapsadığını görürüz.
Doğu’yu Asya olarak da düşünebiliriz, her ne kadar kanımca Asya Doğu’nun bir parçasıdır. Büyük bir parçasıdır ama yine de parçasıdır, kendisi değil. Çünkü Orta Doğu denen bir şey vardır. Doğu’yla ilgili kategorilerin neredeyse hepsi Batı medeniyetinin ürünüdür. Ortadoğu’yla Yakındoğu aynı şeyler değildir. Yakındoğu Uzakdoğu’nun karşıtı gibi gözükmektedir. Peki, bu Yakındoğu denen şey nereden başlamaktadır? On dokuzuncu yüzyılda Yakındoğu Osmanlı dünyasıydı. Osmanlı küçüldükçe, Yakındoğu da küçüldü diyebiliriz; en azından batı yönünden. Yakındoğu’yla karşılaştırınca Ortadoğu daha yeni bir terim. Bugünkü kullanımı açısından bakarsak (Türkiye’de bu bölgeye dahil edilmektedir), garip bir durum ortaya çıkmaktadır. Doğu’nun ortası ve uzağı vardır ama yakını kalmamıştır. Fakat konumuza dönecek olursak, Yakındoğu teriminin on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı topraklarını ifade ettiğini dikkate aldığımızda Asya’nın Doğu’nun bir kısmını temsil ettiğini görüyoruz. Doğu’nun diğer parçası da Balkanlar olmuştur ki bunun hâlâ geçerli olduğu bile söylenebilir.
Asya terimine gelince, özünde bir Batı teriminden bahsediyoruz. Asya dillerinde buna karşılık gelen bir terim yoktur ama Arap dünyasında ve Hintlilerin arasında bu terime yakın “Hint Denizi”, “Çin Denizi” gibi terimler olmuştur.[2] Bugün Asya olarak adlandırdığımız bölgede çok daha farklı coğrafyalar olmuştur. Bunları kaba bir şekilde Çin’i merkez alanlar ve Hindistan’ı merkez alanlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Elbette bunların dışında kalan halklar da kendi coğrafyalarını oluşturmuştur. Neticede burada görmemiz gereken şey, Asya’nın Batı coğrafyasına ait bir terim olduğu ve dünyanın diğer bölgelerinde sonradan benimsendiğidir. Üstelik bu Asya yaklaşımı hiçbir zaman düzgün, sorunsuz bir gelişim de göstermemiştir. İlk başta yaygın olan terim daha çok Hint’tir ve bu terim bir süre hem Avrupa’nın doğusunda hem de batısında var olmuştur. On beşinci yüzyılda İspanyollarla Portekizlilerin dünyayı ikiye bölmelerine dayanan bu Hint yaklaşımı hem Hıristiyan hem de Müslüman olmayanların yaşadıkları bölgeleri kapsamıştır.[3] Yani bir diğerleri kategorisidir; nereye ait olduğu bilinmeyenlerin konulduğu bir kategori.
Bu arada kıtalardan ne kastedildiği de apayrı bir konudur. Bir yanda bir Avrupa kıtası vardır ki bazı araştırmacılar buna karşıdırlar. Avrasya terimi yerine Afrasya teriminin daha yerinde olduğunu düşünmektedirler. Bu araştırmacılara göre Avrupa zaten Asya’ya ait bir yarımadadır. Yoksa Batı Asya Avrupa mıdır? Avrupa kıtasını tamamen dünya dediğimiz gezegende kıtaların evrimi açısından inceleyecek olursak, aslında farklı bir kıtanın en az bu açıdan var olduğunu söyleyebiliriz. Çarpışmanın izleri hâlâ gözükmektedir. Eğer kıtadan anlaşılması gereken farklı yerküre parçalarıysa, evet, Avrupa’nın farklı bir jeolojik geçmişi vardır diyebiliriz. Fakat kıtalar bu şekilde oluşturulmamıştır. Çok daha öznel kriterler söz konusu olmuştur ki, jeolojik bir yaklaşımı da savunmak da sonuçta nesnel bir kriterin söz konusu olduğunu göstermez. Avrupa türdeş Avrupa halklarının oluşturduğu bir kültürel birliğe işaret eder. Bu düşüncenin ortaçağda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda herhalde Hindistan da bir kıtadır ki, Avrupa’dan çok daha kalabalık bir dünya söz konusudur ve jeolojik tarihi açısından bakıldığında hiç de farklı bir çizgi izlememiştir. Aslında tartışmayı sadece jeolojik geçmişle sınırlayacak olursak, Avrupa’yla Asya’nın birleşik oldukları başka bir dönem daha vardır. Bu açıdan baktığımızda Avrupa aslında Asya’nın ondan daha önce kopmuş parçasıdır. Hindistan çok daha farklı bir çizgiden gelmektedir. Afrasya terimi daha anlamlıdır. Aslında jeoloji yararsızdır. Çünkü kıtaların oluşumu daha farklı dinamiklere bağlı olmuştur ve bu dinamikler arasında ortaçağ Avrupa’sının başta olduğu söylenebilir. Asya medeniyet anlatılarındaysa, biraz yukarıda değinildiği gibi, başı Hindistan ve Çin çekmiş ve modern çağda bu gruba Japonya’da katılmıştır.
Toparlayacak olursak, modern çağa geldiğimizde artık bir Asya kıtası vardır ama bu kıta o kadar büyük bir çeşitliliğe sahiptir ki, karşımızda Avrupa kıtasından çok farklı bir oluşum vardır. Asya kıtasının kesinlikle farklı kıtalara veya alt kıtalara bölünmesi gerekmektedir. Örneğin, Hindistan’ın farklı bir yerde olduğunu düşünebiliriz ama tarihsel ilişkiler açısından baktığımızda, en azından Budizm’in yarattığı türdeşliği göz önüne aldığımızda bir Çin - Hindistan - Güneydoğu Asya (HindiÇin) - Japonya ve Moğolistan’ın oluşturduğu nispeten türdeş bir yeden bahsedebiliriz. Türkiye ve Ortadoğu kesinlikle bunun dışındadır. Belki Orta Asya bir ara bölgeyi temsil etmektedir ama İran’dan itibaren kesinlikle farklı bir dünyaya adım atarız. Burada İran’la Hindistan’ı birleştirmek elbette mümkündür. Üstelik Hint Okyanusu’nun temsil ettiği bir dünya kurgulamaya kalkıştığımızda karşımıza daha farklı bir oluşum da çıkabilir. Diğer yandan Asya’nın kuzeyine kaçan bir bölgede Pasifik’ten Hazar Denizi ve Batı Sibirya’ya doğru başka bir bölgede düşünebiliriz. Aslında burada dikkate almamız gereken en önemli nokta, Asya olarak adlandırdığımız bölgedeki türdeşleşmelerin henüz Avrupa’daki kadar kesin çizgilerle belirmediğidir. Avrupalılık özellikle üzerinde çalışılmış bir kültürel birliği temsil ederken buna benzer bir durum Asya çapında söz konusu değildir.
Bu tartışmayı burada noktalayıp Türkiye açısından bakıldığında çok daha önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum. Yukarıda bahsettiğim tarihsel coğrafi anlatılarla Türkiye’de var olan tarihsel coğrafi anlatılar arasında çok önemli bir fark vardır. Şu ana kadar bahsetmiş olduğum tüm anlatılarda (Avrupa, Çin veya Hindistan) dünyanın merkezi her zaman bu medeniyetlerin bulunduğu yerlerdir. Örneğin Çin’de bir Orta Krallık kavramı vardır. Bu açıdan bakıldığında tüm bu medeniyetsel oluşumlar bir uyum içindedirler. Bir tek Türkiye’nin durumunda gariplik vardır. Orta Asya ve Türkiye farklı yerlerdedir. Türkiye’nin yarattığı anlatı aslında bir diaspora anlatısıdır. Türkiye hem anavatandır hem de değildir. Söz konusu olan kendisini daha baştan bir diaspora medeniyeti olmaya mahkum etmiş bir oluşumdur. Bu noktada Orta Asya kavramına giriyoruz.
Orta Asya nerededir? Türkiye’nin Orta Asya’sıyla bu konuyla ilgilenen araştırmacılar Orta Asya’sı farklı yerlerdedir. Türkiye’nin Orta Asya’sı Orhun Yazıtları’nın bulunduğu Moğolistan’dır. Oysa burası araştırmacılara göre İç Asya’dır. Orta Asya bir zamanlar çeşitli İran dilleri konuşan toplulukların yurdu olan Aral gölü çevresindeki coğrafi bölgedir. Aslında Anadolu’da bugün yaşayan insanların bir kısmının kökenleri açısından bakıldığından asıl başlangıç noktası da bu bölgedir. Diğer yandan kökenleri daha geriye götürmek isteyen, daha özsel bir kültüre ulaşmaya çalışan anlatılar açısından bakıldığında, aranılan merkez, başlangıç noktası İç Asya’dır. Tabii bir de bu iki bölgeyi birbirinden ayıran ilginç bir yer olarak Altay dağları vardır.
İç Asya tek merkez değildir. Çünkü Türkiye’de iki tane merkez anlatısı vardır. Biri İç Asya, yani Orta Asya köken mitidir. Diğeriyse tüm medeniyetlerin beşiği miti şeklinde sunulan Anadolu anlatısıdır. Coğrafi açıdan bu ikisi arasında bulunan Orta Asya ise aslında bir köken anlatısı olarak mevcut değildir; daha çok bir yadımcı aktördür. Kaynakça
Chaudhuri, K.N. 2000. Asia Before Europe, Economy and Civilisation of the Indian Ocean from the Rise of Islam to 1750, Reprint, New York: Cambridge.
Levi, G. 2002. “The Distant Past: On the Political Use of History”, J. Revel ve G. Levi (der.) Political Uses of the Past, The Recent Mediterranean Experience Londra: Frank Cass.
Mitani, H. 2006. “The Concept of Asia: From Geography to Ideology”, New Perspectives on Turkey, No. 35, Güz 2006, Special Issue on Comparative Turkish and Japanese Modernities, İstanbul:
Homer.Scotese, C.R. Paleomap Project, http://www.scotese.com/earth.htm
[1] Levi, 66.
[2] Chaudhuri, 22.
[3] Mitani, 25.
0 yorum:
Yorum Gönder