30 Aralık 2006 Cumartesi

Havaalanları

Barcelona’ya indiğimizde kendimi “Yok; olmuyor. Modernizm havaalanlarında kendine özgü bir estetik kuramıyor” der buldum. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılırsın, ne kadar tasarlanır, ne kadar para dökülürse dökülsün havaalanlarında 19. yüzyılın tren garlarının hüzünlü anıtsallığına denk bir estetik yaratılamıyor. (John Berger’ın tren garları üzerine neredeyse mükemmel bir yazısı vardı. Burada Net’te bulabilir miyim, diye arandım. Onun yerine Berger’in 2005 Nisan’ında birileriyle birlikte garlar üzerine düzenlediği bir “olay”la ilgili bir haber, yine “olay”la ilgili Monet’nin bilmediğim bir iki resmini ve yapılmış bir yorum buldum ["Do the locomotive"]. Belki daha sonraya...)

Besbelli, modernizm, anıtsallık yaratma ya da hüznü ifade etme yeteneğinden yoksun olduğu için değil havaalanlarının estetikten yoksun olması. Sevelim sevmeyelim, modernlik, Manhattan’ın şehir siluetinde, Maslak’taki iş merkezlerinde, filmlerden tanıdığım Hong Kong’da kendi anıtsallığını ve evet hatta lirizmini yaratıyor.

(Bundan bir ay kadar önceydi; İş Sanat’ta bir konsere, sanırım Cihat Aşkın’la Fazıl Say’ın konserlerine gitmiştim. Arada sigara içmeye çıktım. Dolunay vardı. Boğaz’da mehtabı, yakamozları anlatan, onların şiirini kuran dil, brut betondan yansıyan ayışığının şiirini kuramıyorsa, sorun mimarideki estetik yoksunluğunda değil, şiirsel duyarlığın güdükleşmiş olmasında olsa gerek, diye düşünmüştüm.)

Neden? Neden, Maslak’ta iş merkezlerinde, belki otellerde, kamuda, ortalığa açık mekânlarda bir estetik kurabilen modernlik, havaalanlarında kuramıyor. O zaman ilk aklıma gelen cevap (şimdi de daha iyi gelmiyor), havaalanlarının durakları oldukları yolculukların, 19. yüzyılın kırdan kente büyük göçü gibi bir yolculuğu temsil etmedikleri, birer geçiş ayinine sahne olmadıkları, iri kelimelerle söyleyecek olursak, ontolojik olarak farklı iki âlem arasında bir sınır teşkil etmedikleriydi...

Garlar terk edilen dünyayı telafi edecek bir görkemi barındırmak, yolculuğa eşlik eden fedakârlığın, feragatin büyüklüğünü kaydetmek zorundaydılar. Oysa şehirler arasındaki fark böyle bir ontolojik farka denk düşüyormuş gibi görünmüyor.

Kuşkusuz bütün şehirler arasındaki farklar, örneğin metropollerle şehirler arasındaki farklılıklarla şehirlerin birbirleri arasındaki farklılıklar aynı değil; İstanbul’u Bursa’dan ayıran mesafe ile Bursa’yı Balıkesir’den ayıran mesafe aynı türden mesafeler değil. Yine de hepsine “şehirlerarası” yolculuklar, bizi İstanbul’dan Bursa’ya, Bursa’dan Balıkesir’e, hatta köyden şehire bile taşıyan otobüslere “şehirlerarası” otobüsler diyoruz. Sanki trenlerle uçaklar arasındaki bir noktayı temsil ediyor otobüsler. Bir yandan “otogar” diyoruz, diğer yandan “terminaller”den bilet alıyoruz ama otobüsler “peronlar”dan kalkıyor. Yine de daha çok havaalanları ile karşılaştırılabilir gibi duruyorlar. Ya da onları havaalanlarından ayıran fark salt iktisadî (sınıfsal?) terimlerle anlatılabilirmiş gibi geliyor.

Fazla mı uzattım lâfı? Son birkaç söz: Yıllar önce Oruç Aruoba, Defter yayın kurulunda ilk ciddi tartışmalardan birine yol açan yazısında, modern insan için “havaalanlarında rahat eden insan” demişti. O zaman ona hak verir gibi olmuştum; şimdi o kadar emin değilim. “Modern insan”ın kim olduğu meselesi bir yana, havaalanları orada bulunanlardan rahat etmelerini talep eden ya da onlara rahatlık vaad eden mekânlar gibi durmuyorlar, belki kolaylık...

İskender Savaşır

1 yorum:

eren dedi ki...

Havaalanları bana da rahat mekanlar gibi görünmüyor. Şimdiye dek havaalanında rahatı yerinde bekleyebilen hiç kimseyle karşılaşmadığımı bile söyleyebilirim. Ulaşım giderek hızlanırken (uçaklar bunun en önemli araçlarından biri) havaalanlarında yapılan uzun süreli beklemeler (tren ve otobüse göre çok daha uzun sürelerle beklemek gerekiyor) uçağın işleviyle açık bir tezat oluşturmuyor mu? Bu durumda bu zaman yiyici mekanlara bir önyargıyla bakıldığını da kabul etmek mi gerekiyor?