Tabii, her gün bir önceki gün yazmaya başladıklarımın izini süremeyeceğim. Evvelsi akşamdan beri Barcelona’dayız.
Algıların alışkanlıkların boyunduruğundan kurtulması (ya da onların sağladığı güvenlik, tanıdıklık şemsiyesinden yoksun kalması), duyumların hassaslaşması süreci daha İstanbul’da başlamıştı. Üstelik düşünce de, izlenimlerdeki bu keskinleşme, berraklaşma karşısında, felç olmak bir yana tutuklaşmıyor bile, daha bir akışkanlık kazanıyor. Endişenin düşünceye kelepçe vurmadığı, aksine kışkırttığı, beslediği seyrek anlardan biri. Bu konuya bir ara geri dönmeliyim.
30 Aralık 2006 Cumartesi
Havaalanları
Barcelona’ya indiğimizde kendimi “Yok; olmuyor. Modernizm havaalanlarında kendine özgü bir estetik kuramıyor” der buldum. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılırsın, ne kadar tasarlanır, ne kadar para dökülürse dökülsün havaalanlarında 19. yüzyılın tren garlarının hüzünlü anıtsallığına denk bir estetik yaratılamıyor. (John Berger’ın tren garları üzerine neredeyse mükemmel bir yazısı vardı. Burada Net’te bulabilir miyim, diye arandım. Onun yerine Berger’in 2005 Nisan’ında birileriyle birlikte garlar üzerine düzenlediği bir “olay”la ilgili bir haber, yine “olay”la ilgili Monet’nin bilmediğim bir iki resmini ve yapılmış bir yorum buldum ["Do the locomotive"]. Belki daha sonraya...)
Besbelli, modernizm, anıtsallık yaratma ya da hüznü ifade etme yeteneğinden yoksun olduğu için değil havaalanlarının estetikten yoksun olması. Sevelim sevmeyelim, modernlik, Manhattan’ın şehir siluetinde, Maslak’taki iş merkezlerinde, filmlerden tanıdığım Hong Kong’da kendi anıtsallığını ve evet hatta lirizmini yaratıyor.
(Bundan bir ay kadar önceydi; İş Sanat’ta bir konsere, sanırım Cihat Aşkın’la Fazıl Say’ın konserlerine gitmiştim. Arada sigara içmeye çıktım. Dolunay vardı. Boğaz’da mehtabı, yakamozları anlatan, onların şiirini kuran dil, brut betondan yansıyan ayışığının şiirini kuramıyorsa, sorun mimarideki estetik yoksunluğunda değil, şiirsel duyarlığın güdükleşmiş olmasında olsa gerek, diye düşünmüştüm.)
Neden? Neden, Maslak’ta iş merkezlerinde, belki otellerde, kamuda, ortalığa açık mekânlarda bir estetik kurabilen modernlik, havaalanlarında kuramıyor. O zaman ilk aklıma gelen cevap (şimdi de daha iyi gelmiyor), havaalanlarının durakları oldukları yolculukların, 19. yüzyılın kırdan kente büyük göçü gibi bir yolculuğu temsil etmedikleri, birer geçiş ayinine sahne olmadıkları, iri kelimelerle söyleyecek olursak, ontolojik olarak farklı iki âlem arasında bir sınır teşkil etmedikleriydi...
Garlar terk edilen dünyayı telafi edecek bir görkemi barındırmak, yolculuğa eşlik eden fedakârlığın, feragatin büyüklüğünü kaydetmek zorundaydılar. Oysa şehirler arasındaki fark böyle bir ontolojik farka denk düşüyormuş gibi görünmüyor.
Kuşkusuz bütün şehirler arasındaki farklar, örneğin metropollerle şehirler arasındaki farklılıklarla şehirlerin birbirleri arasındaki farklılıklar aynı değil; İstanbul’u Bursa’dan ayıran mesafe ile Bursa’yı Balıkesir’den ayıran mesafe aynı türden mesafeler değil. Yine de hepsine “şehirlerarası” yolculuklar, bizi İstanbul’dan Bursa’ya, Bursa’dan Balıkesir’e, hatta köyden şehire bile taşıyan otobüslere “şehirlerarası” otobüsler diyoruz. Sanki trenlerle uçaklar arasındaki bir noktayı temsil ediyor otobüsler. Bir yandan “otogar” diyoruz, diğer yandan “terminaller”den bilet alıyoruz ama otobüsler “peronlar”dan kalkıyor. Yine de daha çok havaalanları ile karşılaştırılabilir gibi duruyorlar. Ya da onları havaalanlarından ayıran fark salt iktisadî (sınıfsal?) terimlerle anlatılabilirmiş gibi geliyor.
Fazla mı uzattım lâfı? Son birkaç söz: Yıllar önce Oruç Aruoba, Defter yayın kurulunda ilk ciddi tartışmalardan birine yol açan yazısında, modern insan için “havaalanlarında rahat eden insan” demişti. O zaman ona hak verir gibi olmuştum; şimdi o kadar emin değilim. “Modern insan”ın kim olduğu meselesi bir yana, havaalanları orada bulunanlardan rahat etmelerini talep eden ya da onlara rahatlık vaad eden mekânlar gibi durmuyorlar, belki kolaylık...
İskender Savaşır
Gönderen darxoul @ 10:04 1 yorum
Kategoriler: Estetik, Gezi notları, Havaalanları, Modernizm
29 Aralık 2006 Cuma
Hayır, her gün bir önceki gün yazdıklarımın izini sürmeye çalışacak değilim; süremeyeceğimi şimdiden biliyorum.
Bugün, yalnızca “hayatın logostan değil rythmos ve melostan hareketle kavranması”ndan ne kasdedilebileceği hakkında son derece kaba ve genel bir not eklemeye çalışacağım.
Gestalt Etkisi
Psikolojide, biraz yanıltıcı bir şekilde, “Gestalt etkisi” diye anılan şey, yani bütünün parçaların toplamından daha fazla bir şey olduğu iddiası, ders kitaplarında genellikle görsel uyarıcılardan hareketle örneklenir. Biraz yanıltıcı çünkü herhalde, “bütünün ... daha fazla bir şey olduğu” değil, “bütünün parçalarından önce geldiği” demek gerekiyor. Bir kare oluşturacak şekilde alt alta ve yan yana dizilmiş noktalar sözkonusu olduğunda, “kare algısı” tek tek noktalardan hem daha fazla ama hem de ve belki öncelikle, daha öncedir.
Bunu, işitsel uyarıcılar sözkonusu olduğundan göstermek belki daha kolay. Bir vals ritmi ya da marş ritmi gibi nisbeten basit bir ritmi düşünün. Bunu iştittiğimizde ritmi kualklarımız ya da zihnimizle değil bütün gövdemizle işitiriz ve gövde motor (harekî) düzeyde bu ritme katılmak ister; ritm algısının parçalarına, yani vuruşlara ayrıştırılması, öğrenme gerektiren bir süreçtir (hatta bir algı değil, öğrenme sürecidir). Bu öğrenmenin oldukça zahmetli de olabileceğini tango ve kimi aksak ritimler gibi nisbeten karmaşık ritimlerde göstermek, belki daha da kolay.
26 Aralık 2006 Salı
Hayatı “logos”tan değil, “rythmos” ve “melos”tan hareketle kavramak
Son günlerde, neredeyse bir slogan gibi tekrarladığım bu cümle, şu aralar neredeyse bütün düşündüklerimi, verdiğim seminerleri, tarih okumalarımı vs. özetleyebilirmiş gibi duruyor.
Ritm
Werner Jaeger, eski Yunan’da insan hayatının neredeyse tamamına egemen olduğu düşünülen bir “ritm duygusu”ndan sözediyor (Paideia, c. 1, s. 125).
Archilochus, MÖ 680-645 yılları arasında yaşamış, Paros adasında doğup, Thasos’ta bir koloni kurma çalışmalarına katılmış bir şair. Jaeger onun düşüncesini tartışıyor.
İskender Savaşır“Archilochus’un dinî düşüncesinin kökleri Tyché’yi nasıl anladığında yatar ve Tanrı bilgisi Tyché’nin bilgisidir. (…) İnsanların sahip olduğu her şeyi onlara Tyché, Talih [“Fortuna”], Moira [“pay”?] ve Yazgı vermiştir. İnsanlar düşünce ve davranışlarını ne kadar özgür ve bilinçli bir şekilde yönlendirmeye başlarlarsa, o kadar da kaçınılmaz bir şekilde yazgı sorunu ile yüzyüze gelirler.
İnsan özgürlüğü sorununu anlamaya başlayan Yunanlılar, Tyché’nin gizemine de daha derinden nüfuz etmeye başladılar. Özgürlüğe ulaşmaya çalışan insanın Tyché’nin bağışlarından da vazgeçmesi gerekir. Dolayısıyla, insanın ancak kendi seçtiği bir hayatta özgür olabileceği fikrini ilk dile getiren de Archilochus oldu. Gyges’in servetine tamah etmeyeceğini, ne de tanrılarla insanlar arasındaki sınırı aşma hırsına kapılacağı, ne de bir tanrın gücünü hedefleyeceğini dile getirdiği şiiri ünlüdür. Başka bir şiirinde kendi yüreğine seslenerek bu mağrur feragatin kaynağında yatan deneyimi gösterir. (…)
Bu mağrur bağımsızlığın temelinde yatan ideal, ölçülülüğün gündelik varoluş için en güvenilir kılavuz olduğuna dair olan pratik öğüt değil, insan hayatının tamamına egemen olan bir “ritm” olduğu fikridir. (…) Bu ritm duygusu, herhalde ilk kez İyonya doğa felsefesi ve tarih düşüncesinde ortaya çıkan, bir kavrayışın, varoluşun doğal seyrine egemenolan bir nesnel ortalamalar (“vasatlar”) yasası olduğu fikrinin, ilk izlerinden biri olmalı. (…)
Archilochus’un sözleri bizi onun ritmi bir akış gibi düşündüğü konusunda yanıltmamalı—hernekadar, modern anlayışımıza göre ritm akan bir şeyse ve kimilerie göre kelimenin kendisini “akmak”tan, ρέo’dan türetiyor olsa da… Kelimenin tarihi bizi böyle bir yoruma karşı uyarıyor. Müziğe ve dansa uygulanması (ve oradan bizim kelimemizi türetmesi) ikincildi ve birincil anlamını bir ölçüde gizliyordu. Önce Yunanlıların müziğin ve dansın, Archilochus’un dizelerinde açıkça görülen özünden ne anladıklarını sorgulamamız gerekiyor. Eğer ritim insanlığı “tutuyorsa” bir akış olamaz. Daha ziyade, Aeschylus’un trajedisindeki, kımıldayamayacak bir şekilde demir prangalarla zincirlenmiş Prometheus’u düşünmeliyiz; “bu ‘ritme’ bağlandım’ diyor; Hellespont için de “su yolunu başka bir biçime (‘ritme’) dönüştürdüm’ diyor: yani akıntıyı güçlü bağlarla bağlayarak bir köprüye dönüştürmüş. Demek ki ritim, harekete bağlar dayatan ve şeylerin akışını kısıtlayan şeydir (…) Demokritus da, atomların ritminden sözederken, onların hareketini değil örüntülerini, ya da Aristoteles’in mükemmel bir şekilde çevirdiği gibi, şemalarını kasdederek, kelimeyi gerçek eski anlamında kullanıyor. Kadim yorumcuların Aiskhylos’un sözlerine getirdikleri doğru yorum da budur. Yunanlılar bir binanın ya da heykelin ritminden söz ettiklerinde, besbelli ki, müzik dilinden taşıdıkları bir metaforu kullanmış olmuyorlardı; ve Yunanlıların müzikte ve dansta ritmi keşfetmelerinin ardında yatan akış değil bir duraksama, hareketin kararlı bir şekilde sınırlandırılmasıdır.” (s. 125-6).
25 Aralık 2006 Pazartesi
Başlarken
‘Henüz’ bir tanımı olmayan bu türden, yazı tarzından, “blog”dan ne bekliyorum, ne yapmayı tasarlıyor ya da umuyorum, onu yazmaya çalışmakla başlayayım önce...
Yalnız başına çalışmaktan (düşünmekten) ötedenberi, herhalde kendimi bildim bileli, sıkıldım. Sohbetin sürekliliği, her zaman (neredeyse) sözün içeriği kadar önemli oldu.
Demek ki, bir kere düşüncelerimi (sürecini de ürünlerini de) paylaşabileceklerimin sayısını arttırmayı umuyorum bu elektronik günlük sayesinde. Sözle ulaşamadıklarıma yazıyla ulaşmak...
Ama diğer yandan, paylaşmanın ötesinde (ya da yanısıra) yazmanın kendisi de önemli... Sohbetin sınırlarını genişletmenin yanısıra, yazının sağladığı disiplinle, zaten sürmekte olan sohbetin de derinleşmesine katkıda bulanabileceğimi umuyorum.
Demek ki, bir yanıyla (başkaları için) bir çağrı, bir davet, bir yanıyla da (kendim için) bir disiplin aracı...
Peki içeriği ne olacak burada tutacağım notların?
İskender Savaşır
Gönderen darxoul @ 09:59 0 yorum
Kategoriler: Hakkımızda
8 Aralık 2006 Cuma
Blogger Okur/Yazar Kılavuzu
Blog Nedir?
Blog, web sitesi yapmanın teknik zorluklarıyla cebelleşmeden online günlük tutmanın en kolay ve popüler yolu. Sunduğu kolaylıklar dolayısıyla yazı yazmayı bilen herkesin bir web sayfası sahibi olmasını sağlıyor. Bu nedenle de son dönemde popülerliği hayli artmış durumda. Blog yazarak önemli paralar kazanan insanlardan söz ediliyor. Bunun dışında dergiciliğe oranla daha geniş bir kitleye seslenme olanağına da sahip bir yöntem. Blog'da en son eklenen yazı en üstte görünecek biçimde ana sayfada belirli sayıda metin listelenir, diğer metinlere de arşiv bağlantıları kullanılarak erişilebilir.
Blogger
Blogger, blog konusunda öncü niteliğe sahip servislerden bir tanesi. Bu kılavuzda yazılanlar, Blogger için geçerlidir.Gmail
Blogger, yeni alt yapısında gmail sahipleri tarafından kolay kullanmayı sağlayacak biçimde tasarlanmış. Blogger'da bir blog sahibi olmak ya da bir blog'da yazar olabilmek için gmail hesabına sahip olmak gerekiyor. Eğer bir Gmail hesabınız yoksa ve edinmek istiyorsanız, bu kılavuzu size ulaştıran kişiye ulaşıp ondan sizin için bir Gmail davetiyesi göndermesini isteyebilirsiniz.
Blogger (Google) Hesabı Açmak
Blogger hesabı açmak oldukça kolay. Kısaca özetleyecek olursak, öncelikle Blogger ana sayfasında aşağıdaki bir resmi görünün bölümde üzerinde "Create Your Blog Now" yazan oka tıklamalısınız.
Bu linke tıklandığında ekrana, Google hesabı açmak için gerekli bilgileri doldurmanız gereken bir form gelecektir. Bu formu gerekli bilgileri sağlayarak doldurmalısınız.
Sırasıyla mevcut bir e-posta adresinizi, iki kez şifrenizi, Blogger'da görünmesini istediğiniz ismi ve bozulmuş karakterlerle yazılmış harflarden oluşan diziyi ilgili kutulara yazıp, yanında "I accept the Terms of Service" yazan kutuyu tiklemeniz gerekiyor. Bu son adımda Google hesabı açmak için Google'ın size sunduğu bütün koşul ve kuralları kabul etmiş oluyorsunuz. Bunların hepsini yaptıktan sonra üzerinde "Continue" yazan oka tıklayarak devam edin.
Eğer kendiniz için bir blog kurmayı amaçlamıyorsanız bundan sonraki adımları tamamlamanıza gerek yoktur. Bu aşamada bir Blogger hesabına sahip olursunuz. Bu Blogger hesabıyla mevcut bloglara yorum yazabilir ya da yazar olabilirsiniz.
Eğer kendi blogunuzu kurmak istiyorsanız, ikinci adımda gelecek forma bir blog başlığı ve bir adres girmeniz gerekmektedir. Başlık dilediğiniz bir şey olabilir, ancak adres için gireceğiniz ifade boşluk ve Türkçe karakter içermemeli ve "-", "/", vb. karakterlerle başlamamalıdır.
Bu formu doldurup alttaki "Continue" okuna bastığınızda kuracağınız blogun nasıl görüneceğiyle ilgili bir seçim yapmanız istenir. Bu adımda yaptığınız seçimi daha sonra değiştirebilirsiniz. Burada seçilen şablona daha sonra eklemeler yapılabileceği gibi bazı öğeler çıkartılabilir de.
Bu aşamayı da tamamlayıp "Continue" okuna bastığınızda ekrana aşağıdaki gibi bir kutlama sayfası gelecektir.
Bundan sonra "Start Posting" okuna tıklayarak hemen bir şeyler yazmaya başlayabilirsiniz.
Giriş
Blogger sayfasının sağ üst kısmında bulunan giriş bölümü kullanılarak Blogger'a giriş yapılabilir. Blogger eski alt yapısından yeni altyapısına geçmekte olduğundan burada iki seçenek bulunmaktadır. Bunlardan "New Blogger" olanını seçmeniz gerekmektedir.
Seçim yapıldıktan sonra ekran değişecek ve aşağıdaki biçimi alacaktır.
Bu ekranda kullanıcı adınızı ve şifrenizi girerek "Dashboard"a giriş yapabilirsiniz.
Dashboard
Blogger'da ilk tanışılması gereken sayfa "Dashboard" sayfası. Aşağıda bir örneği görünen bu sayfa kişinin bloglarının genel bir görünümünü veriyor. Bu sayfadan her bir blogla ilgili ayar sayfalarına gidilebildiği gibi, yeni metin gönderme sayfasına da gidilebilir.Yeni metin göndermek
Blogger'da yeni metin postalamak için birden çok yöntem var. Bunlardan biri Dashboard'da metin eklemek istediğiniz blogla ilgili bölümde bulunan "New Post" bağlantısına tıklamak. Diğeri, -yine- Dashboard'da bulunan "Posts" bağlantısına tıklayarak yeni açılan sayfanın sol üst köşesindeki "Create" ya da "New Post" bağlantılarından birisine tıklamak (aşağıda sayfanın bu bölümü görülmektedir).
Üçüncü yöntemeyse blogun web sitesinden ulaşılabilir. Eğer gmail ya da Blogger hesabınıza giriş yapmışsanız blog'un web sitesinde gezinirken sağ üstte aşağıdaki gibi linkler bulunacaktır.
Bu linklerden "New Post"a tıklayarak yeni bir metin oluşturmak için Blogger editör sayfasına ulaşabilirsiniz.
Editör Sayfası
Blogger editör sayfasının görünümü aşağıdaki gibidir. Bu bölümde bu sayfanın (editörün) kullanımıyla ilgili temel noktalara değinmeye çalışacağız.
Title
Bu kısım girilecek metnin başlığının yazılacağı kısımdır. Buraya yazılan metne "Kalın" (Bold), "İtalik" (Italic) gibi formatlama yapmak olanaklı değildir. Sayfada metnin en üstünde görünür ve arşivde metnin görünen kısmını oluşturur. Bu bölümün doldurulması zorunlu değildir. Bu kısım doldurulmadığında metnin başlığı olarak ilk birkaç sözcüğü rasgele olarak arşiv kısmında görünecektir.
Text Area
Ortada bulunan büyük metin kutusu, metnin gövdesinin girileceği bölümdür. Buraya girilecek metin üzerinde MS Word'dekine benzer formatlamalar yapılabilir. Bu formatlama seçenekleri yukarıdaki resimde de görülmektedir. Soldan sağa doğru sıralayacak olursak:
- Metnin fontu değiştirilebilir.
- Metnin font büyüklüğü değiştirilebilir.
- Metin kalın (bold) olarak işaretlenebilir.
- Metin italik (italic) olark işaretlenebilir.
- Metnin rengi değiştirilebilir.
- Metne bir hyperlink eklenebilir (bu sayede başka bir web sitesine bağlantı verilebilir).
- Metin sola dayalı biçimde gösterilebilir (hiçbir şey seçilmemişse otomatik olarak bu seçenek aktiftir).
- Metin ortalanabilir.
- Metin sağa dayalı biçimde gösterilebilir.
- Metin sayfaya tam oturacak biçimde (justify) formatlanabilir.
- Seçili metin sıralı liste (1, 2, 3, vb.) biçiminde gösterilebilir.
- Seçili metin sırasız liste biçiminde gösterilebilir.
- Seçili metin blok olarak tırnak işaretlerinin arasına alınıp alıntı olduğu gösterilebilir.
- İngilizce için dil kontrolü yapılabilir.
- Resim dosyası eklenebilir.
- Seçili metne yapılmış bütün formatlama kaldırılabilir.
MS Word'ün sağladığı temel olanakların pek çoğu bu editörde de sağlanmaktadır. Resim dosyalarının eklenmesi ile ilgili işlevde bugün itibariyle giderilmemiş sorunlar olsa da, yayınlanmak istenen metnin istenen biçimde formatlanabilmesi için pek çok araç sunulmaktadır.
Firefox tarayıcısını (Internet Explorer'a alternatif bir tarayıcı (browser)) kullananlar, bu alana bir MS Word dosyası içinden metin kopyaladıklarında o MS Word dosyası içindeki metin formatları aynen korunur.
Post Options
Yazarın eklenen metinle ilgili bazı seçenekleri değiştirme şansı da vardır. Formun alt bölümünde bulunan "Post Options" linkine tıklandığında bu seçenekler görünür hale gelir. Girilecek metne okuyucu yorumu eklenmesine izin verip vermemek buradan seçilebilir ("Reader Comments"). Burada yapılabilecek diğer bir şey de girilen metnin hangi tarihi taşımasının istendiğidir. "Post time and date" bölümünde metnin tarihi ve saati girilebilir (genellikle daha önce yazılmış ancak girilememiş metinlerin girişinde kullanılır, ileri tarihli metin girmek olanaklıdır, ileri tarihli metinler anında gösterilirler, metnin gösterilmesi için girilen tarihin gelmesi beklenmez).
Label
Editör sayfasındaki formun alt kısmında bulunan "Labels for this post" bölümü kullanılarak metne bazı etiketler, kategoriler, vb. eklenebilir. Bu, blogdaki metinlerin belirli bir düzenlilik içerisinde görünmesini sağlayacaktır. Burada "Show All" bağlantısına tıklandığında o blogda o güne kadar kullanılmış bütün labellar görüntülenecektir. Görüntülenen bu labellara tıklanarak da labellar metne eklenebilir.
Label, başlıktan şu anlamda farklıdır: bir futbol takımının bir maçıyla ilgili yazdığınız bir yazıya, diyelim, "Livorno-Ancona" diye bir başlık verebilirsiniz. Bu, metnin en sütünde, onu niteleyen metin olarak görünecektir. Ancak bu metni, "Futbol", "Livorno", "Ancona" gibi labellara ekleyerek bu konularla ilgili metinleri görüntülemek isteyen okurun onu görmesini sağlayabilirsiniz.
Yorum yazmak
Blogger bloglarında okuyucuların da metinle ilgili yorum yapmalarını sağlayan bir fonksiyon vardır. Bunu kullanmak için blog sayfasında yorum girilmek istenen metnin hemen altında bulunan ilgili bağlantıya tıklamak gerekmektedir. Bu bağlantı aşağı yukarı şöyle görünmektedir:
Burada "Yorum" yazan bölüme tıklandığında, Blogger yorum yazmak için ilgili arayüze yönlendirir. Bu arayüz şöyle görünür:
Burada en üstteki metin kutusu yorumun yazılacağı bölümdür. Burada istenirse HTML etiketleri kullanılabilir (eğer bu konuda bilginiz yoksa önemsemeyin). Metinle ilgili yorum girildikten sonra altta görülebiliecek biçimi bozulmuş harflerden oluşan dizinin hemen altındaki kutucuğa girilmesi gerekir. (Buradaki amaç bu yorum fonksiyonunun scriptler kullanılarak otomatik olarak doldurularak sitenin işlemez hale gelmesini engellemektir. Harflerin de biraz yamultulmuş olmasının nedeni budur.)
Bundan sonra yorum sahibi olarak bir kimlik seçmeniz istenir ("Choose an identity"). Eğer bir Google/Blogger hesabınız varsa kullanıcı adı ("Username") ve şifre ("Password") kutucuklarını doldurarak yorumunuzu Gmail kullanıcı adınızla görünecek biçimde yapabilirsiniz. Eğer Google/Blogger hesabınız yoksa geriye iki seçenek daha kalır: "Other" ve "Anonymus". "Other" seçildiğinde alttaki kutucuklar şöyle görünür:
Bu kutucuklara ad ("Name") ve varsa web sitenizin adresini ("Your Web Page") girebilirsiniz. "Anonymus" seçildiğindeyse alttaki kutucuklar kaybolur ve yorum size ait bir bilgi olmaksızın gönderilir.
Bu alanları doldurup doldurmamak size kalmış. Eğer bu alanlardan hiçbirine bir şey yazılmazsa, yorum anonim yorum olarak gönderilecektir.
Gönderilen yorumlar hemen sitede görünmeyebilir. Bu durumda blog sahibi gönderilen yorumları yayınlanmadan önce görmek istiyordur. Eğer sitenin yazarlarından değilseniz yorumunuz ancak blog sahibi onay verdikten sonra yayınlanacaktır. Burada da amaç, bu fonksiyonun kötüye kullanımını engellemektir.
Arama yapmak
Blogger'daki bir blog'da arama yapabilmek için blog sayfasının sol üstünde bulunan kutucuğu kullanabilirsiniz.
Bu kutucuğa aramak istediğiniz anahtar sözcükleri girip "Search Blog" butonuna bastığınızda arama başlayacaktır. Bu işlev bütün Blogger bloglarında burada bulunmaz, ancak genellikle böyledir. Diğer bazı bloglarda sol ya da sağ taraftaki bir menüde arama özelliği bulunabilir, ya da hiç arama özelliği bulunmayabilir.
Kategoriler: Hakkımızda
3 Aralık 2006 Pazar
Barok'a Genel Giriş
Döneme içkin olan bir başka gelişme de, modern anlamda metropollerin ilk kez tarih sahnesine çıkmasıdır. Roma’nun nüfusu Carlos’un orduları şehri yağmaladıktan sonra 10 bine düşmüştü. Bir yüzyıl içinde, Katolik Reform’u (ya da Karşı Reform) örgütleyen Trent Konsili’nin de (19. ekümenik konsil; 1545-1563) çabalarıyla nüfus dört misline çıktı. Sözkonusu olan yalnızca nüfusun büyüklüğü değildi; nüfusun yapısının da, halkın loncalar, mahalleler halinde sıkı sıkıya örgütlendiği Rönesans şehirlerine kıyasla, taşradan göç almaya başlayan, bekâr evlerinin kullanılmaya başlandığı, fahişelerin sayısının 6 bin küsura ulaştığı, kısacası farklı bir nitelik kazandığı söylenebilir.
Barok müziğin doğuşu bir yanıyla Paris’te, Roma’da, Venedik’te, Hamburg’da yaşanan bu yeni dinamizmi yansıtırken, diğer yandan da, ademi merkeziyetçi bir çerçeve varsayan Rönesans idealinin hâlâ ne kadar diri olduğuna tanıklık ediyordu.
Barok müziğin doğuşu büyük ölçüde operanın doğuşuyla eşzamanlı olduğu söylenebilir. Bir grup âlim ve müzisyen, müzik eşliğinde söylendiği bilinen eski Yunan tragedyalarının nasıl diriltilebileceği üzerine tartışıyorlar. Bunların arasında, ünlü Galileo Galilei’nin babası Vicenzo Galilei bilinen kayıtlı ama bize kalmamış olan ilk operayı besteledi. Ardından Jacopo Peri ve Monteverdi, bugüne kalmış en eski operaları bestelediler– her ikisi de Orpheo ve Eurydice efsanesini sahneliyordu.
Barok besteci ve düşünürlerin Rönesans müziğine yönelttikleri temel eleştiri, metni anlaşılmaz hâlâ getirmesi, hatta onu, ruhuna ve anlamına aykırı bir doğrultuda yorumluyor olmasıydı. Bir örnek vermek gerekirse “seni seviyorum” ya da “çok pişmanım” gibi cümlelerin 13 ses tarafından seslendirilmelerinin cümlenin/dizenin mahremiyetine halel getirdiği söylenebilir.
Erken dönem Barok bestecilerinin bu soruna buldukları çözüm önceleri “monody” sonra “sürekli bas” (basso continuo) diye anılan bir teknikti. Bu çerçevede, temel akorları basan bir sürekli basın üzerinde, üst sesler melisma diye anılan akışkan süslemelerle melodinin akışını temin ediyordu.
Ancak bu çözümü geliştiren erken barok besteciler bugün hâlâ genellikle “eski müzik” kapsamında ele alınıyor. Biz de birinci dönemimizi bu bestecilerle kapatmış olduk. Tonal müziğin (ve pop ve rock müziklerinin de) omurgasını oluşturan majör ve minör dizilerin yerleştirilmesi ve şan müziğindeki gelişmelerin enstrümantal müziğe uyarlanması Yüksek Barok’un Vivaldi, Haendel, Scarlatti ve Bach’ın elinde gerçekleştirildi.
İtalya’da Birinci Kuşak
Şimdi, Barok müziğin kabaca dört kuşağa ayrıştırılabilecek bestecilerini bu süreçlerle ilişkili olarak yerleştirmeye çalışalım...
Barok Çağ’ın kültürel merkezi diye andığımız İtalya bu dönemde din savaşlarına sahne olmadı, belki bu yüzden 1560’lar ve sonrasında doğan, ufuk açıcı verimlerini yüzyıl dönümü sırasında veren ilk kuşak Barok besteciler, getirdikleri bütün teknik yeniliklere karşın, başka neredeyse her bakımdan Rönesans’ın manevî iklimine aittiler. Bunun hangi bakımlardan böyle olduğunu bazı yaşamöyküleriyle örneklemeye çalışalım:
Platonik Akademi’den Camerata Bardi’ye
Barok kültürünün serpildiği ve kendini süreklileştirdiği kurum, birer tartışma ve fikir kulübü gibi çalışan akademiler oldu. Kurulan bu anlamdaki ilk akademi, herhalde daha 1439’da Cosimo di Medici öncülüğünde Floransa’da kurulan “Platonik Akademi” idi[1]. Daha sonra “akademi”nin yanısıra “camerata” gibi adlarla da anılan bu tür kurumlar İtalya’dan başlayarak bütün Avrupa şehirlerine yayıldı. Müzik tarihi açısından bu “camerata” içinde en önemli olanı, Floransalı bir soylu olan Kont Giovanni di Bardi tarafından herhalde 1573’de kurulan Camerata Fiorentina -ya da tam adıyla, Camerata de Giovanni Bardi des Contes de Vernio- idi. (Tarihin yaklaşık niteliği, kaynakların yetersizliğinden değil, topluluğun yarı-kurumsal yapısından kaynaklanıyor. Gündemli bir dostlar sohbeti şeklinde başlayan bu toplantıların hangi noktada “camerata” nitelemesine kavuştuğunu kestirmek güç.) Carlo Roberto Dati’ye ait, 17. yüzyıldan kalma ama o günleri anan bir elyazması toplantıların ne kadar gayrı-resmî bir hava içinde sürdürüldüğü hakkında bir fikir veriyor: “Jacopo Corsi’nin konutunun kapıları, kamuya açık bir akademiymişcesine güzel sanatlardan tad alan herkese açıktı. En başlarında Tasso, Chiabrera, Marino, Monteverdi, Muzio Efrem ve bini aşkın yakınlarının bulunduğu bir yazarlar, şairler ve müzisyenler topluluğu ve eşraf orayı sık sık ziyaret ederdi.”[2]
Camerata üyelerinden Galileo Galilei’nin babası Vincenzo Galilei’nin Dante’nin Cehennem’inden Ugolino bölümü için bestelediği, ‘operamsı’ tarzdaki herhalde ilk müziğin kayıtları günümüze kalmamış; akademi üyelerinden kalan müzikler içinde ise en önemlileri olarak Caccini ve Jacopo Peri’ninkiler sayılabilir.
Barok müzik, teorik tartışmaların yapılan müzik kadar önemli olduğu, hatta başlangıcında teorik tartışmaların müziği öncelediği bir tarz olması bakımından istisnaî bir örnektir. Dönem bestecileri yayınladıkları notaların başına, müzikte ne yapmaya çalıştıklarını açıklayan, neredeyse birer manifesto niteliğindeki önsözler ekliyorlardı. Örneğin, 1545-1618 yılları arasında yaşamış olan Giulio Caccini 1602’de yayınladığı ve Le Nove Musiche adını verdiği madrigaller derlemesine yazdığı önsözde şöyle diyordu:
- “Olağan pratiği izleyerek, ara (“inner”) sesleri bir tutkuyu ifade etmek üzere çalgıların icra etmesini istediğim durumlar dışında, insanların adeta ahenk (armoni) içinde konuşabilecekleri, şarkı karşısında belirli bir soylu bir kayıtsızlık takınarak, sabit tutulan bir bas nota üzerinde arada sırada kimi kakışımlardan da (“dissonance”) geçebilecekleri bir şan tekniği kullanacakları bir müzik ortaya koymaya çalıştım.
Yine Caccini’nin tanıklığına göre, eserin Roma’daki dinleyicileri, “tek bir telli çalgı eşliğinde tek bir sesin ahengi ile ruhun tutkularını böyle güçlü bir şekilde etkileyebilmesi ile daha önce hiç karşılaşmadıklarını” söyleyerek kendisini bu yolda devam etmek için teşvik etmişler. [3]
Günümüze ulaşan ilk ‘gerçek’ opera ise Jacopo Peri’nin 1597’de bestelediği ve 1600’de sahnelenen Eurydice’si oldu.
Daha sonraki 300 küsur yılın alışkanlıkları açısından bakıldığında Barok dönemin şaşırtıcı gelen özelliklerinden biri, rakip müzisyenlerin birbirleriyle kurdukları işbirliklerinin zenginliği… Örneğin, Peri’nin ikinci operası Daphe’nin bazı arya ve bölümleri Caccini tarafından bestelenmişti. Bu tür ortak yapımların en büyüğü ve gösterişlisi Floransa Grand Dükası Ferdinand de Medici ile Fransa Prensesi Christine de Lorraine’nin düğün kutlamalarının doruk noktasını oluşturan
Monterverdi
20. yüzyılın ikinci yarısından beri tarih-yazımına egemen olan eğilim “büyük adam tarihçiliğinden” (“deha tapımından”) uzak durmak, kopuşlardansa sürekliliği, beklenmedik olandansa öngörülebilir olanı, olaylardansa yapıları vurgulamak yönünde oldu. Bu eğilimin insan varoluşunun (öznelliğinin) dünyevîliğini, tarihselliğini daha açık seçik görmemize, tarihselliğin insan için nasıl neredeyse bir doğa mertebesinde (katılığında) olduğunu kavramamıza, tekniğin, gündelik olanın -hastalıkların, alet kullanımının, genel olarak maddî tarihin, eylemlerimizdense alışkanlıklarımızın- hayatımızda tuttuğu genellikle görünmez yerin görünürlük kazanmasına olağanüstü bir katkısı oldu. Ancak ifade biçimlerinin tarihine, özel olarak da sanat tarihine, maddi tarihin terimleriyle yaklaşmak, beraberinde estetik olanın özgüllüğünü de gözden kaçırmak tehlikesini de getiriyor. Çünkü estetik olan, bir anlamda tam da sürekliliklerin kırıldığı, olağan-dışının tarihsel olana nüfuz ettiği deneyim alanının adıdır.[4]
Konumuza dönecek olursak… 15 Mayıs 1567’de Cremona’da doğan Monterverdi, çağdaşları ve akranlarıyla, Jacopo Peri’yle, Caccini’yle, Vincenzo Galilei ile aynı tasaları, aynı hedefleri paylaşıyor, aynı teorik tartışmalara katılıyor, müzik bestelerken aynı teknikleri kullanıyor, benzer toplumsal ilişkiler içinde yer alıyordu. 1605’te yayınladığı beşinci madrigaller kitabına yazdığı önsözde, çağına (daha doğrusu akranlarının çağını yorumlama tarzına) ne kadar sadık olduğunu, akranlarıyla aynı ilkeleri benimsediğini açıkça dile getiriyordu.[5] Gerek Claudio Monteverdi bu önsözde, gerekse daha sonradan tartışmaya katılan kardeşi Giulio Cesare “primo prattica” diye niteledikleri eski bestecileri, sözleri armoniye tâbî (“metresi”) kılmakla eleştiriyordu. Giulio Cesare’nin abisi Claudio’nun yanısıra Peri ve Caccini’yi de andığı “seconda prattica” uygularıyıcıları ise melodiye, söze ve genel olarak ifadeye haysiyetini iade etmeyi hedefliyorlardı. Burada dile gelen görüşler, Caccini’nin 3-5 yıl önce yazdığı Le Nove Musiche önsözünde dile getirdiği görüşlerden temelde çok da farklı değildi. (Caccini’nin kendisi yeni müzikle ilgili olarak “stile rappresentativo-temsilî üslup” terimini kullanmıştı.)
Ancak bütün bu aynılık ve benzerliklere karşın, Monteverdi’nin başarısının erken Barok’un başarı kıstasları içinde değerlendirilemeyeceğini, bu ksıtasların oluşturduğu değerlendirme çerçevesini aştığını ya da hiç değilse, onun dışında kaldığını söylemek mümkün. Ne demek istediğimi bir karşılaştırma ile örneklemeye çalışayım. Benimkiler gibi modernist bir terbiyeden geçmiş kulaklar için Peri’nin eserleri, örneğin Eurydice operası, eninde sonunda ilginç bir deney olmanın ötesine geçemiyor ve uzun süre dinlendiğinde açıkça can sıkmaya başlıyor. Bu bağlamda İtalyanca biliyor olmak ya da olmamak, önemli... İtalyanca biliyor olsaydım Peri’nin “şakıyan cümlelerinin” (“parlar cantando”) verebileceği estetik hazzı tahmin edebiliyorum. Ancak burada yapıtının duygusal/düşünsel içeriğinin ifade edilmesi işlevi tamamen sözlere yüklenmiş, müzik, belki de erken barok müzik teorisyenlerinin kasdettiği bir şekilde, tamamen eşlikçi bir konuma indirgenmiş durumda. Aynı şey, Monteverdi’nin bazı eserleri için de geçerli; örneğin ünlü L’amento d’Arianna sözkonusu olduğunda, eser gücünü melodinin bütün akışkanlığına karşın gücünü müzikalitesinden çok şiirselliğinden alıyormuş gibi geliyor bana... Oysa Monteverdi’iyi diğer operalarında ve kimi madrigallerinde önemli kılan merkezinde çatışmanın yeraldığı müzikal bir bütün içinde seslerin, sözcüklerin kazandığı müzikal değer.
İki besteci arasındaki, (belki birinci fark ile ilişkili) önemli ikinci bir fark ise, librettolarından hareketle daha kolaylıkla örneklenebilir. Jacopo Peri’nin gerek müzikal, gerekse edebî dili alabildiğine alegoriktir. Onun eserlerinde kavramlar (“ahenk” gibi, “çatışma” gibi kavramlar) ya da kavramlarla bire bir temsil ilişkisi içinde olan tanrılar sahne alır. Duygular da, her bir duyguya (hatta kelimeye) den düştüğü fazedilen müzikal formüllerin birbirlerine eklenmesi ile ifade edilir– örneğin, coşkulu duygular yükselen biri melodik dizi ile ifade edilir, topraktan sözedildiğinde tonlar pesleşir, “gök” ve “güneş”e bakır nefesliler eşlik eder vs.
Diğer yandan Orta Çağ ve Rönesans boyunca edebî ve verime egemen olmuş olan “yüksek üslup/düşük üslup” ayrımı titizlikle korunur. Bu ayrımı temel olanla anlayışa göre tarjik olanla komik olan, soylu duygu ve durumları ifade etmek için kullanılan ağır aksak, akışkan dille, daha avam ve düşkün olanı dile getiren kaba saba, ritmik dil asla birbirlerine karıştırılmamalıdır. Oysa Monterverdi’nin başarısının, biraz Shakespare’inkini andırır bir tarzda tam da bu farklı düzlemleri içiçe geçirmek olduğu söylenebilir. Rönesans’ın bireyselliğin oluşum tarihinde oynadığı rolden sık sık sözedilir. Oysa İtalyan sahnesinde gerçek anlamda psikolojik derinliğe sahip kişilerin ilk kez Monteverdi’nin özellikle 1642’de Venedik’te sahnelenen son operası L’incoronazione di Poppea’da (Poppea’nın Taçlandırılması) belirdiği söylenebilir.[6]
Son olarak Moteverdi’nin hayatına dair birkaç şey ekleyelim çünkü sözkonusu hayat bir geçiş döneminin bütün izlerini, bir tohum halinde de olsa barındırıyor. Bu hayat çeşitli dönemlerinde geleneksel olan himaye ve hizmet kutbu ile nisbeten daha modern olan liyakat ve özgür işgücü kutbu gerilimi arasında yaşanmış. Monteverdi ile ilk kez, yeteneği sayesinde doğduğu şehir Cremona’da yükselen bir genç olarak karşılaşıyoruz. Daha 20 yaşına varmadan çeşitli motetler, şarkılar ve dinî kantatlar bestelemiş, 20 yaşında dünyevî konular üzerine bestelediği ilk madrigaller kitabını yayınlamış. 1589’da çıktığı ilk önemli yolculukta yörenin büyük mekezi Milano’nun yanısıra Mantua’ya gitmiş ve burada büyük bir olasılıkla şehri 1328’den beri yönetmekte olan Gonzaga ailesinin varisi Dük I. Vincenzo’nun huzurunda bir konser verdi ve üç yıl sonra 1592’de Mantua’da suonatore di vivuola (“keman ve/veya viol çalıcısı”) olarak çalışmaya başladı. Bu ilişki, 1612’de Dük’ün ölümüne kadar Monterverdi’nin erken yetişkinlik hayatına damgasını vuracaktı. 1595’te Monteverdi, bizdeki askerlik hizmetini çağrıştıracak şekilde Dük’ün Avusturya-Macaristan’a destek vermek üzere çıktığı Osmanlı seferine katıldı; 1599’da yine Dük’le birlikte Flanders’da (“Felemenk”) kaplıcalara girdi. Gördüğü bütün rağbete karşın, bir önceki maestro di capella’nın ölümüyle boşalan kadroya Monteverdi’nin yerine daha nüfuzlu olan Berbardo Pallavicino atandı.
Bu dönemde evlenen ve biri bebekliğinde ölen üç çocuğu olan Monteverdi için 1607 yılı birçok bakımdan bir dönüm noktası oldu. İlk operası Orfeo Mantua’da sahnelendi, aynı zamanda doğduğu şehir Cremona’nın akademisi “Acamedia degli animosi”ye (“zevkler ya da zevk sahipleri akademisi”) seçildi. Eylül ayında karısını kaybeden Monteverdi, derin bir depresyona girerek doğduğu şehir Cremona’ya çekildi ve bir yıldan fazla bir süre orada kaldı. 1610 yılında yeni bir iş aramak üzere yolculuklara çıktı, Roma ve Venedik’e gitti. Amam patronu ve hamisi Dük I Vincenzo ayrılması için gereken onayı vermedi ve babasının yüzelli küsur yıl sonra Leopold Mozart’ın Salzburg başpsikoposu nezdindeki çabalarını haber verircesine Dük’e yaptığı başvurular da sonuçsuz kaldı. Monteverdi ancak 1612’de Dük’ün ölümünün ardından 1613’te Venedik’in en önemli müzikal mevkii olan St. Mark kilisesinin maestro di capella’lığı için açılan yarışmaya katılarak kazandı ve 1643’teki ölümüne kadar hayatının geri kalan kısmını Venedik’te geçirdi.
[1] Bkz. Wikipedia: http://en.wikipedia.org/wiki/Academy
[2] Annibale Giunario “The Camerata Fiorentina”,
[3] Nicholas Anderson Baroque Music, Thames and Hudson, 1994. s, 14.
[4] Belki, bir adım daha ileri gidilerek “tıpkı dinsel olan gibi” denebilir. Müziğin en eski zamanlardan beri ibadetle yakından ilişkili olduğunu ve bu ilişkisini dinî duyarlığın hızla geri çekilmekte olduğu modern zamanlarda da koruduğunu biliyoruz. Woodstock’u düşünün.
[5] http://www.hoasm.org/VB/VBMonteverdi.html
[6] Bu çerçevede, Poppea’nın bildiğimiz kadarıyla konusu mitolojik ya da dinî değil tarihsel olan ilk opera olması da herhalde konuyla ilişkisiz değil.
Gönderen Unknown @ 11:14 0 yorum
Kategoriler: Müzik Tarihi
1 Aralık 2006 Cuma
Maddi Tarih Posta Grubu Özet 2 (Küreselleşme, Anlamı, Organları ve Alternatifleri)
1.2 Stieglitz. Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı
1.3 Dünya Bankasının Karar Verme Mekanizmaları
1.4 Yeni Düzenlemeler ve Ekonomi Politik: IMF Kaynaklı Kurumsal Reformlar ve Tütün Yasası*
1.4.1 Siyasal Kapanmalar Ve Açılımlar?
2 Küreselleşmenin Alternatifleri
2.2 Bilgi, Haber ve Bazı Pratik Meseleler
2.3 Bir Ortaklaşa Günlük Gazete Bloğu Önerisi
3.2 Toplum Mühendisliği ve İktidar Kavramının Farklı Anlamları
3.3 İktidar-Muhalefet ve Ötesi
4.1 Küreselcilik ve Küreselleşme
1 Dünya Bankası ve IMF
1.1 Yapısal Farklar
Kısa bir anekdotla başlayayım: Ahmet İnsel Radikal 2’nin 27 Ekim tarihli sayısındaki yazısında “Baykal’a rağmen Kemal Derviş faktörü olduğu için” CHP’ye oy vermeyi düşünen söz ediyor ve Kemal Derviş’in Neşe Düzel’le yaptığı söyleşinin bu insanların umutlarına büyük bir darbe vurduğunu söylüyordu. Anekdot, bu tanıma uyabilecek bazı arkadaşlarımla yaptığımız tartışmalar ve onların daha önceki beklentilerini gerekçelendirme çabaları sayesinde aramızda çıkan tartışma... Bu yazışma grubunun seçim tercihlerinin tartışıldığı bir platforma dönüşmesini istemiyorum ama bugüne kadar sürdürdüğümüz “dünya düzeni/hegemonya krizi” tartışmalarını ayrıntılandırmaya katkıda bulunacağını düşündüğüm için tartışmanın kaba bir özetini aktarıyorum.
Arkadaşlarımın akıl yürütmesi, çok genel hatlarıyla, şöyleydi:
Basında yaygın olarak yansıtıldığının aksine Derviş, IMF’nin değil, eski memuru olduğu Dünya Bankası’nın perspektifini yansıtıyor. Perspektifi kısa vadeli borç vermenin koşullarını yaratmak ve alacakları tahsil edebilmekle sınırlı olan ve daha ziyade Amerika’nın çıkarlarını yansıtan IMF’nin aksine, Dünya Bankası siyasal demokrasi kültürüne daha aşina ve daha Avrupa merkezlidir ve daha uzun vadeli kalkınma projelerine destek verir. IMF’nin hükümet ve devlet kuruluşlarınla çalıştığı yerde, Dünya Bankası sivil toplum kuruluşları ile çalışmaya daha yatkındır. Bu yüzden Dünya Bankası perspektifini yansıttığını farz ettiğimiz Kemal Derviş’te, Türkiye’de demokrasinin geleceği açısından bir açılım görmek -ucu hüsrana varmış olsa da- o kadar da büyük bir aymazlık değildi.
Bu tartışma üzerine, yazışmalarını ilgiyle izlediğim Dünya Sistemi Şebekesi yazışma grubuna ( wsn@csf.colorado.edu wsn@csf.colorado.edu ) Dünya Bankası ile IMF arasında gerçekten de böyle bir fark olup olmadığına dair bir soru yönelttim. Gelen yanıtları özetleyerek aktarıyorum.
Yorumcuların çoğu Dünya Bankası’nın daha uzun vadeli projeleri desteklediği konusunda hemfikir. Ancak bu vade farkının Stieglitz’in “Washington Uzlaşması” diye adlandırdığı doğrultudan bir sapan bir perspektife tekabül edip etmediği konusunda ise rivayet muhtelif gibi görünmekle birlikte bu farkın önemini azımsamak yönünde. IMF’nin piyasanın kendi kendini düzenleme yeteneğine meylettiği yerde, Dünya Bankası’nın daha Keynesci/kurumsal olduğunu vurgulayanlar bile 1980’lerden bu yana bu açı farkının kapandığı söylüyorlar. Elson Boles ise, daha sert yorumunda, Dünya Bankası’nın uzun vadeli bir kalkınma projesine destek verdiği durumlarda, çoğunlukla merkez ülkelerden birindeki bir ulus-ötesi şirketin projenin tamamının ya da büyük bir kısmının ihalesini üstlendiğini ve bu durumda projenin yerli halkı yerinden ettiğini ve hasıl olan yararın da büyük ölçüde ulus-üstü (ötesi) seçkinlere yaradığını iddia ediyor. “Her ikisi de tutarlı bir şekilde ‘serbest ticaret’, özelleştirme, mali disiplin ve ihracata yönelik programları yani başka bir deyişle şirket temelli küreselleşmeyi dayatıyorlar.”
Yorumculardan biri de Dünya Bankası’nın tarihine dair Le Monde Diplomatique’te yayınlanmış bir yazıyı yollamıştı. Yazıyı ekte yolluyorum. Türkçe çevirisi şu anda bayilerde olan Le Monde Diplomatique’te mevut.
1.2 Stieglitz. Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı
Yukarıda Stieglitz’in adını anmam boşuna değildi. Sorumu yanıtlayanlardan biri Stieglitz’in iki kurumun işleyişleri hakkında daha fazla bilgilenmek için Stieglitz’in kitabını önermişti ki, kitabın Türkçe çevirisi elime geçti. Plan B Yayınları’ndan (www.planb.com.tr ) çıkan kitabın Türkçe çevirisi son derece temiz. Tam bu kitabı tartışılmak üzere listeye önerecektim ki, Yiğit Bulut’un 29 ve 31 Ekim 2002 tarihli Radikal’lerde Stieglitz üzerine yazıları çıktı. 31 Ekim tarihli yazısında Yiğit Bulut iddiasını şöyle özetliyor:
Nobel ödüllü ekonomist Stiglitz'in IMF ve Dünya Bankası ile ilgili görüşlerini sizlere aktarmış ve önümüzdeki günlerde, yeni dünya düzeninin, iyice yıpranan ve deşifre olan bu kurumlar vasıtasıyla değil, ulusal devletlerin öne çıkarılmasıyla tesis edilmeye çalışılacağını, ulusal devletlerin de, siyasi tablonun, ekonomik ve sosyal dinamikler ile şekillendirildiği bir sistem ve bu sistemin ürettiği kişilerce kontrol edileceğini savunmuştum. (http://www.radikal.com.tr/veriler/2002/10/31/haber_54975.php?oturum=adadbdf780e421da57f8b098bd2b7ce5)
Henüz Stieglitz’in kitabını bitirmedim. Dolayısıyla Yiğit Bulut’un ona atfettiği türden bir projeye sahip olup olmadığını kestiremiyorum. Yiğit Bulut’un “ulusal devletin yeniden ihyası” yolunda söyledikleri, son derece kışkırtıcı olmakla birlikte bana sunduğu argümanlar yeterince ikna edici gelmedi. Tabii, bu yönde bir eğilim varsa, bizim bir küsur yıldır “hegemonya krizi” bağlamında tartışmakta olduklarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor, demektir.
Görüşlerinizi bekliyorum.
İskender
1.3 Dünya Bankasının Karar Verme Mekanizmaları
Merhaba;
DB ve IMF'nin karar mekanizmasından bahsetmek istiyorum. DB ve IMF'de her ülkenin kuruma kattığı belli bir sermaye payı var bu sermaye payı kota olarak adlandırılıyor. Buna göre bir ülkenin kota payı ne kadar fazla ise alınan kararlarda oy kullanma hakkı o kadar fazla oluyor.
Kurulduğu 1944 yılında ABD'nin kota payı diğer merkez ülkelerle karşılaştırıldığında önemli farkla
fazla olduğu görülüyor. Bu gün ise yine en yüksek kota payına sahip olan ülke ABD, ondan sonra gelen ülke ise Japonya. 70'lerden sonra, ABD diğer ülkelerle olan göreli üstünlüğünü yitiriyor fakat yine en yüksek kotaya sahip ülke.
60'lı yıllarda DB'nın çevre ülkelere önemli oranda proje kredisi aktarmasının nedeni, çevre ülkelerin Sovyet Bloğa katılmasının önlemek ve özellikle Amerikan sermayesinin dönemdeki pazar yaratma ihtiyacını gidermek.
80'li yıllarla beraber IMF ve DB bankası "işbirliği" içinde çalışmaya başlıyorlar.( bu konuda
Sinan Sönmez'in Dünya Ekonomisinde Dönüşüm kitabına bakılabilir.) Şu an ortak çalıştıkları söylenebilir. 80 sonrasında DB, 1960'lı yıllardaki oranlarda çevre ülkelere proje ve kalkınma kredisi vermiyor. IMF ile işbirliği içinde borçları toplamak gerekçesiyle "yapısal uyum programları" hazırlıyor ve takipçisi oluyorlar. Bir nevi çevrenin neo-liberal sürece uymasının koşullarını yaratıyorlar. Tabi ki bu süreç karşılıklı mutabakat içinde gerçekleşiyor.
İskender Bey'in yazısında geçen aşağıdaki paragrafın kurumun işlevini özetlediğini düşünüyorum;
"Elson Boles ise, daha sert yorumunda, Dünya Bankası’nın uzun vadeli bir kalkınma projesine destek verdiği durumlarda, çoğunlukla merkez ülkelerden birindeki bir ulus-ötesi şirketin projenin tamamının ya da büyük bir kısmının ihalesini üstlendiğini ve bu durumda projenin yerli halkı yerinden ettiğini ve hasıl olan yararın da büyük ölçüde ulus-üstü (ötesi) seçkinlere yaradığını iddia ediyor. “Her ikisi de tutarlı bir şekilde ‘serbest ticaret’, özelleştirme, mali disiplin ve ihracata yönelik programları yani başka bir deyişle şirket temelli küreselleşmeyi dayatıyorlar.”
Bir de DB'nın verdiği yoksulluk kredileri vs. kurumun meşruiyetinin sağlanması için oluşturuluyormuş gibi geliyor bana. Bu konu da tartışmaya açıktır tabi ki.
hoşçakalın
güllistan
Daha önce bu listede sözünü ettiğim dergi tasarısına en çok desteği vermiş olan, destek vermenin de ötesinde tasarıyı paylaşmış, benimsemiş, şekillendirilmesine katkıda bulunmuş olan Huricihan İslamoğlu, son DUNYA BANKASI VE IMF notu üzerine, Birikim'in Haizran 2002 sayısında "bir sürü yanlışla basılan ve araya giden" yazısını bizim listemize de yolladı. Daha önce de çeşitli vesilerle salık vermiş olduğum bu yazıyı bir kere daha herkese hararetle salık veriyorum.
İskender
1.4 Yeni Düzenlemeler ve Ekonomi Politik: IMF Kaynaklı Kurumsal Reformlar ve Tütün Yasası*
Huricihan İslamoğlu
Pek de özgün olmayan bir saptamayla başlayayım: 1980’lerden bu yana küresel bir piyasa toplumu oluşmaya başladı ve bu süreç içinde dünya ters döndü. Küresel piyasa toplumunu eski piyasa toplumundan ayıran, farklı iktidar ilişkilerini içermesi.
19. yüzyıldan beri bildiğimiz piyasa toplumları, modern devletle özdeşleşen iktidar ilişkileri ortamında gelişti; bu ortamın dışında varolmuş bir piyasa toplumu tarihte yok. Bu saptama önemli çünkü 1980’lerden bu yana egemen olan neo-liberal söylem bizi bunun aksine ikna etmeye çalışıyor ve bize piyasa toplumunun doğal bir oluşum olduğunu ve evrensel olarak tanımlanan arz ve talep yasaları tarafından yönlendirildiğini söylüyor. Bu anlayışa göre devlet müdahalesi evrensel yasalar eşliğinde kendi-kendini düzenleyen piyasa düzenini bozucu niteliktedir. Burada neo-liberal görüşten ayrılarak, piyasa toplumlarının gelişim/oluşum süreçlerinin modern devletlerin temsil ettikleri siyasi ortamlardan soyutlanamayacağını savunuyorum. Bu siyasetin cereyan ettiği alanlar, modern devletin merkezî yönetim mekanizmaları, yani yasa, idari kararlar, hukuk’tur. Piyasa toplumunun kurumları, en başta özel mülkiyet, farklı grupların karşı karşıya gelip çıkarlarını müzakere ettikleri bu alanlarda oluşmuştur. Merkezî yönetim, memurları ve mevzuatı aracılığıyla farklı grup çıkarlarını uzlaştırıcı olmuştur. Diğer taraftan, farklı grupların taleplerine cevap verip onların çıkarlarını uzlaştırabilme becerisi, modern yönetimlerin en önemli meşruiyet kaynakları arasındaydı. Bu beceri , modern yönetimin ulusal ekonomide büyümenin sağlanması ve uluslararası rekabet ortamlarında başarı elde edilebilmesi için gereken, toplum ve ekonomiyi yönlendirebilme yeteneği ile örtüşmekteydi. Yani, modern merkezi yönetim bir yandan toplumsal huzuru sağlamak için uzlaştırıcı ve ulusal serveti paylaştırıcı olurken, diğer yandan yönlendirici (steering) yönü ile bu servetin oluşturulmasında önemli bir rol üstlenmişti. Yönlendirici ve uzlaştırıcı merkezî yönetimin en çarpıcı örneklerini işçi, işveren, çiftçi, yoksul, emekli gibi geniş bir toplumsal yelpazeyi oluşturan grupların çıkarlarını uzlaştırmaya çalışan ve aynı zamanda da yatırım politikalarına müdahaleleri ile iktisadi büyümeyi sağlayan II.Dünya Savaşı sonrası refah devleti yönetimlerinde görüyoruz.
Piyasa toplumunun oluşumunda devletin yasal ve hukuki pratiklerinin önemini vurgularken ‘hukuk devleti ‘ kavramını kastetmiyorum. Bugünlerde pek revaçta olan ve IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla sunulan reform programlarının göz bebeği hukuk devleti, yani Rechtstaat kavramı, devletin kural ve yaptırımlarının araçsal bir şekilde değerlendirilmesi anlamına geliyor. Yani, hukuk devleti anlayışı ,devletin kuralları, yaptırımları aracılığıyla özel mülkiyetin ve onun yan kurumlarının varolabilmesi ve yaygınlaşması için gereken kesinliğin, öngörülebilirliğin ve güvencenin sağlanması demek. Bu anlayış toplumun veya ekonominin kural ve kurumlardan bağımsız olarak varolduğu varsayımından hareket edip ‘üstyapıya’ ‘doğal’ olarak varolan ‘alt yapının’ (yani ekonominin) işini kolaylaştırma (facilitator) işlevini yüklüyor.
Burada hukuk devleti anlayışının araçsal yaklaşımından farklı olarak merkezî yönetimin, onun yasa ve idari pratiklerinin, oluşturucu (constitutivist) boyutunu vurgulamak istiyorum. 19. yüzyılda bu boyut Hegel, von Stein ve Bentham’ın üzerinde durdukları Sozialrechtstaat (social rights states) kavramı ile ifade ediliyordu. Oluşturucu (constitutivist) perspektif devlet ve hukuku toplum ve ekonominin dışında ve sadece toplum ve ekonominin işleyişlerini kolaylaştırıcı olarak görmüyor. Bu perspektife göre piyasa toplumu, onun kurum ve aktörleri, hukuki ve idari pratikler(yönetim biçimleri/ governmental forms) tarafından oluşturulmakta ve bu pratikler , yani yasa, kararname, mevzuat, farklı grupların çıkarlarının müzakere edildiği alanları temsil ediyor. Ne var ki bu alanlara hangi grupların dahil edildiği hangi grupların dışarda bırakıldığını , merkezi yönetimin uzlaştırıcı bir rol oynayıp oynamadığını , bu yönetim biçimlerinin içinde yeraldıkları güç dengeleri belirliyor.
Bu makale 1980’li yıllardan bu yana küresel piyasa toplumlarının oluşturulma süreçlerinde güç dengelerinin radikal bir şekilde dönüşmesi ile merkezi idarelerin ve onların temsil ettikleri uzlaştırma ve paylaştırma siyasetlerinin alanının bilinçli bir şekilde daraltıldığı savından yola çıkıyor. Kabaca söylersek, küresel piyasa düzeninin oluşma sürecinde ulusal bir ortamda refahı kitlelere yayma kaygısı yerini, küresel bir ortamda özel grup çıkarlarına hizmet etmeye yönelik hikmeti kendinden menkul yaklaşımlara bırakıyor. Bu tikelcilik (particularism) yaldızlı bir sivil toplum kavramında en çarpıcı ifadesini bulurken ,sözkonusu sivil toplumu, ulus-ötesi (transnational) şirketler, özellikle ulus-ötesi aktörlerle işbirliğine girmiş ya da girme potansiyeli taşıyan yerli şirketler, (genellikle şirketlerle yakın ilişkisi olan) sivil toplum kuruluşları ve son olarak da uluslararası sermayeyle yakın bağları olan, yeni filizlenen bir küresel elitin üyeleri oluşturuyor. Bu elit, büyük şirketlerin sahip olduğu medya kuruluşlarında çalışanları, özel şirketlere ait beyin takımlarında, stratejik araştırma enstitülerinde yer alan araştırmacı içeriyor.
En önemli nokta, sivil toplum mistifikasyonlarıyla birlikte yeni bir hegemonya kurulmaya çalışılması. Yeni küresel düzenin savunucuları merkezî idarenin, daha doğrusu onun temsil ettiği siyaset alanlarının tasfiyesini hedeflemekteler. Bu da genelde, siyaset alanının toptan yok edilmesi değilse de, fazlasıyla daraltılması anlamına geliyor. Şöyle ki yasa ve idari pratikler, bir yandan,örneğin, çiftçi, işçi gibi piyasa aktörlerini dışlarken diğer yandan yeni piyasa aktörlerinin (örneğin sivil toplum kuruluşları, ulus-ötesi aktörler) oluşmasını sağlıyorlar. Yasalar yine farklı grupların karşılaşıp çıkarlarını müzakere ettikleri alanlar olma niteliklerini korusalar da müzakere edilen çıkarların hangi gruplara ait olduğunu, hangi grupların bu alanlardan dışlandığını saptamak önemli. Diğer taraftan merkezî yönetim ve onun aygıtları bir ölçüde korunsa da, onun temsil ettiği ve meşruiyetini dayandırdığı siyasetin ortadan kaldırılması söz konusu. Bu siyaset öncelikle geniş bir toplumsal yelpaze içinde yer alan çıkarların yasal düzen tarafından içerilme(inclusion) ve yasal mücadele alanlarına dahil edilmeleri ve farklı çıkarların merkezî yönetim ve onun pratikleri tarafından uzlaştırılması esasına dayanmaktadır. Bunu söylerken merkezî yönetimler her zaman her yerde içerici olmuşlardır demek istemiyorum. Sadece meşruiyetlerinin bu içerici siyasete dayandığını ve son kertede meşruiyet kaygısının dışlama eğilimlerini sınırladığını söylüyorum. Yeni piyasa düzeninde bu denli bir meşruiyet kaygısı veya söylemi yok. ‘Devletin özelleştirilmesi’ olarak tanımlanan gelişimler sonucu yönetim giderek özel, yani siyasi olarak hesap vermek zorunda olmayan kurullara kaydırılmakta ve bunun sonucu olarak merkezî yönetimler 19. yüzyıldan bu yana oluşmuş olan uzlaştırıcı ‘üçüncü taraf’ olma niteliklerinden uzaklaşmaktalar. Bu nedenle piyasa ortamını düzenleyen yasa ve idari pratikler uzlaştırıcı bir üçüncü taraftan yoksun ancak güçlünün sözünün geçtiği ortamlara dönüşmekteler.
Özetle, oluşturulmakta olan yeni piyasa düzeni ortamlarında, bir yandan tarihsel olarak piyasa toplumlarında ‘paylaştırıcı’(distributionist) bir adaletin gerçekleştiricisi konumuna gelen merkezî yönetimin ortadan kalkması, öte yandan yasa ve idari pratiklerin oluşturdukları müzakere alanlarına dahil edilen aktörlerin sınırlanmasıyla, siyasetin alanının daralmasına şahit olunmaktadır. Bu terörizm gibi meşru siyasetin dışında siyaset alanlarının oluşması gibi ciddi sonuçlar doğurabilecek bir gelişmedir. Belki daha da önemlisi bu daralma, ‘siyasetin ekonomide yeri yoktur’ teraneleri ile birlikte piyasa düzeninin oluşması bağlamında yeni bir siyaset ve onun aktörlerinin yaratılma süreçlerinin gizlenmesini mümkün kılmaktadır.
Yeni siyasetin ve onun temsil ettiği ilişkilerin meşruiyeti, verimliliğin artırılması ve iktisadi büyümenin sağlanması kavramlarına dayandırılmakta. Eski piyasa düzeninde, kapitalist iktisadi faaliyetin özünü oluşturan bu kaygılar iktisadi faaliyetin biçimlendiği kurumsal alanlarda cereyan eden siyasi mücadeleler çerçevesinde törpüleniyordu. Toplumsal huzuru sağlama kaygısı, kapitalist üretimin semerelerinin farklı gruplar arasında paylaştırılmasını öngörmüş ve bir ölçüde de kârların azamileştirilmesi ilkesine galebe çalmıştır. Bu da yüksek vergilerin ve sosyal harcamaların düzenin kaçınılmaz parçaları haline gelmesi anlamına geliyordu. Yeni düzenin çıkış noktası, verimlilik ve iktisadi büyümeye engel olarak görülen ve ‘siyasi’ olarak tanımlanan bu kısıtların kaldırılmasıdır.
Bu anlayış, neo-liberal bir inanca, yani iktisadi tercihlerini ifade eden rasyonel bireylerin kararları (talep) ile üretim ve yatırım açısından bu tercihlere karşılık verenlerin kararlarının (arz) denge durumuna erişeceğine olan inanca dayanmaktadır. Buradan çıkarak uzun vadede bütün rasyonel aktörlerin iş bulacağı, piyasalarda âdil ücretlerin, âdil ekmek fiyatlarının, âdil faiz ve âdil kâr düzeylerinin oluşacağı öngörülür. Başta özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü gibi özel mülkiyetle ilgili özgürlükler (yani hukuk düzeni) olmak üzere kurumların oluşturulmaları, teknik süreçler olarak değerlendirilir. Bunların uygulayıcıları ise teknisyenlerdir, hiçbir siyasetle ilişkileri yoktur.
Daha sonrada değineceğim gibi burada söz konusu olan, ekonominin ve hukukun teknikleştirilmesi veya teknik süreçler olarak algılanmalarının teşvik edilmesidir. Teknikleştirme bir anlamda doğal ve evrensel olarak kabul edilen piyasa yasalarına inancın ifadesidir. Şöyle ki eğer teknik uygulamaların gerçekleşmesine izin verilirse, piyasanın doğal işleyiş mekanizmalarının talihli olanlara kısa vadede, daha az talihlilere ise çok uzun vadede yarar sağlayacağı savunulur.
Aynı zamanda teknikleştirme siyasete yukarıdan bakma tavrını da beraberinde getirmektedir. Siyasetçiler ile siyaset, özel sektörün gelişmesine öncelik tanıyan bir küresel piyasa düzenini oluşturmayı görev edinmiş teknisyenin çalışmasını engelleyen güçler olarak küçümsenir, hatta kötülenir. Özel sektörün gelişmesinde ise, ulus-ötesi özel şirketler ön plana çıkarılır; yerli şirketler üzerinde ancak uluslararası sermayeyle eklemlenebildikleri ölçüde durulur. (1)
Yukarıda özetlemeye çalıştığım süreç ve yaklaşımlar ışığında, Ocak ayında TBMM’den geçen ve tütün üretimi ve ticaretini düzenleyen yasayı değerlendireceğim. Fakat bunu yapmadan önce yeni kurulan hegemonyanın (iktidar ilişkileri ortamının) bir haritası niteliğinde olan T.C. hükümetinin IMF’ye verdiği 18 Şubat 2002 tarihli niyet mektubundan yola çıkarak sözünü ettiğim siyasi alanının daraltılması olgusunu ele almak istiyorum.
1.4.1 Siyasal Kapanmalar Ve Açılımlar?
Niyet mektupları, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan reform paketlerinde olduğu gibi küresel piyasa düzeninin oluşumu için öngörülen kurumsal yapının irdelenmesi mahiyetindedirler. Burada ‘reform’, yerel ile ulus-ötesi aktörlerin karşı karşıya gelip çıkarlarını müzakere edebilecekleri yasal ve idari alanların oluşmasını öngörüyor. Bu alanlar -ki özelleştirme yasaları ve ihale yasası bunlara örnektir- küreselleşme veya küresel piyasa toplumunun oluşma süreçlerine işaret ediyor.
Şubat 2001 krizinin başlamasından bu yana (ve daha önceleri) TC hükümeti, IMF’ye küresel piyasa düzenini oluşturmaya yönelik reformların gerçekleşeceğine söz veren bir dizi niyet mektubu sundu. Ne var ki 18 Ocak mektubu diğer mektuplardan farklı bir nitelik taşıyor. Öncelikle, bu mektupta TC hükümeti IMF’den borç talep ederken 11 Eylül olayını ve Türkiye’nin terörizme karşı verilecek mücadelede yükleneceği önemli rolü vurguluyor. 11 Eylül sonrası dönemde ana hatları belirlenen küresel askerî düzende Türkiye’nin elde etmiş olduğu konum, şüphesiz uluslararası finans kuruluşlarıyla yapılan müzakerelerde Türk hükümetine daha önce sahip olmadığı bir avantaj sağlamıştır. Belki de bu yeni konumdan kaynaklanan cesaret ve güven duygusuyla, 18 Ocak tarihli mektup özel girişimi teşvik edecek kurumsal ortamın yaratılmasına ilişkin (daha önceki mektuplarla karşılaştırıldığında) oldukça ayrıntılı bir vesika.
18 Ocak niyet mektubunun açılış temasını özel teşebbüsün teşviki oluşturuyor. Bu tema çerçevesinde , mektup ne kadar teknik bir vesika olduğu iddiasında olsa da, yeni düzenlemelerin içerdiği siyaset alanlarını ortaya koyuyor.
Öncelikle, mektubun metninden çıkarak kurumsal reformdan kazanacak olan kesimleri kimler olacağını saptamak mümkün. Mektup (daha önceki istikrar paketlerinde olduğu gibi) ekonomik faaliyetleri canlandırmak ve ekonomiyi fiilen durma noktasına getiren krize son vermek için yabancı yatırımların önemini vurguluyor. Faiz oranlarının düşürülmesi, bankaların sermaye artırımına gitmesi, sermaye artıracak bankalara sermaye transferi şeklinde kamusal destekleme programları vaatlerini bu çerçeve içinde değerlendirmek mümkün. Ayrıca, devlet ihalelerinde şeffaflığı sağlayacak ve yolsuzluğu önleyecek nitelikte bir ihale yasasının çıkarılacağı sözü veriliyor. Burada şeffaflık büyük ölçüde, yerel mevzuat ve kuralların ulus-ötesi aktörler için anlaşılır kılınması anlamına geliyor. Tütün sektörüne getirilen düzenlemelerde de benzer mekanizmalar söz konusu. IMF’nin, son borç diliminin serbest bırakılmasını, bankacılıkla ilgili düzenlemelerin yanı sıra tütün ve ihale yasalarının çıkarılması şartına bağlamış olması, reform programları ile, küresel piyasa düzeninin kurulması arasındaki yakın ilişkiyi gündeme getiriyor.
Niyet mektubu bize, yeni dünya düzeninden dışlanan grupların da portresini sunmakta. Bunlar özellikle, işten çıkarılacak, emekli edilecek ve düşük ücretlere mahkûm edilecek kamu çalışanları ile destekleme uygulamalarından mahrum bırakılacak tarım üreticileri. Gelir ve tasarrufları TL cinsinden olan, % 100’den yüksek bir devalüasyonla ve yaklaşık % 80’lik bir enflasyonla karşı karşıya kalan alt ve orta sınıflar mektupta pek görünmüyor. Buna karşılık, büyük ölçüde, Arjantin’deki gelişmelerin etkisiyle, sosyal harcamaların yeterli (halkın ayaklanmasını önleyecek kadar?) düzeyde kalacağı, Dünya Bankası’nın son zamanlarda benimsemiş olduğu hayırsever söylem ile ifade edilmekte. Bu söylem, örneğin, tütün yasası çerçevesinde üretimleri duracak olan tütün üreticilerine bir defalık olmak üzere doğrudan gelir aktarımını öngörüyor. Tabii ki bu, ortakçılık yapan ve bu tür bir yardımdan yararlanamayacak olan üreticiler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Doğu Anadolu’daki tütün üreticilerinin durumu bu. Bu da bölgedeki siyasi istikrarsızlığı artıracak bir öge olarak görülmekte.
Yönetim pratiği perspektifinden bakıldığında , küresel piyasa toplumunun oluşma sürecinde ön plana çıkan yeni “sivil toplum” siyasetinin, önceleri, ulusal merkezî idareler dışındaki yönetim birimlerini kayırdığı söylenebilir. Avrupa Adalet Divanı ‘nının örnek oluşturduğu bölgesel birimler, AB içinde giderek tercih edilen yönetim biçimleri. Ama eski sosyalist ülkelerde ve az gelişmiş bölgelerde yeni piyasa ortamları oluşturma eylemleri yol alıp neo-liberal fanatizm duruldukça, merkezî yönetimin pratiklerinin piyasa düzenini oluşturmakta büyük kolaylıklar sağladığı görülüyor. Bu nedenle, AB son zamanlarda Doğu Avrupa’da bölgesel projelerin yanı sıra, merkezî idareleri de destekliyor. (2)
Merkezî idareleri reddetmeme,dışlamama yolundaki yeni düşünüş, 18 Ocak niyet mektubunda çarpıcı bir şekilde kendini gösteriyor. Her şeyden önce mektup, şu noktayı açıkça ortaya koyuyor. Merkezî idarenin arzu edilmeyen (veya verimsiz olan) tarafı, merkezî olması değil, merkezîleşmenin paylaşımcı, uzlaştırıcı bir siyaseti beraberinde getirmiş olması. Arzu edilen, siyasal içeriği boşaltılmış bir merkezî idaredir. Örneğin, mektupta yeni bir vergilendirme sisteminin getirileceği ve sistemin etkinliğinin merkezî idare tarafından sağlanacağı konusunda IMF’ye güvence veriliyor. Yeni vergi düzeni, uluslararası bankalara borçların ödenmesi ve de büyük bir ordunun finansmanının sağlanması açılarından yararlı olacaktır. Şunu belirtmek gerekir ki borçların ödenmesi mektubun ana temaları arasında yer alırken askerî harcamalardan hiçbir şekilde söz edilmiyor.
11 Eylül sonrası dönemde belirginleşen ve bir süredir iktisadi küreselleşmeye koşut bir şekilde gelişmekte olarak küresel askerî düzen ve onun gereksinimleri, orduların, dar anlamıyla ulusal olmayan amaçlar için beslenmesini meşru kılmak yolunda. Küresel askerî düzenin gereksinimleri, Türkiye’de ordunun iktidar ilişkileri içindeki yeri ile biraraya geldiğinde, askerî harcamaların sınırlanması, teorik olarak devlet harcamalarını kısmaya ve vergileri düşürmeye yönelmesi beklenen reform politikalarının kapsamı dışında kalıyor. Kabaca söylemek gerekirse, hangi sektör harcamalarında kesinti yapılacağı o sektörde bulunan aktörlerin pazarlık gücü (hatta bilek gücü) ile belirleniyor . Ayrıca, Türkiye’de ordunun ulus-ötesi sermaye ile olan ortaklıkları onun küresel piyasa düzeni içindeki önemli konumuna işaret ediyor. Yani, ordu Renault gibi ulus-ötesi şirketlerle kurduğu ortak girişimlerle küresel piyasa ortamına eklemlenmiş güçlü bir kamusal aktör olarak karşımıza çıkıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Bir yandan küresel askerî düzenin ön plana çıkması ve ordu harcamalarının bu çerçeve içinde değerlendirilmesi eğilimi ,öte yandan, uluslarası finans kuruluşlarına ödenen borç, vergi veren kesim ile bu kesimin merkezi yönetimden olan beklentileri arasında bir uçurumun oluşması riski taşıyor. Şöyle ki vergi verenler kendilerini giderek vergilerinin karşılığında sosyal hizmetler talep etmek bir yana ulusal güvence talep edemeyecekleri bir konumda buluyorlar. Bu da vergilendirme eyleminin paylaştırıcı olmak niteleğinden uzaklaşması anlamına geliyor. Yeni iktidar ortamı ve onun vergi düzeni meşruiyetini giderek sağladığı sosyal hizmetler, istihdam politikaları düzleminde aramak yerine fetişize edilen bir verimlilik düzeyinin elde edilmesi ve belki de onun kadar önemli olan artık giderek küresel olarak tanımlanma eğilimi gösteren askeri güvenliğin(security) sağlanmasında arıyor.
Diğer taraftan, reform programları çerçevesinde merkezi idarenin desteklenmesine ilişkin olarak 18 Ocak mektubu idarenin “özelleştirilmesi” sürecinin , merkezî idareyi tasfiye etme veya onun harcamalarını azaltma anlamına gelmediğini gösteriyor. Bu süreç yalnızca, eskiden, bakanlara ve dolayısıyla seçilmiş millet meclisine karşı sorumlu olan teknokrat veya bürokratların üstlendikleri işlerin uzman danışmanlık firmalarına veya profesyonellere yaptırılması yönünde bir eğilime işaret ediyor. Para siyasetinden sorumlu Merkez Bankası’nın özerkleştirilmesi ve bir grup uzman tarafından yönetilmesi; bankacılık sektöründeki reformun Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Üst Kurulu’na bırakılması, bu cümleden sayılabilir. Aynı zamanda, profesyonellerden oluşan söz konusu üst-kurul, mektup tarafından, bankaların sermaye artırımına gitmesi sürecinde görev yapacak yine profesyonellerden oluşan danışmanlık şirketlerinin tayininden de sorumlu kılınmıştır. Burada dikkati çeken, karar mekanizmalarının giderek siyasi sorumluluk taşıyan (örneğin merkezî bürokrasi) mercilerden uzaklaştırılması ve idari yaptırımların teknokratik ortamlara kaydırılması. Bu ortamların en belirgin özelliği farklı olarak çıkarları uzlaştırabilme gücüne sahip bir üçüncü taraf tan yoksun olmaları.
Bu üçüncü tarafı silme, indirgeme eğilimi, hukuk mahkemeleri söz konusu olduğunda da geçerli. Örneğin, mektupta BDDK’nın iki bankayı kapatma kararının mahkemelerce iptali, hukuk sisteminin ‘verimsizliğine’, reformları engelleyici niteliğine örnek oluşturuyor. Tahkim mahkemeleri ve alternatif uzlaştırma (Alternative Dispute Resolution) şirketleri yeni piyasa düzeninin ulusal mahkemelere tercih edilen kurumları olarak beliriyor.
Son olarak, küresel piyasa düzeninin içerdiği yeni iktidar ilişkilerini gayet açık bir şekilde ortaya koymasına rağmen 18 Ocak tarıhli niyet mektubu siyaseti aşağılayan bir tavır sergiliyor. Burada aşağılanan eski iktidar ilişkiler. Örneğin, Meclis’te tarım üreticilerine verilen desteklerin kaldırılması ve ihale yasasının çıkarılması karşısında gösterilen direniş, üstesinden gelinmesi gereken engeller olarak anılıyor. Bir noktada ise siyasetin özünü oluşturan arıziyet faktörünü tamamen unutulup İhale Yasasının Haziran 2002 tarihinde Meclis’ten çıkacağı doğrultusunda söz bile veriliyor.
1.4.2 Direniş
Yeni hegemonyanın kurulması karşısında hatırı sayılır bir direniş söz konusu. Yukarıda belirttiğim gibi, direnişin varlığı niyet mektubuna da yansıyordu. Tütün Yasasına direniş, Millet Meclisi’nde cereyan eden yoğun tartışmaların yanı sıra tütün sektöründe bulunan çok sayıda sivil toplum kuruluşunun biraraya gelmesiyle oluşturulan Tütün Platformu tarafından gerçekleştirilmiş bulunuyor. Tütün Platformu, aralarında yerel üretici dernekleri, satış kooperatifleri, sendikalar, tütün uzmanları ve ziraat mühendisleri odaları olan çok çeşitli gruplardan oluşuyor ama her ne hikmetse sivil toplum kuruluşlarına çok önem verilen yeni iktidar ilişkileri ortamından dışlanıyor. Bu dışlanmanın en çarpıcı göstergesi, Tütün Platformunda yer alan hiçbir sivil toplum kuruluşunun Ocak 2002’de meclisten çıkan Tütün Yasası tarafından oluşturulan Düzenleyici Kurum’da temsil edilmemeleri . Benzeri bir şekilde siyasî parti liderlerinin, yasa parlamentodan geçtikten sonra sıra ile yasanın siyasi tarihte onur kırıcı bir leke olduğuna ilişkin beyanatlar vermeleri, (3) yasanın içerdiği güç dengelerinin varolan siyasi oyuncuların dışında oluştuğunu gösteriyor. Diğer taraftan, tütün üretimini sınırlayan ve sigara ve diğer tütün mamullerinin üretimini özelleştirmeye ilişkin düzenlemeler, küresel piyasa düzeninin kurulmasında yer alan oyuncuları gözler önüne sermektedir. Yasa metni derinlemesine incelendiğinde, düzenlemenin , direnişe bazı ödünler verilmiş bir mücadele alanı olması da görülüyor.
Önce Türkiye’de tütün üretimi ile ilgili bazı verilere gözatmakta fayda var. Türkiye dünyada en çok tütün üreten ülkeler arasında altıncı sırada yer almakta ve dünyanın toplam tütün üretiminin % 3’ünü gerçekleştirmektedir. Ayrıca Türkiye dünyanın belli başlı şark tütünü üreten ülkelerinden biri; toplam şark tütünü üretiminin % 40’ını gerçekleştiriyor. Şimdi burada şark tipi tütünden yapılan sigaraların Rusya, Orta Asya ve Çin pazarlarında rağbet gördüğünü hatırlatmak gerekiyor. Son on yıldır Türkiye’de büyük ölçüde Virginia türü büyük yapraklı tütünden yapılan Amerikan sigaralarına artan alışkanlık, bu pazarda ulus-ötesi şirketlerin, özellikle Philip Morris ve British American Tobacco’nun (BAT) başarısının kanıtı oluyor. Bu şirketler Türkiye’de Virginia tütünü üretimi alanına girmeye çalışırken aynı zamanda ABD’den Virginia tütününün ithalini sağlayıp bu ithalatı denetimleri altına almayı amaçlıyorlar. Bu stratejinin bir parçası Tekel’in de özelleşmesi ile Türkiye’de imal edilen sigara ve diğer tütün ürünlerinin, özellikle Rusya ve Orta Asya pazarlarına ihracı.
Yasa bir ölçüde ulus-ötesi şirketlerin ve onların yerli ortaklarının ortaya koyduğu projenin hayata geçirilmesinin yolunu açıyor. Öncelikle, tütün üretiminin, özellikle şark tipi tütün üretiminin sınırlanmasını amaçlıyor. Bu nedenle tütün üreticisine sağlanan destekleme alımlarının kesilmesi ve tütün üretiminin yasayla kurulan Düzenleme Kurumu’nun iznine tâbi olması öngörülüyor. Tütün üreticileri açısından bunun anlamı şu: desteklemelerin kaldırılması ve üretime sınırlamalar getirilmesiyle, toplam üreticisi sayısı bugünkü 600.000’lik düzeyinden 150.000’e düşecek, tütün üretiminde Ege Bölgesi’nde % 40’lık, Karadeniz Bölgesi’nde % 50’lik bir azalma görülecektir. Bu, aileleriyle birlikte 2,5-3 milyonluk bir nüfusun geçim imkanlarını kaybetmeleri demek oluyor.
Diğer taraftan yasa, tütün üretimine getirilen sınırlamaların uygulanmasını seçilmiş yerel görevlilere(örneğin muhtarlara) bırakmakta ve ihlallere para cezası ve çok ağır olmayan hapis cezası getirmektedir. İyimser bir gözle bakıldığında burada üreticiler için bir açılım görmek mümkün.
İkinci olarak yasa, Tütün Platformu’nun da gündeme getirdiği gibi, tütün fiyatlarının, alıcıyla üretici arasında gerçekleşecek bireysel sözleşmeler bazında saptanmasını öngörüyor. Bu da üreticiyi alıcının merhametine terketmek demek. Fiyatlar aynı zamanda başlangıç fiyatının Düzenleme Kurumu tarafından saptandığı, açık artırma ortamında belirlenebiliyor. Burada da aşağıda değineceğim gibi Düzenleme Kurumu’nun niteliği çok önemli oluyor.
Yasa aynı zamanda tütün ticaretini de düzenliyor. Bu bağlamda , tütün ithalatının tütün mamulleri üretenler tarafından yapılma koşulunu getiriyor. Ancak, sigara ve öteki tütün mamullerinin üreticisi olmak, tek vardiyada 2 milyar adet sigara ve diğer tütün mamulünden 15 tondan az olmayan bir üretim kapasitesine sahip olmayı gerektirmekte. Yine yasaya göre, işletmelerin en son teknolojiyle donatılmış olması gerekiyor. Bu şartları yerine getirebilen herhangi bir işletme, mamullerini serbestçe satabilecek, fiyatlandırabilecek, dağıtabilecek ve ihraç edebilecektir. Görüldüğü gibi yasa, fiilen, tütün sektöründe belli başlı aktörler olarak büyük ölçekli üreticileri tanımlıyor ve onların bu niteliği kazanmalarına katkıda bulunuyor. Ayrıca, yasa, bütün tütün üretimini ve tütün mamullerinin iç ve dış piyasalara satılmasını Kurumun iznine tâbi kılarak Kurumun otoritesini oluşturuyor.
Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu, bu Kurum’un kimlerden oluştuğu, üyelerini kimin atadığı ve idari-hukuki statüsü, yasanın nasıl bir mücadele alanı olduğunu ve ne tür siyasi ödün ve kazanımları içerdiğini yansıtıyor. Düzenleme Kurumu’nun işlevi yasanın uygulanması ve bu da Kurum’un, tütün, tütün mamulleri ve alkollü içkiler piyasaları ile ilgili tüm kararların mercii olması demek oluyor. Kurum’un, üniversite mezunu yedi uzmandan oluşması öngörülüyor. Bu uzmanların, maliye, sağlık, tarım bakanlıkları, hazine ve dış ticaret genel müdürlüğü, ziraat odası tarafından önerilen adaylar arasından hükümet tarafından seçilmesi öngörülüyor. Ayrıca Tekel Müdürlüğü tarafından da iki kişi atanması önerilmekte. Yalnız Tekel Müdürlüğü’nün özelleştirmesi tamamlandıktan sonra Tekel’in atadığı iki üyenin yerini Kurum’un atadığı üyeler alacak.
Kurum üyeleri seçiminin Bakanlar Kurulu’nun yetki alanı içine alınmasını ve Kurum üyelerinin ağırlıklı bir şekilde merkezî yönetim kuruluşları tarafından önerilmesini, varolan siyasi ortama verilen bir ödün olarak değerlendirmek mümkün. Ancak bir başka maddede bu yetkinin geçici bir süre için verilmekte olduğunun ifade edilmesiyle amacın Kurum’un özerkleşmesi olduğuna dair ipucu veriliyor. Bu yönde diğer bir ipucu ise yasanın, Kurum üyelerini Devlet Memurları Kanunu’na tâbi kılarken Kurum’a ayrı bir bütçe ayrılmasını öngörmesi. Ayrıca Tekel özelleştiğinde bu kuruluşun önerdiği iki üyenin Düzenleme Kurumu tarafından önerileceğine dair madde benzeri bir uygulamanın diğer resmî makamların önerdikleri üyeler için geçerli olabileceği yönünde bir yol açıyor.
Özetle yasa, her ne kadar Düzenleme Kurumu’nu bağımsız kılmaya yöneliyorsa da -ki bu küresel piyasa ortamının ve onun aktörleri olan ulus-ötesi şirketlerin ve onların yerli ortaklarının tercihidir- halen merkezî yönetimde ifadesini bulan farklı çıkarların bu özerkleşmeye karşı direnişlerini de yansıtıyor. Ne var ki yasa’nın metni bir yandan, farklı çıkarlar arasındaki mücadeleyi yansıtırken, diğer yandan, bu mücadele niyet mektubu bağlamında irdelediğimiz terimler çerçevesinde veriliyor. Bu terimlerin başında idari mekanizmaların siyasi sorumluluk taşıyan bürokratik mercilerin dışında daha verimli çalışacakları varsayılan kurum ve kurullara kaydırılması geliyor. Yani, giderek müzakereler Kurum’un varlığını varsayıp onun üyelerini kimin tayin edeceği, üyelerin hangi kesimlerden geleceği gibi konular etrafında şekilleniyor. Bu anlamda da yeni iktidar ilişkilerinin yasanın müzakere edilme süreçleri içinde sürekli oluşturulduğunu söylemek mümkün.
1.4.3 Bazı Sonuçlar
Bu yazı herşeyden önce yasaların küresel piyasanın şekillendiği iktidar alanları olduklarına işaret ediyor. Bu şekillenmede eski aktörlerin yenileriyle işbirliği yaparak farklı işlev ve nitelik kazanmalarının yanı sıra yeni aktörlerin (örneğin tütün sektöründe büyük üreticilerin, Denetleme Kurumu’nun) oluşması da söz konusu.Küresel piyasa ekonomisinin siyasi ve idari-hukuki olarak oluşturulma (constitution) sürecinin vurgulanması öncelikle IMF ve Dünya Bankası gibi yeni piyasa düzeninin oluşmasında kilit roller oynayan aktörlerin benimsedikleri neo-liberal projenin bir reddidir. Bu proje idari-yasal pratiklerin ve ekonominin teknikleştirilmesini veya teknik süreçlermiş gibi algılanmasını öngörüyor. Bu teknikleştirme, piyasa düzeninin oluşturulmasının yalnız uzman kadroların anlayacağı türden teknik bir mesele olarak tanımlanması ve içerdiği iktidar ilişkilerinin gizlenmesi anlamına geliyor.
Neo-liberal yaklaşım ekonomiyi kendi kendini düzenleyen (self-regulating) bir yapı olarak görür ve saf ekonomik kararlar siyasal kaygılarla gölgelenmediği, yani siyaset müdahil olmadığı sürece piyasa mekanizmasının düzgün işleyeceğine inanır. Diğer taraftan, daha gerçekçi iktisatçılar ekonominin kendi kendini düzenlemesi varsayımını sorgulayıp kurumsal müdahalelerin piyasa mekanizmasının işleyişinin düzenlenmesi açısından önemine işaret etmekteler. Örneğin, kurumsalcı rasyonel seçim (rational choice institutionalism) yaklaşımı, hukuk ve idari pratikleri piyasa faaliyetlerinin düzenlenmesi için gerekli araçlar olarak tanımlıyor. Bu yaklaşıma göre hukuk öncelikle, piyasa ekonomisinin temel kurumu olan özel mülkiyeti koruyan bir ortamın oluşmasını sağlayan bir tekniktir. Dünya Bankası’nın son yıllarda Doğu Avrupa, Rusya, Orta Asya ve eski Üçüncü Dünya ülkelerinde uygulamaya çalıştığı hukuk reformu programları büyük ölçüde hukuku araçsallaştıran bu kurumsalcı yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Bu programların ana hedefi:
“...mülkiyet haklarına saygılı bir hukuk ortamının oluşmasını sağlamak... bunun gerçekleşmesi için de iş dünyasını merkez alan yasaları mevcut hukuk düzeni ile bütünleştiren ve düzenleyici (regulatory) hükümleri asgarîye indirebilen bir yasa yapma sürecini ve yasaları etkin ve şeffaf bir şekilde uygulayabilen hukuk kurumlarını oluşturmak...” (4)
Türkiye ve tüm eski Üçüncü Dünya ve eski sosyalist toplumları için reform programları çerçevesinde sürekli gündeme gelen ‘hukuk düzeni’ kurulması gereği, hukukun ve yasaların özel mülkiyet ortamının oluşturulmasının hizmetine verilmesi anlamına geliyor ve hukukun, idarenin teknikleştirilmesi söz konusu. Burada Yasa ve idari pratikleri farklı çıkarların karşı karşıya geldiği ve yeni çıkar gruplarının oluşturulduğu alanlar olarak tanımlayarak bu teknikleştirme sürecine karşı çıktım. Bunu yaparken de yasaların ve hukukun ekonomi politiğine işaret etmeye çalıştım. Şöyle ki hukuk ve yasalar doğal ve değişmez olarak algılanan piyasa düzeninin onaylayıcıları veya el-ulakları olarak görmeyip bu düzeni oluşturan siyasi mücadele alanları olarak gördüğümüzde , tüm kısıtlara rağmen, bu alanlarda küresel piyasa düzeni olarak sunulan haksızlar ortamını dönüştürmeye yönelik siyasi dengelerin oluşabilme ihtimalini de açık tutmuş olacağımızı sanıyorum.
DİPNOTLAR
* Emine Uşaklıgil ve Alp Yücel’e bu makale için gereken verileri sağladıkları ve bana verdikleri destek için müteşekkirim. Ayrıca, bu yazının yazıldığı zor günlerde dostluğunu esirgemeyen Melek Ulagay’a teşekkür ederim.
1. Bugünkü krizin en çok küçük ve orta ölçekli işletmeleri vurduğunu belirtmek gerekir. Kriz, yüksek faiz oranları, devlet bankalarından ve iflas eden bankalardan çok sayıda çalışanın çıkarılması ve yüksek enflasyon oranı (% 65’ten yukarı) sonucunu doğurmuştur. Tüketicilerin alım gücünü sınırlayan bu faktörler, söz konusu işletmeleri etkileyen faktörler arasındadır.
2. Ayrıca, Batı Avrupa’da merkezî idareler zayıflamamış, tersine devletlerarası kurumlar bağlamında yeni bir biçim almıştır.
3. Saadet Partisi lideri Recai Kutan bu yasa için “post-modern Düyun-u Umumiye” nitelemesini kullanmıştır.
4. Douglas Webb, “Legal System Reform and Private Sector Development in Developing Countries”, R. Pritchard (der.) Economic Development, Foreign Investment and Rule of Law içinde, s. 45-65 (Londra: Kluwer Law International, 1996).
2 Küreselleşmenin Alternatifleri
2.1 Sorun
2.1.1
merhabalar
IMF ve DB anti-globalistlerce siddetle elestirilmekte. Sisteme kole olmak istemeyen bizler yine muhalefet saflarindayiz. Tipki 60'li ve 70'li yillarda oldugu gibi... Korkarim bu surecin sonuda husran olacak zira salt elestiri, akademik seviyede dahi olsa; cozum icermedigi icin halihazirda birseyler yapan gucler (or; IMF VE DB) yine hayatimizi belirleyeceklerdir.
Baslica iki sorunumuz var; Birincisi mevcut düzen icindeki sorunu pragmatik olarak anlatamiyoruz. Ikincisi alternatif plan yok.
Simdi yari uyuklayan entellektuel bir dev gorunumunde olan bu panele cagri yapiyorum; en fazla birkac somut cumle ile neden antiglobalist oldugunu ifade edebilecek babayigit (yada anayigit??) varmi??.
Saygilarimla
TKuhn
2.1.2
Çünkü bu mevcut sistem "küreselleşme" küresel refah getirmiyor.
Sistem denendi ama başarısız oldu.
Funda Okan
2.1.3
Böyle sorulunca yanitlamasi da zor oluyor. Anladigim kadariyla iki seçenek mevcut. Küreselciyseniz IMF ve DB cisiniz, ya da bunun tersi.
Kendi adima konusacak olursam, IMF ve DB'siyle mevcut düzeni asmak istedigim için küreselciyim, demem sanirim en uygunu olacak.
Korkarim ki bu beklenen yanit degil, ama en azindan yeterince kisa oldu. Ne kadar yigit olmus oluyorum böyle bir yanitla; onu artik bilemiyorum.
timuçin_y
2.2 Bilgi, Haber ve Bazı Pratik Meseleler
Sevgili Arkadaşlar,
Bir önceki mesaj ve Radikal İki’nin 17 Kasım 2002 tarihli sayısında yer alan Mehmet Feyyaz Damar’ın “Başka Bir Dünya Mümkün!” başlıklı yazısı, beni bir süredir aklımda dolanan bazı şeyleri sonunda kaleme almaya kışkırttı.
- Bundan bir süre önce Dünya Bankası ve IMF hakkında Dünya Sistemi yazışma grubuna (World Systems Network) yönelttiğim sorulardan sözetmiştim. Sözkonusu yazışma grubunba yönelttiğim soruların arasında IMF ve Dünya Bankası’nın yapıları hakkında olanların yanısıra, Brezilya’da olası bir Lula zaferinin bu kuruluşların politikalarını nasıl etkileyeceği sorusu da yer alıyordu. Bu konuda aldığım tek cevap, bu konuda sözkonusu kuruluşlar içinde hakim olanın, belirli bir politik/stratejik perspektiften çok genel bir kafa karışıklığı olduğu yolundaydı. Ancak dünya sistemi teorisyenlerinin kendi tartışmalarını da izlemek, yalnızca sistemi sürdürmekte olanların değil, eleştirenlerin de Latin Amerika’daki PT (İşçi Partisi) iktidarının ne anlama geleceği konusunda, temel konu üzerinde fazla düşünememekten kaynaklanan bir kafa karışıklığı olduğu yolundaydı. Biraz olsun aydınlanabilmek için, bir süredir iletilerini izlemeye ara verdiğim Marksizm grubu tartışmalarına döndüğümde (marxist@yahoogroups.com ), açıkçası orada da aydınlatıcı fazla bir şey bulamadım.
Seçimlerin üzerinden 3 hafta geçti. Benim izlediğim kaynaklarda durum fazla değişmişe benzemiyor. Wallerstein’ın, (ben dahil) başkalarınca “fazla iyimser” bulunan ve bir “iyi niyet temennisi” gibi değerlendirilen yazısı genel olarak yayınlanan birkaç şeyin tipik ve iyi bir temsilcisi gibiydi. Kısacası Lula iktidarının ne anlama geldiğini/gelebileceğini bilmiyor/kestiremiyoruz- daha da kötüsü galiba üzerine fazla düşünmüyoruz da...
- Okumamış olanlar için Mehmet Feyyaz Damar’ın yazısından küçük bir alıntı:
(Floransa’da düzenlenen ‘Avrupa Sosyal Forumu’ etkinliği haberini) Avrupa’nın pek çok gazetesi manşetten verdi. Dev gösteriye katılanların sayısı, La Republica gazetesine göre 500 bin kişiydi. Avrupa Sosyal Forumu ise remi açıklamasında 1 milyon insanın savaşa karşı yürüdüğünü söylüyordu. (Polis açıklamaları katılımcı sayısını 450 bin dolaylarından gösteriyormuş.) (Oysa) Radikal gazetesi bile haberi yalnızca altı satır vermişti.
Bir ironi... Radikal İki, alıntısını yaptığım yazının spotunda etkinliği “on binlerce kişinin katılımıyla yapılan” diye niteliyordu.
- Bunları anmam, bu yazışma grubunda, daha önce de dile getirmiş olduğum yeni bir yayın ihtiyacına bir kez daha geri dönmek içindi. Bu tür olaylar, hiç değilse benim için, yeni ve bağımsız (en azından Türkiye’de mevcut olan yarı-tekel durumundan bağımsız) bir yayın organına ve bu organın “küresel” olmak zorunda olmasına duyulan ihtiyacı doğrulayan veriler. Ancak açıkça söylemek gerekirse, bugüne kadar böyle bir olası yayına aktif-üretici olarak katılacağını umduğum kişi ve kuruluşlarca sürdürdüğüm temaslarda (iki istisna dışında) genel olarak “yapılsa iyi olur herhalde” ya da hatta “yap da görelim” şeklinde bir eğilimle karşılaştım; kendimi daha çok bir “talep oluşturmaya aday” kişi rolünde buldum- artık kolay altından kalkamayacağım, kalkmak da istemediğim bir rol...
- Türkiye’deki seçimler öncesinde, bu grubun seçim tercihlerinin tartışıldığı bir platforma dönüşmesini istemediğini söylemiştim. Bu yüzden, bu seçimlerde benim gönlüm DEHAP’ın meclise girmesinden yana olduğu halde, gerek Blok-İletişimden-Bir-Haber-Var grubundan, gerekse Demir Küçükaydın’dan gelen, DEHAP çevresinde kurulmuş olan seçim bloğuna destek veren mesajları listede yayınlamadım. Ancak Demir Küçükaydın’dan gelen son mesajı, doğrudan bir yayın önerisi içerdiğinden grubumuza aktaracağım.
Böyle bir öneriye gruptaki arkadaşlarının bir kısmının sıcak bakmayacağını tahmin ediyor, bir kısmının ise doğrudan biliyorum. Benim 1980’lerin sonuyla 1990’ların başındaki Özgür Gündem’deki kişisel deneyimim de beni bu konuda son derece temkinli olmaya sevkediyor. Yine de henüz bulutsu bir nitelik taşıyan bu önerinin tartışatılmadan heba edilmesine içim elvermiyor.
İskender Savaşır
2.3 Bir Ortaklaşa Günlük Gazete Bloğu Önerisi
Blok müzakereleri, çok eski bir gerçeği bir kez daha göstermiştir: Siyasi ittifaklarda daima somut hedefler, somut yapılacak iş planları gerçekçi, gerçekleşebilir ve verimli iş ve güç birliklerinin temelini oluşturabilir.
Nasıl her hangi bir çağ onun kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamaz ise, Blok da onun kendisi hakkındaki yargılarıyla yargılanamaz. O kendisinin ne kadar programatik bir blok olduğunu iddia ederse etsin; hatta seçimler için bir de program benzeri, somut taleplerden ziyade yuvarlak sözler içeren, bir metin çıkarmış olursa olsun, fiilen bir seçim bloğu idi. Programı veya kendine verdiği “emek barış ve demokrasi” ismi, daha ziyade, sosyalistlerin kendilerine parlamento seçimi gibi, pek önemsemediklerini söyledikleri bir gerekçe ile yaptıkları işi tanımlamayı gururlarına yedirememeleri ile ilgilidir. Yoksa Kürtlerin ne olursa olsun ilk kez kendileriyle ittifak yapan Türk sosyalistlerinin Kürtlerin demokrasi talebini ikinci plana atıp soyut bir anti emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığını öne çıkarmalarına gösterdiği tolerans; görmezden, anlamazdan gelme olmasa; keza Türk Sosyalistleri de demokrasiyi en temel hedef olarak koyup ve bunun için her şeyi denemeye hazır Kürt politikacıların söylemlerinden duyduğu memnuniyetsizliği, alanları dolduran Kürt kitlelerinin baskısı ve ittifakın en büyük müttefiğinin bu kitlelerin temsilcisi olması nedeniyle yutmasa bu blok bir saniye bile ayakta kalamazdı.
Bunlar kötü mü olmuştur? Hayır. Ama bunlar bir şeyi kanıtlar, kendisi hakkındaki iddiaların aksine bu bloğun bir seçim bloğu olduğunu. Somut bir iş için, herkesin farklı program ve stratejilerle bir araya geldiğini. Tarafların program, strateji ve anlayışların birbirinden programatik ve stratejik bir birlik oluşturamayacak kadar çok farklı olduğunu. Bu gerçek farklar yokmuş gibi yaparak gerçek duruma uymayan ittifak önerileri veya adlandırmalar, sadece işi yokuşa sürmek olur.
Ama bu blok, somut bir hedefle bir araya gelişin, uzun vadede programatik ve stratejik bir ittifak hatta birlik için sadece mümkün değil aynı zamanda olmazsa olmaz zorunlu koşul olduğunu da göstermiştir. Hangi vesileyle olursa olsun, oluşan bu birlik, onu oluşturan tarafların kendi kabuklarını kırmalarını, karşı tarafın duyarlıkları konusunda doğrudan bir etkileşime girmelerini sağlamıştır. Örneğin Türk Sosyalistleri’nin önemli bir kısmı, seçim döneminin başında sadece “Kürt ve Türk Emekçileri”nden söz ederken, seçim sonunda hala “Kürt Ulusu”ndan söz edecek duruma gelmeseler bile, “Kürt Halkı”ndan söz edebilir duruma gelmişlerdir. Bu anlamda, somut bir iş için bir araya gelip karşılıkla etkilemelerin kapısını açmanın, nasıl hızlı bir siyasi eğitim sağladığına somut bir kanıttır Blok. Bloğun bir buçuk ay içinde sosyalistlerin siyasi eğitiminde kat ettiği yol, son on beş yılda kat ettiği yoldan fazladır ve yönü de farklıdır.
Seçim öncesi ittifak müzakereleri bir şeyi daha kanıtlamıştır: gerçek somut ittifaklardan kaçma veya karşı tarafı tamamen kendi politikalarına tabi kılmanın yolu, karşı tarafla daha ileri düzeydeki ittifakları somut bir iş biriliğinin koşulu olarak getirmek veya onun yerine önermektir. SHP ve ÖDP, Kürt hareketine somut bir seçim ittifakının koşullarını değil, daha ileri bir ittifakın koşullarını dayatarak onu teslim almaya çalışmışlar; bunun kabul edilmemesini de ittifaktan uzaklaşmanın gerekçesi olarak sunmuşlardır. Çünkü, Kürt hareketi ile adı üstünde bir seçim ittifak yaptıkları takdirde, bu her biri ayrı hedef, strateji, örgüt ve politikaların bir ittifakı olur; herkes birbirini olduğu gibi kabul ederdi. Ama o zaman, Kürt hareketini kontrol altına alma ve ona kendi koşul ve anlayışlarını dayatma şansı olmazdı. Bu şunu kanıtlar: ileri ittifak biçimleri önerip, bunları aslında gerçekleşebilir, somut ve daha sınırlı, daha mütevazı bir başlangıç olabilecek birliklerin koşulu olarak sunmak, bir ittifaktan kaçısın ya da karşı tarafı kendi anlayışlarını kabule zorlamanın bir biçimidir ve örtüsüdür.
Şimdi bu aslında alfabetik ama bir türlü kimsenin kabul etmeye yanaşmadığı basit gerçekler ışığında Bloğun geleceği sorununa girelim. Herkes bloğun devamından yana ama herkes de eski yaptığını yapmaya devam ediyor. Niye böyle? Yukarıda açıklanan nedenle, çünkü Blok, kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın bir seçim ittifakıydı. Onu yaratan da aniden ortaya çıkan erken seçim ve Kürt hareketinin birikiminin kendisiyle ittifak yapıldığı takdirde yüzde onu aşma olanağı sunmasıydı.
Şimdi önümüzde ne yüzde on barajı ne de seçimler var. Bloğu gerçekte olduğundan farklı ortak bir program ve stratejiye dayanan güçlerin birliği gibi ele alıp davranma çabaları ilk adımda geçek olmayan bir varsayımdan yola çıktığı için tökezlemeye mahkumdur. Bu günün, dünün seçimleri fonksiyonunu görecek somut hedefi ne olabilir? Kanımızca, seçimlerin ortaklaşa kampanyaları ve adayları ile kıyaslanabilecek ortaklaşa bir günlük gazete.
Tıpkı seçim bloğu gibi, somut bir hedefe yönelik olarak güçleri birleştirmek ve bloğun yolunu açtığı işi devam ettirmek: birbirinden farklı örgütlerin, akımların, kitlelerin, anlayışların birbirini etkileme ve eğitme kanallarını açık tutmak ve genişletmek.
Evrensel ve Yeniden Özgür Gündem (bunlara Avrupa’daki Özgür Politika ve Evrensel’in Avrupa versiyonu da dahil edilebilir) zaten günlük gazeteler olarak varlar. Bu iki gazete bir tek ortak gazete olarak çıkar. Tıpkı Blokta olduğu gibi diğer sosyalist eğilim ve gruplar da güçleri ve katkıları oranında bu işbirliğine çekilir. Tabii daha hak güder ve hassas davranarak. Keza yine blokta olduğu gibi, her hangi bir örgütsel ya da sayısal gücü temsil etmese de, toplumdaki belli hassasiyetleri dile getiren, eğilimleri yansıtanlara da belli kontenjanlar sunulur. Böyle bir gazete, Bloğun da gösterdiği gibi Türkiye’nin entelektüel ve muhalif kapasitesinin çok büyük bir bölümünü etrafında toplayıp, çok farklı seslerin kendini ifade edebilip diğer sesleri duyabildiği bir platform olur.
Böyle bir organ hem toplumsal muhalefetin etrafında toplanıp kendini ifade olanağı bulabileceği bir organ hem de seçim bloğuyla başlayan birbirini etkileme, birbirinden öğrenme ve birbirine yanaşmanın bir aracı olur.
Elbette bu ittifak içeriğe değil biçime ilişkin olmak zorundadır. Yani kağıtlar, muhabirler, okuyucular, yazarlar, maddi olanaklar, entelektüel kapasiteler birleştirilmektedir. Kimseden görüşlerini değiştirmesi istenmemelidir. Birbirine son derece zıt görüşler bile bu gazetenin sayfalarında yer almalıdır. Propagandanın içeriğine değil araçlarına ilişkin bir blok olmalıdır. Seçim bloğunda farklı anlayışlar görmezden gelindi ve yutulduysa, burada artık o mümkün değildir. Ayrı program, strateji ve anlayışların varlığı, bunları kapsayan bir birlik için daha epey bir yol olduğu noktasından hareket edilmelidir. Bu nedenle, seçim bloğundan farklı olarak, ne için güçlerin birleştirildiğinin bilincinin çok büyük önemi vardır. “Seçim Bloğu” ile benzetirsek, bu “Gazete Bloğu”nun kendini “Emek Barış Demokrasi” bloğu gibi tanımlama, gerçeği olduğundan güzel gösterme şansı yoktur. Çok basit ve mütevazı hatta bayağı ve somut bir hedef: entelektüel kapasiteleri, kağıtları, muhabirleri, okuyucuları vs. birleştirmek. Böylece tıpkı Bloğun sonlara doğru başardığı gibi (Aydınların, Feministlerin, Cinsel Tercihi farklı olanların desteğini kazanmıştı bu en büyük başarısıydı), toplumun daha geniş kesimleri için de tüm gayrı memnunların toplandığı bir platform sunmak.
İşte somut bir proje. Bunun ayrıntısı, nasıl işleyeceği elbette tartışılır.Uzaklara gitmeye gerek yok, şu an bloğu oluşturanların ortaklaşa neler yapılacağını tartışıp görüş oluşturacakları bir platform bile yok. Bu öneri örneğin, muhtemelen Özgür Politika’nın sayfalarında kalacak ve bloğu oluşturan diğer eğilimlerce tartışılmak bir yana varlığı bile bilinmeyecektir.
Gerçek sosyalistler Burjuvazi karşısında komplekse kapılmazlar ve onun tecrübe ve bilgisinden öğrenmeye çalışırlar. Lenin, “Kültürlü tüccarlar olmalıyız”; modern burjuvazinin bilgi ve kültürünü özümlemeliyiz diyordu. Bu geleneğe bağlı olarak bizler de, Avrupa burjuvazisinden öğrenebiliriz. Onlar, Kömür Çelik birlikleriyle, gümrük birlikleriyle başladılar, şimdilerde para birliğine geldiler. Avrupa Birliği’ne giden yolda hala büyük problemler ve çok uzun bir yolları var ama o büyük birliklerin yolunun nasıl küçük somut adımlardan oluşan taşlarla döşenebileceğini bize gösteriyorlar. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp.
13 Kasım 2002 Çarşamba
2.3.1
Demir Küçükaydına
Merhaba,
Yazınızda "somut yapılacak iş planları gerçekçi, gerçekleşebilir ve verimli iş ve güç birliklerinin temelini oluşturabilir"- oluşturabilecek olarak tanımladığınız "blok"tan (DEHAP'tan) bahsetmişsiniz. Bu bloğun "kürt ulusu" ve "türk sosyalisti" ayrımını içinde barındırdığını, türk sosyalistlerinin " Kürt ve Türk Emekçileri'nden sözederken, seçim sonunda hala "Kürt Ulusu"ndan söz edecek duruma gelmeseler bile, "Kürt Halkı'ndan söz edebilir duruma" geldiğini yazmışsınız.
**
Öncelikle belirtmem gerekir ki her ne kadar hayatımın merkezine koymasam da "kürtlerin" bunca çekilen acıdan sonra kendi dillerini konuşabilmelerini, "kürt" denilerek aşağılanmamalarını, horlanmamalarını, kürt kadınların tecavüze ugramamalarını, çok güzel
bir dil olduğunu düşündüğüm kürtçenin geliştirilmesini, standart hale getirilmesini, yok olmamasını ve coğrafyanın "batı" kısmı ve "doğu" kısmı arasındaki hiyerarşinin yok olmasını canı gönülden istiyorum.
Fakat, "kürt" ve "türk" kelimelerinin aynı zamanda bir yanılsama olduğunu, sorunun bu kelimelerle dile getirilmesinin bazı noktaları dile döktüğü gibi bazılarının da anlaşılmasını
engellediğini düşünüyorum.
Örneğin "kürtler" arasında varolan göz ardı edilemez hiyerarşiyi "kürt" kelimesinden yola çıkarak anlamamız imkansız gibi geliyor bana. DEHAP'ın parlamentoya girmesinin, bazı "hakların" elde edilmesini sağlayacak olmasının yanı sıra özellikle bu hiyerarşiyi daha da netleştireceğini düşündüğüm için desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak bir şey sormak istiyorum, tasarladığınız gazetenin nihai hedefi anladığım kadarıyla bloğun devamlılığını sağlamak. Bu gazetenin her türlü muhalif sese açık olacağını söylemiş olmanız, her ne kadar bu mail grubunu da muhalif bir ses olarak gördüğünüzü ifade etse de yine de mail grubu hakkında başka ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Ayrıca, "muhalif seslerden" oluşacak olan böyle bir bloğun nihai hedefi kar etmek ve büyümek, her şeyi metalaştırmak olan, "avrupa burjuvazisinden" ne öğreneceği, gümrük birliği vs. gibi
yapılanmaları nasıl model alabileceği konusunu biraz daha açabilir misiniz?
Güllistan
2.4 Avrupa Sosyal Forumu
Avrupa Sosyal forumunda dile getirilen görüşlerle ilgili olarak anti-MAİ grubunun konuyla ilgili değerlendirmesini gönderiyorum. http://www.antimai.org/rp/rpfloransa.htm
hoşça kalın
gülistan
3 İktidar Sorunu
TKuhn’un bence çok önemli sorular içeren mesajını biraz gecikerek aktarıyorum. Gecikmemin nedeni, mesajı “yayınlamadan” önce, kendime içerdiği sorular üzerine biraz olsun düşünme fırsatı tanımak içindi. Umarım küstahlık olarak addedilmez ya da başka bir şekilde yanlış anlaşılmaz. (Metinde koyu dizilmiş olan bölümler soruların bende ilk ağızda kışkırttığı çağrışımlardır.)
İskender
Babayigit sozcugu kaba algilandi ise ozur dilerim.
Gelen tek cok kisa cevaptan anlasildigi uzere mevcut duzenin asilmasi isteniyor.Bunun gerceklesmesi icin alternatif plan gerekiyor. Ilk asamada planiniz ne diye sormuyorum. Ancak farzedinki elinizde bu guc imkani var.
Yalnızca tek bir cevap gelmedi… Dergi önerisi, neler yapılabileceği konusundaki benzer kaygılardan kaynaklanıyordu.
Soru 1 Bu panelde toplum muhendisligine soyunma ihtirasinda olan kimler var?
Bu soruyu bütün arkdaşlar belki kendi adlarına yanıtlayabilirler… Ancak “demokratik” bir perspektifle “toplum mühendisliği” perspektifinin bağdaşmadığı aşikar olsa gerek… Ancak ben yine de “demokrasi” yüceltmesinin abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. “Demokrasi” fiilli bir düzenin adı olarak kullanıldığı ölçüde, belirli eşitsizlik ve adaletsizlik tarzlarını gizlemek için bir örtü olarak da kullanılabiliyor. Demokrasiden yana olmak, aynı zamanda “eşitlik”, “adalet” gibi önemsediğini farzettiğimiz ideallerden de yana olmakla aynı anlama mı geliyor? Ben her zaman emin olamıyorum. Bu konuda en sık başvurduğum örnek Avrupa Topluluğu… Sözkonusu idealler açısından bakıldığında, Avrupalı seçmenlerin tercihlerinin mi, Avrupa Topluluğu’nun bürokratlarının daha ziyade “toplum mühendisliği” kaynaklı mülahazalarının sözkonusu ideallere daha çok hizmet ettiğinin cevabı kolay olmasa gerek.
Soru 2 Son secimlerde iktidari ele geciren AKP insanlari bizim yasam tarzimizi belirleyecek yeni toplum muhendislerimiz mi olacaklar?
Soru 3 Aslinda Global toplum muhendislerinin etkisi mutlakdir demek daha mi dogru olur?
Soru 4 En Buyuk Seflerin kim oldugunu bilen var mi?
Her üç soruya da cevap vermek için henüz erken olduğunu düşünüyorum… Yalnız bir tek nokta: Dünya Sistemi analizinin, öznellik faktörünü gözardı ettiği bence haklı bir eleştiri. Bu, üzerinde çalışılmakta olan zaman birimleriyle de, bilginin kendisinin bir meta (ve silah) haline gelmesiyle de ilgili. 2020’ye yaklaşan yıllarda ABD hegemonyasının, bu şekliyle, nihai sonuna varacağı konusunda, dünya sistemi analistleri arasında bir fikir birliği varmış gibi görünüyor. Ama bu bilgi (ya da izlenim, ya da sezgi) ABD şahinlerinin de ulaşabileceği bir şey… 11 Eylül ve sonrasını değerlendirme tarzlarında, bu „nihai son“u başka bir şekilde değerlendirme çabasının da yattığı söylenebilir.
Geçmişte, bir egemenin kendi alışıldık egemenliğini farklı bir tarzda da olsa, yine de egemenliğini sürdürebilmesinin örnekleri var mı? Kendi alışkanlıklarına karşı davranarak…? Modelski’ye göre, İngiltere’nin 18-19. yüzyıl dönümünde yaptığı tam da buydu. Dolayısıyla, Amerikası’nın da böyle bir şey başaramayacağını söyleyemeyiz.
İktisadi kıstaslar olası bir Uzakdoğu hegemonyasına işaret ediyor. Ama iktisadi kıstaslara karşın Amerika askeri temelde yeni bir hegemonya tesis edebilir mi? Bilmiyorum ama buna karar verecek olan şey, herhalde, çeşitli öznellikler olmalı; muktedirlerin ve muhaliflerin öznellikleri…
Soruya geri dönecek olursak… Mesele bizim „en büyük şeflerin kim“ olduğunu bilmemiz değil; en büyük şeflerin neyi bilip bilmedikleri ve bu bilgi temelinde makul, sağduyulu davranıp davranmayacakları…. Şu anda muhalefet son derece güçsüzdolayısıyla günümüz koşullarında henüz "muhalif bir akıl“dan sözetmek, en azından bana, mümkün görünmüyor (yine de Floransa sonrası Avrupa Sosyal Forumu’nun izlenmesini salık veririm).
5 Eger birinci sorudaki ihtirasa sahip arkadaslar varsa; Onlarin su an ki iktidar sahiplerinden bir farki bulunuyor mu?
Bu soru bizi biraz daha felsefi bir düzleme taşıyor. „İktidar“dan ne anlıyoruz, „fark“ tan ne anlıyoruz ? gibi… « İktidar » dendiğinde genellikle politik iktidar anlaşılıyor. Kendiş adıma konuşacak olursam, Türkiye’de şu andaki politik iktidar sahipleri sözkonusu olduğunda, onlarla aramdaki yegâne farkın, benim onlarınki kadar cılız bir iktidara sahip olmayı kabul etmememde (ya da talip olmamamda) yattığını düşünüyorum.
Şaka bir yana… Gerek sözde sosyalist devletlerin iktidar yapılarının müflis tabiatından ötürü ve gerek (buna bağlı olarak) Marksizmin boş bıraktığı alanın anarşizm tarafından işgal edilmesinden ötürü ve son olarak Foucault’nun entelektüel itibarından ötürü, „iktidar“ kavramı son (on)yıllarda neredeyse müstehcen bir anlam kazandı. Oysa „iktidar“, „otorite“, „kontrol“, „yetki“, „yeterlik“ gibi kavramlar üzerine çok daha nüanslı bir düşünce sistematiği geliştirmeden, mevcut iktidar biçimlerini aşacak bir mücadele/muhalefet perspektifinin geliştirilebileceğini düşünmüyorum.
Simdiden Tesekkurler.
TKuhn
3.1 Büyük Şefler
Soru 4 teki en buyuk sefler uzerine bir site linki gonderiyorum. Cogu duymadigim birsuru isim ve dunya kartellerinin birbiriyle ve politika ile baglantilarini iceren birtakim haritalar iceriyor. Cok faydalandigimi soyleyemem ancak karsimiza cikan isimlerin butun haritalarda ortak olmasi ilgi cekici.
www.theyrule.net
selamlar
Ercument
Siteyi açmak için Flash 5 diye bir eklenti gerekiyor.
İskender
3.1.1 Bir Örnek
Gullistan Yarkin'in analizi, Funda Okan'in kisa ve net cevabi, Ercument'in onerdigi site icin tesekkur ederim. Iskender Savasir'in analizi cevaplayici oldugu kadar bende yeni soru isaretleride olusturdu.( Ozellikle egemenlerin neyi bilip bilmedikleri sorunsali).
Yalniz ben Pigeti'nin sorularina donmek istiyorum. Zira bu asamada alternatif plan ve seflerin belirlenmesi gibi konulari da bir kenara birakip neden rahatsiz oldugumuz sorusunu cok basit bir ornekle anlatmaya calisacagim.
Bundan bir zaman once Serdar Turgut adinda bir kose yazari Yalikavak'da yapilmasi dusunulen marina hakkinda yazilar yazmaya baslamisti. Marina'nin cevre kirliligi yaratacagi dahasi kasabanin karakteristiginin bozulacagi tezleri one suruldu.
Simdi bu tur hayatimizi dogrudan etkileyen gelismelere hemen her yerde maruz kaliyoruz. Kapital baskalarinin projelerini istesek de istemesek de icimize sokuyor.
Zira projeyi gerceklestirecek gerek kolgucu emekcileri ve gerekse dusunce emekcileri dunya gorusleri ne olursa olsun kapitalin etrafinda birlesiyorlar. Suphesiz kapital ideolojisiz ve dinsiz bir konsept.
Dolayisi ile ornegin merkeziNew York'da olan bir finans sirketi bir kredi ile dunyanin obur ucundaki bir toplulugun hayatini degistirebiliyor.
Bilmiyorum neyi tartismak istedigimi anlatabildim mi?
TKuhn
3.1.2
Aslında verdiğiniz örnek çok güzel. "NY daki finans şirketi dunyanın öbür ucundaki hayatı değiştiriyor"
Şimdi birey olarak şöyle bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.
"Birşeyler benim yaşantımı tercih etmediğim koşullara doğru sürüklüyor"
Bu durumda 2 seçenek var aslında, bu durum çok güçlü ben hiç birşey yapamam o zaman olanlara boyun eğmek zorundayım.
Diğeri ise yapabileceğim bir şey var mı?
Bence örnekleri basitleştirip günlük yaşantımıza, her an MARUZ kaldığımız, tercihimiz olmayan küçük olaylara bakarak bir yanıt aranabilir.
Tabii ki NY daki finans şirketine bir şey yapamayız birey olarak ama basit bir örnek olsun diye söylüyorum; TV da seyrettiğimiz (maruz kaldığımız)
programlar, seyretmek zorunda olduğumuz kanallar. Belki TV'nu kapatmakla veya kanal değiştirmekle işe başlayabiliriz.
Funda Okan
Bir de şunu eklemek istedim.
"Birşeyler benim yaşantımı tercih etmediðim koşullara doðru sürüklüyor"
Bu durumda belki bir seçenek de tartışmak.
Tartışmak (sistemleri, kapitalizmi, küreselleşmeyi) bir işe yarıyor mu?
Teşekkürler,
Funda
3.2 Toplum Mühendisliği ve İktidar Kavramının Farklı Anlamları
"Alternatif" başlıklı yazıdan hareketle yazıyorum...
“Toplum mühendisliği” toplumu dönüştürmek anlamına geliyorsa bu mail grubuyla toplumun dönüşebileceğini sanmıyorum açıkçası. Burada “dönüşüm” derken toptan bir dönüşümü kastediyorum. Ama aynı zamanda dönüştürme ya da dönüşme noktasından hareketle toplumu, ilişkiler ağını, kurallarını vs. “anlamaya”, “çözümlemeye”,”ortaya çıkarmaya” çalışabiliriz bence.
TKuhn’un AKP’ nin “toplum mühendis”liği konusuyla ilgili sorusu kafamı karıştırdı. “Toplum mühendisi” ve “iktidar” arasında nasıl bir ilişki vardır diye düşündüm. “İktidar”, güç sahipliğinin ifadesi olarak toplumu elbette ki dönüştürecektir elbette. Fakat sadece zor, baskı, yaptırım vs. bu dönüşüm sürecinde tek başına yeterli olmuyor çoğu zaman. Çünkü ”toplum
“sürekli dönüşüm içinde olmasının yanı sıra aynı zamanda tarihsel bir yapı. Geçmişten gelen
kalıplaşmış değer yargıları, ilişki biçimleri vs. yi değiştirmeye bazen iktidarın elinde bulundurduğu güç de yeterli olmuyor.
Bu anlamda AKP’nin de dönüşüm konusunda önemli sınırları olduğunu düşünüyorum. Örneğin, 1923’ten beri Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisi olan “batılılaşma” ya, kapitalizmle eş zamanlı olarak ortaya çıkan değer yargılarına karşı çıkamaz. (en önemli engel resmi ideolojinin uygulayıcısı konumunda olan “ordu” olacaktır, oluyor da zaten) Son süreçte
AKP’nin, “türban”: Türkiye’nin birincil sorunu değildir “ söyleminin bu sınırların ne kadar da
belirginleştiğinin önemli bir göstergesi olduğunu düşünüyorum.
Bunun yanı sıra AKP; örneğin; 1944 yılından beri Türkiye’nin kapitalist dünya sistemiyle bütünleşmesinin en önemli araçlarından olan DB ve IMF’nin uygulamalarına karşı çıkamaz, MGK’yı yok edemez, Nato’dan ayrılamaz, Irak Savaşı’na karşı çıkamaz, silah alımlarını engelleyemez vs. daha yazacak çok şey var tabiki.
Her ne kadar AKP yukarda yazdıklarımın tümünü talep etmemiş olsa da anlatmak istediğim Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “iktidar” ının belli önemli sınırları olduğu. (tabiki bu önemli sınırlar dışında dönüşüm yaşanacaktır)
Son bir şey daha söylemek istiyorum: AKP gibi oyunu (kapitalizm) devam ettirmeyi amaçlayan, oyunun en önemli kurallarıyla derdi olmayan bir iktidarın yanı sıra bu gerçekliği değiştirmek isteğiyle hareket eden muhalif, sistem karşıtı, “iktidar talepli” partilerin de iktidar oldukları zaman aynen AKP gibi bu sınırlarla karşı karşıya geleceklerini düşünüyorum.
“İktidar”’la güç, silah, ordu, öldürme yetkisi, kontrol altına alma yetkisi, kapatma yetkisi, işkence yetkisi, yönlendirme yetkisi, acı çektirme yetkisi gibi ifadeler geliyor aklıma...
“Şef” kelimesini kullanmak doğrumudur emin değilim ama “şef” le iktidarın devamlılığını sağlayanları kastediyorsak...“En büyük şefler” büyük şirketlerin sahipleri, ortakları vs. bence. Bunun yanı sıra, bu toplum içinde yaşayan bizlerin kafalarında da bu “oyun” meşru olduğu için aynı zamanda “küçük şefler” olduğumuzu düşünüyorum.
“İktidar” diyoruz. İktidar denen kavram, İskender Bey’in de söylediği gibi sadece siyasi bir kavram değil bence de. Örneğin evdeki babamız ya da baba olarak biz, işyerimizdeki patronumuz ya da patron olarak bizler, kocamız ya da koca olarak bizler, ya da çoğu zaman erkekleri anlatmak için kullanılan bu “iktidar” kavramı içine tam anlamıyla dahil olabilecek
“kadınlar”...
Bu konuda; yani “siyaset”, “ekonomi”, “politika” vs. gibi alanların yanı sıra bunlarla eş zamanlı olarak içimize işleyen, hayatımızın ortasından geçen, konuşmalarımızı, tüm yaşamımızı belirleyen değer yargılarımız, yaşayış şekillerimiz hakkında; bizim “küçük şefliğimiz” konusunda tartışabiliriz. Bir de iktidara “muhalif” olmanın tanımının iktidarı elde etmek olması hakkında da tartışabiliriz. Bu konuda benim kafam çok bulanık: Muhalefetin ne olduğu ya da nasıl olması gerektiğini tanımlamak konusunda...
Bu konuda sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
güllistan
3.2.1 Sermaye ve İktidar
Pekala ozaman beynimizi bulandiran global denklemin basit bir anahtari var mi?
Ben yine de israrla anahtarin Marx'in da kitabini ayni adla adlandirdigi 'Kapital' oldugu inancindayim.
Bakin daha oncede belirttigim gibi kapital dini ve ideolojisi olmayan bir konsept dolayisi ile dunya gorusu ne olursa olsun herkesce kabul edilmis bir deger.
Carpici olmasi acisindan birkac ornek; 35 yil boyunca hergun sabah 8;00de kalkip haftada 40 saat calismak
Cevreci bir mimar olup Akdeniz'de 5 yildizli otel projesi cizmek.
Hic kimseyi tanimadigimiz bir sehre gidip insaat iscisi olmak.
Fahise olmak
Ressamliktan para kazanamadigi halde konserve kutularina grafik dizayn etmek.
vs.......
Para herhangi bir projeyi gerceklestirmek icin sadece bir arac. Asil onemli olan projeyi gerceklestirecek insanlarin inancla bir araya gelip birseyler yaratabilmesi.
Simdi soru su aramizda kapital gucunu kullanmadan hayal ettigi bir projeyi gerceklestirmek icin insanlari(onlarca,yuzlerce veya binlerce) ikna edebilecek kimse var mi?
(Ornegin Iskender Savasir guclu entellektuel formasyonunu kapitale karsi bir silah olarak kullanabilir mi?)
bolca selam
Onemli not : Gullistan Yarkin'in Iktidar-kadin-erkek sorunsalina deginmesi beni oldukca tedirgin etti zira butun paneli 50 yil boyunca mesgul edebilecek bir mevzuu tamda yukaridaki konu bir yerlere gelmeye baslamisken hepimizin dikkatini dagitabilir diye dusunuyorum.
TKuhn
3.3 İktidar-Muhalefet ve Ötesi
Gülistan Hn,
Siz sorunca ben de " Iktidar ve Muhalefet olmak" konusunu düsünmeye basladim. Ve sunu farkettim iktidar veya muhalefet olmakla öylesine mesgulüz ki bazen sirf bu yüzden asil yapmak istedigimizi yapamiyoruz veya karsimizdakini dinleyemiyoruz.
Sonunda ortak çikarlar için çalismasi gereken bu sistem ( iktidar + muhalefet), birbirinin
gücünü tüketen (iktidar veya muhalefet ) bir sekle dönüsüyor. Bunu çekirdek aile yapisinda
bile görüyoruz.
Bir ortamda var olabilmek, karsi düsünceni söyleyebilmek, isteklerini bildirmek bile
iktidar/muhalefet çatismasina dönüsebiliyor. Güçlü Olan/ Magdur Olan; Kizgin Olan/ Kirgin Olan ............Ve taraflar birbirlerinden çok uzaklasiyorlar.
"Aslinda iktidar ve muhalefet yönetim kararlari verilirken olaylara daha genis açidan bakabilmek için birbirlerini tamamlayan taraflar olmali" diye düsünüyorum.
Funda
3.4 Proje ve Yerelleşme
Merhaba,
TKhun: “aramızda kapital gücünü kullanmadan hayal ettiği bir projeyi gerçekleştirmek için
insanları (onlarca, yüzlerce, veya binlerce)ikna edebilecek kimse varmı?” sorusunu sormuş.
Bu soruyu okuyunca Lenin’nin projesi, Hitler’in projesi, Mao’nun projesi, Atatürk’ün projesi geldi aklıma. Birbirlerinden “farklı” olan fakat “proje” olma noktasında birleşen teorik ve pratik süreçler diyebiliriz sanırım bu projelere. Proje olma noktasında birleşiyorlar çünkü “yeni” ve öncekinden göreli olarak “farklı” olanın yaşanmasına öncülük ediyorlar. Burada bu “yeni” nin “eski” olandan ne kadar farklı olduğu tartışmaya açıktır tabiki. Ve belki de bu sorunun net bir cevabı yoktur bilemiyorum.
Fakat ortak olan, proje sahiplerinin insanları belli bir noktada “ikna” etmeleri ve onları toplumsal projenin özneleri haline getirebilmeleri. (Her ne kadar tek başlarına olmasalar da bu projelerin en önemli aktörleri onlar)
500 ya da 200 yıldır dünya üzerinde yaşayan insanların önemli çoğunluğu aç kalmamak, yaşabilmek nedeniyle “kar” kategorisi çerçevesinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Biz de şu an yaşamımızı bu kategori çerçevesinde sürdürüyoruz. Fakat önemli çoğunluğumuzun amacı, “kar” elde etmek değil de “kar” elde ettirmeyi sağlamak, bu sürece aracı olmak . Günümüzün 10 saatini (belki daha az belki daha çok) hep aynı mekanlarda, hep aynı insanlarla, hep aynı repliklerle, hep aynı tavırlarla benliğimize yabancılaşmış biçimde geçiriyoruz. Sonra, TKhun’un söylediği gibi bir bakıyoruz 35 yıl geçmiş. Sonra psikolojik bunalımlar, keşkeler, mutsuzluklar kalıyor geriye. Biliyorum bunları bir de benim yazmama gerek yoktu ama tamamen bir yanılsama olduğunu düşündüğüm bu yaşayış, benim içimi acıtıyor.
Her ne kadar böyle söylediğimde benim gibi düşünmeyen arkadaşlarım tarafından yargılansam da bir çok projenin gerçekleşmesinde en az, "teorik süreç" kadar “nesnel koşul” denen durumun önemli ve belirleyici olduğunu düşünüyorum. Tarihsel olarak, kapitalizmin krizde olduğu, kontrol süreçlerinin, hegemonyanın, sarsıldığı insanların açlık sınırına geldiği 1. ve 2. Dünya Savaşı arasında kalan dönemde bir çok projenin hayata geçirildiğini görebiliyoruz. İnsanlar “aç” kalma ile yüzleşince önemli dönüşümler içine girebiliyorlar. Bu durum nasıl bütünün ifadesi olan toplum için böyleyse aynı şekilde birey için de böyle sanırım.
“Proje”, bir kurgu ya da bir tasarı. Bir projenin aynı zamanda, projenin olabilirliğine, uygulanabilirliğine dair bir iddia taşıması gerekiyor. İddiası olmayan bir projenin insanlar tarafından kabul edilmesi imkansız. Projenin gerçekleşebilmesi için projeyi hayata geçirecek olan insanların kafasında bunun meşru olması gerekiyor çünkü. Bu güne kadar var olan bütün toplumsal projeler hem “zor” kullanılarak hem de “ikna” yoluyla gerçekleşti.
Aynı zamanda bir çok toplumsal proje, iktidar mekanizmasının ele geçirilmesi yoluyla hayata
geçirildi.
Kapitalizm karşıtı bir duruştan bahsediyorsak muhakkak ki bir iddia, bu anlamda da bir proje olmalı bence de. İddianın olmaması sistem karşıtı duruşu çelişkili yapıyor çünkü.
Son dönem sistem karşıtı, küreselleşme karşıtı hareketler ve 68’de Avrupa’da ortaya çıkan ve devam eden (kadın hareketi, eşcinsel hareket, çevreci hareketler vs.) iktidar perspektifinden bakmayan hareketler dışında kalan hareketlerin, örneğin sol, sosyalist veya leninist "partilerin” en büyük iddiası; “siyasal iktidarı ele geçirmek”. Ve sonrasında kurgulanan projeyi hayata geçirerek iktidarı yok etmek. Ya da iktidar yok olduktan sonra projenin
hayata geçmesi de denilebilir.
Bu iddia, bu iddianın tarihteki konumu ne kadar gerçekleşeceği, gerçekleştiği ya da gerçekleşemediği hakkında ayrıntılı ve geniş biçimde yazmak benim yapamayacağım bir şey. Fakat bugüne kadar ortaya çıkmış ya da çıkacak olan iddialar ve tarihsel
konjonktür arasında bağ kurulması gerektiğini düşünüyorum.
Geleceğin bir tiyatro oyunu yazar gibi, kalıplaşmış bir biçimde kurgulanmasının gerçekçi
olmadığını düşünüyorum açıkçası, fakat bir yandan da ütopyalarımız olması gerektiğini başka bir dünyanın mümkün olduğunu, bugünün, bugünkü kuralların ve değer yargılarının çoğunun bizi kıstıran aldatmacalar olduğunu düşüncesini de arka plana atmadan.
Bu anlamda, bir proje oluşturulacaksa eğer, bu projenin iddiasının, sadece “geleceğe” dair olmasının yanı sıra, uygulanabilirliğinin, yaşanabilirliğinin mümkün olması açısından, bugünkü gerçeklikle güçlü bir bağının olması gerekiyor bence. Hatta geçmişle de bağının kurulması gerekiyor. “Toplumsal proje” ya da iddia, çok uzun bir tarihe sahip, kökleşmiş değer yargıları, düşünce sistematikleri, yaşayış şekilleri, alışkanlıkları olan bir toplumla ya da bireyle muhatap çünkü.
Son olarak, Timuçin’in yerelleşme ile ilgili yazdıkları hakkında aklıma gelenleri yazacağım;
Bence, yerel örgütler, “yerelleşme” söylemi vs. küreselleşme denen, kapitalizmin krizde olduğu bir süreçte ortaya çıkan, “küreselleşmeye karşıtmış gibi görünen" yapılanmalar.
Yerel örgütler, sivil toplum kuruluşları, dinsel tarikatlar, “etnisite”, “kadın” gibi farklılıkların
nedensiz, ne idüğü belirsiz bir biçimde ön plana çıkarılması ve aynı zamanda böyle örgütlenmelerin en güçlü kapitalist kurumlar tarafından desteklenmesi süreci yaşanıyor çünkü. Örneğin, kadın çalışmalarını Dünya Bankasının desteklemesi, Üniversitelere gender
derslerinin konması, Amerika Afganistan’ı bombalarken, Taliban rejimi altındaki Afgan
kadınlarının içinde olduğu dinsel baskı gösterilerek savaşın meşrulaştırılması, kadınların savaşın meşrulaştırılmasında araç olarak kullanılması ya da bir çok STK'nın DB tarafıdan desteklenmesi durumu yaşanıyor son dönemde.
Bunlar, yani “farklılıkların” , “yerellerin”, “parçaların” bütünle, özle ilişki kurulmadan ön plana çıkarılması ve bu tip tanımlamaların, örgütlenmelerin, muhalif olarak tanımlanması ne kadar doğrudur diye düşünüyorum.
Kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri de bir yandan aynılaştırırken bir yandan da sürekli
parçalaması, bir çok süreci birbirinden çok farklıymış gibi algılamamıza neden olması sanırım.
Son olarak Timuçin’in; içinde bulunduğumuz dönemi tek bir kategoriyle yani küreselleşmeyle açıklamamamız gerektiği düşüncesine katıldığımı eklemek istiyorum.
Hoşçakalın
güllistan
4 Küreselleşmenin Anlamı
“Küreselleşme”kavramını ilk olarak kimin kullandığını bilmiyorum fakat bu kavramın neyi ifade ettiği üzerine yoğun tartışmalar olduğunu, bu kavramın farklı perspektiflerden bakan insanlar için farklı anlamlar ifade ettiğini söyleyebilirim. Bu perspektiflerden bir kısmı kavrama olumlu anlam atfederken bir kısmı ise olumsuz anlam atfediyor. Ama genelde, kavram kapitalizmin siyasi, kültürel, iktisadi olarak değişik bir evreye girdiğini
anlatmak amacıyla kullanılıyor.
Liberal, perspektiften bakanlara göre küreselleşme, özellikle 1970-80 sonrasında mal,hizmet, sermaye ve emek hareketlerinin sınırsız bir biçimde ülkeler arasında hareket edebilir hale gelmesini ifade ediyor. Burada belirleyici olarak ulus-devletin öldüğü, işlevini yitirdiği, ulus devlete artık ihtiyaç kalmadığı gibi tezler öne sürülüyor.
Bazı marksistlere, göre böyle bir kavrama ihtiyaç yok. Küreselleşme kapitalizmi meşrulaştırmak amacıyla ortaya çıkarılan bir kavram. Bu kavram yerine emperyalizm kavramı kullanılmalı. Fakat soldan bakan başka perspektifler de emperyalizm kavramının ulus-devletler den hareket ettiği ve 1970-80 sonrasında önceki dönemlere göre ulus-devletlerin
konumunun ve işlevinin, ulusal sermaye ile uluslar arası sermayenin ilişkilerinin farklılaştığını, düşündükleri için emperyalizm kavramının artık kullanılamayacağını söylüyorlar.
Bunlar dışında birinci küreselleşme, ikinci küreselleşme gibi ayrım yapanlar da var: Örneğin Erinç Yeldan kapitalizmin iki küreselleşme aşaması olduğunu söylüyor; 1870-1914 birinci evre, 1970 ve sonrası ikinci evreyi oluşturuyor.
Küreselleşme yerine “uluslar arasılaşma”yı önerenler de var. Kısacası herkesin bir şekilde kullandığı ya da kullanmamayı önerdiği bu kavramın ne ifade ettiği hala belirsizliğini koruyor. Perspektife göre kavram değişiyor kısacası.
Bu konuda yorum yapmaya ya da küreselleşme şudur demeye haddim yok tabiki. Fakat liberallerin iddia ettiği gibi, küreselleşmenin (yani 70 sonrası kapitalizmin içine girdiği evrenin) mal, hizmet, sermaye, emek hareketlerinin ulus-devletlerin sınırlarını aşarak hareket
edebildikleri savının doğru olmadığını aldatıcı olduğunu, emeğin ulus devlet içine sıkıştırmak,
sermayenin 70 sonrası hareketlerinin hızlanmasını sağlamak vs. gibi görevleri ustaca üstlendiği için “ulus-devletin” ölmediğini düşünüyorum.
Ama bir yandan da ulus-devletin 70 öncesi süreçten farklılaştığına, sermaye hareketlerinin farklı bir evreye girdiğinin doğru olduğunu düşünüyorum. Sermaye hareketlerinin hızlanmasına, (yeni üretim süreçlerinin oluşturulması, üretim süreçlerinin parçalanması,esnek
üretim, kalite çemberleri, malların, hizmetlerin çok hızlı hareket etmesi, teknolojinin ilerlemesiyle iletişimin hızlanması, bir çok pazarın uluslar arası sermayeye açılması: özellikle eski sovyet bloğu ülkelerin vs.)
Buna ek olarak kültürel süreçlerin bu hızlanmadan etkilenmesi (örneğin 80 sonrasında Türkiye’deki kültürel yapının hızlı farklılaşması, tüketim yapısının farklılaşması, hizmet sektörünün ön plana çıkması, finansal süreçlerin hızlanması vs) gibi farklılaşmalar ortada olduğu için 1970 öncesinden farklı bir dönem de yaşanıyor gerçekten.
Fakat ben yine farklılaşanın kapitalizm olmadığını özün öz olma durumunu koruduğunu, biçimin farklılaştığını, kapitalizm doğduğundan beri küreselleşerek yayıldığını söyleyenlerin doğru söylediklerini söylemekten kendimi alamıyorum açıkçası. Bir de son olarak, “küreselleşmeye karşı olmak” bir nevi, “sermaye bu kadar hızlı hareket etmesin” ya da “kapitalizm biraz daha eşitlikçi olsun” gibi bir talepmiş gibi geliyor bana. (Örneğin, geçenlerde Floransa’da yapılan “Avrupa Sosyal Forumun’da” yer alan önemli oranda grubun en önemli talebi 1970 öncesi “refah devleti” dönemine dönmekmiş.) Kişinin kendini anti-globalist olarak tanımlaması önemlidir fakat yeterli değildir diye düşünüyorum. Aynı şekilde IMF ve DB’a karşı olmak da tek başına yetersizdir gibi geliyor bana. Çünkü bunlar da sistemin ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkan kurumlar. Kapitalizm’i kabullenip, onu meşru görüp bu kurumlara karşı çıkılamaz, çünkü kapitalizm bir dünya sistemidir parçaların diğer parçalarlarla ilişkiye girmesi gerekir, bu ilişki de eşitsiz bir ilişki olmak ve bu eşitsiz ilişkiye de kurumsal çerçeve hazırlanmak zorundadır diye düş ünüyorum. Tek başına IMF ve DB na karşı olmak kapitalizmin bütünselliğini, bu kurumlara ihtiyacı olduğunu inkar ediyor, “eşitsiz” ilişkiyi biraz daha eşitlikçi yapalım, yaratılan artıktan biraz daha fazla alalım gibi kapitalizmin konjonktürel iniş ve çıkışlarını inkar eden ve görmezden gelen, sınırları olan bir iddiaymış gibi geliyor. “Küresel refah” ise tam anlamıyla büyük bir yanılsama. Böyle bir durum yüzlerce yıldır dünyada gerçekleşmedi.
Son dönemlerdeki dünya üzerindeki “eşitsizlik"le ilgili olarak bir istatistikten bilgi
vermek istiyorum:
Metis Yayınlarından çıkan Küreselleşmeyi Anlama Klavuzu adlı kitabın 93. sayfasından;
1960’ta dünya nüfusunun en zengin beşte biri küresel gelirin %70’ ini alırken, dünyanın en yoksul %20’si gelirin %2.3’ünü alıyordu. 1989’da en zengin %20 payını %82.7’ye çıkarırken, en yoksul %20’nin payı %32.3’ten %1.4’e düştü. Brezilya’da en zengin %20 en yoksul %20’den 28 kat fazla kazanıyor. ABD’de 1977-1989 arasında en üst %1’in ortalama gerçek geliri%78’artarken, en yoksul %20’nin geliri %10.4 azaldı. Aynı kitabın 84. sayfası; Küresel ekonomik üretim 1950’den bu yana yaklaşık beş kat artarak 3.8 trilyon dolardan18.9 trilyon dolara sıçradı. Dünyanın doğal sermayesinin bütün insanlık tarihi boyunca tükettiğimizden daha fazla bir kısmını bu kısa sürede tükettik. Aynı kitabın 73. sayfası; Güney Kore’nin dış borcu 1993-1997 arasında neredeyse üç kat artarak 44 milyar dolardan 120 dolara yükseldi.
Bunun yaklaşık %70’i kolayca çekilebilen kısa vadeli borçlardı. Daha bir çok istatistik var kitabın içinde bakılabilir.
gülistan
4.1 Küreselcilik ve Küreselleşme
Küreselleşme tartişmalariyla ilgili olarak iki farkli durumdan bahsetmemiz gerektigini düşünüyorum. Bu durumlardan biri küresellesme süreci. Digeriyse küreselcilik ideolojisi.
Küreselcilik ideolojisi ve hareketi, Güllistan'in yazisinda tanimladigi gibi "mal, hizmet, sermaye ve emek hareketlerinin sinirsiz bir biçimde ülkeler arasinda hareket edilebilir hale" getirilimesiyle ilgili ve bunu savunan bir yaklasim. Kaba bir sekilde tanimlamak gerekirse, daha çok para kazanmakla ilgili bir hareket, ve bu anlamda kapitalizmle iliskilendirilebilir. Kimileri hizmetlerin hareket serbestligi kazanmasindan ötürü bazi hizmetlerden yoksun
olanlarin bu hizmetlere ulasmaya baslamasindan bahsedebilir. Dogrudur, ama benim belirtmek istedigim küreselcilik hareketinin `aman gereksinimi olanlara hizmet götürelim'den degil, ama `daha çok nasil para kazaniriz'dan dolayi ortaya çiktigi. Sonuç olarak burada kapitalizmin degisik bir evresinden bahsetmek anlamli olabilir. Emperyalizm bile denebilir, her ne kadar ben çok emin degilsem de bu konuda.
Gelelim küresellesme sürecine. Ilk önce bunu karsitinin ne olabilecegini düsünmeye çalisalim. Sanirim yerellesme ya da yöresellesme diyebiliriz. Sözcükler konusunda pek iyi degilim, ama bir yenisi öne sürülene kadar yerellesmeyle idare edecegim. Yani küresellesmeye karsiysak o zaman yerellesmeciyiz. Bu yerel de duruma göre bir ülke de olabilir, veya daha ufak bir topluluk birimi de. Burada önemli olan küresellesme daha üst bir örgütlenmeye gidişse yerellesmenin de daha alt düzey bir örgütlenmeye gidis oldugunu kavramamiz. Bunlarin hangisini tercih ediyor olmamiz pek önemli degil. Çünkü bizim tercihlerimizin disinda gerçeklesen süreçler bunlar. Nüfus durumu ve nüfusu kaldiracak ekonomik durumla ilgili süreçler bunlar. Eger bir yerde belli bir nüfus artisi varsa ve bu nüfus artisi bir sekilde ekonomik artisla desteklenemiyorsa ortaya çikacak olan durum yerellesme olacaktir. Bunu tersi durumda ise küresellesme süreci ortaya çikacaktir. Yani nüfusun artis göstermesi daha karmasik karar mekanizmalarinin, hiyerarsik yapilarin ve örgütlenmelerin ortaya çikmasini getirecektir. Karsilikli insan iliskileri agi, ekonomik, sosyal veya kültürel olsun, daha karmasiklasacaktir. Bunun önüne hiç bir hareket veya plan geçemez. Ya ekonomik bir kriz, ya bir savas, ya da arka arkaya gelen dogal afetler böyle bir süreci tersine döndürebilir. Peki kapitalizmin buradaki rolü nedir?
Kapitalizm küresellesme sürecinin bu güne kadar yasanmamis sinirlara ulasmasini getirmistir. Ilk defa bu sürec son sinirina yaklasma olanagini yakalamistir. Bugüne kadar ulasilmis olunan en büyük küresellesme deneyimleri belli bölgelerde epey ciddi boyutlara ulasmis imparatorluklar seklindeydi. Bunlarin da çogu kisa ömürlü olmuslardir. Hepsinde de sorun, ulasmis olduklari büyüklügü, karmasik yapiyi, uzun süre götürebilecek ekonomik alt yapilarin olmamasiydi. Aslinda konu bu kadar basit degil, ama fazla uzatmamak için şimdilik böyle yaklasalim. Sonuçta insanlik geçmişinin uzun bir dönemi boyunca daha karmasik yapilarin, kendilerini daha basit yapilarin saldirilarindan koruyamamalari durumu da var. Karmasik yapilar saldirilara karsisinda daha savunmasiz olmaktalar. Bu da daha çok hemen hemen her zaman merkezi bir sisteme dogru gidis gösterdikleri için oluyor.
Konuyu fazla uzatmayayim. Küresellesme insan ilişkilerinden olusan aglarla ilgili bir süreç. Küreselcilikse bu iliskilerin sadece belli bir kategoride olanlarinin ön plana çikartilmasiyla ilgili bir hareket ve ideoloji. Bu kategoriyi ben ekonomi ve biraz daha ileri giderek finans olarak adlandiriyorum. Benim kaygim tek bir kategoride yogunlasmanin sonunda ciddi sorunlara yol açacagi. Diger kategorilerde ayni yönde benzeri hareketlerin önünün kapatilmasi
sonunda ciddi çatismalar ortaya çikarabilir. Bu çatismalara tahammül siniri toplumdan topluma degisebilir. Özellikle daha yerel toplumlar daha uzun süre dayanabilirler.
Burada çözüm ben küresellesmeye karsiyim demekten geçmiyor. Böyle bir öneri sonuçta mantikli degil. Bizden bagimsiz olarak gerçeklesmekte olan bir süreci durdurabilecek bir hareket üretilebilecegini iddia etmenin bir anlami yok. Ancak bize bagimli süreçleri degistirebiliriz. Fakat küreselcilik harektinin su anda sahip oldugu kapitalist dogaya karsi bir hareket olusabilir. Bunun mantigi var, ama burada da kapitalizmin sinirlari disina fazla çikilamaz. Çünkü su anda gerçeklesmekte olan küresellesme sürecini kapitalizmin disinda
omuzlayabilecek baska bir ekonomik düzen yok. Sonuçta ne yapilacaksa kapitalist modelin içinde kalinarak yapilacak, ama bu modelle oynanabilir. Iste tam burada niye küresellesmeye yönelik olusumlari desteklememiz gerektigi ortaya çikiyor. Küresellesme insan iliskilerinin tüm alanlarini kaplayacak bir sekilde yayildikça kapitalist modelle yerel birimler dahilinde oynamalar da mümkünlesecektir. Burada kilit alan hukuk oluyor. Merkezi ve hegemonyaci hukuk sistemleri ne hikmetse hala küreselcilerin hedefleri disindalar. Merkezci bir küreselciligin yerine yerelci bir küreselcilik farkli bir alternatif olarak düsünülebilir. Sonunda
olmasi gereken küresellesmeyi durdurmak degil, ama bu küresellesmeye farkli bir sekil kazandirmak.
Timuçin_y
Daha önce dile getirilen ve kısmen de olsa bu grupta tartışılan Paris-Berlin-Moskova ekseni, Uzakdoğu hegemonyası ya da Avrasya seçeneğği gibi temaların farklı bir bakış açısından yorumlanması diye okunabileceğini düşündüğüm için ilginç buldum Demir Küçükaydın'ın yorumunu.
İskender
Avrupa ve Amerika
Avrupa'nin iki buyuk ulkesi Fransa ve Almanya'nin ABD'nin Irak saldirisina karsi kendileri adam yerine koyulmadigi icin biraz seslerini yukseltmeleri, bulutsuz gokte cakan bir simsek gibi algilandi ve bir zamanlar Sovyetler ve ABD arasinda oldugu turden bir gucler dengesinin
tekrar ortaya cikmasi olarak selamlandi. Gercekte ise, dunyadaki gelismeleri izleyen bir goz icin ise, ne bulutsuz gokte bir simsektirler ne de yeni bir guc dengesi kurabilir.
Bu bolunme hic de bulutsuz gokte cakan bir simsek degildi. Biz daha Afganistan'a saldiri basladiginda, "Bir Savasta Iki Savas" baslikli yazda, Afganistan'a saldirinin, ezilenleri silahsizlandirma ve kolelestirme savasi olmasinin yani sira, ayni zamanda Emperyalistler arasi bir savas oldugunu yaziyorduk. Daha sonra "Bir Savasta Uc Savas" adli yazida da yaklasan Irak savasinin da ayni zamanda bir emperyalistler arasi savas oldugunu yaziyorduk.
Bu savas diger emperyalist savaslardan temel bazi farkliliklar gosterdigi icin savasin ayni zamanda emperyalistler arasi bir savas oldugu gorulmuyor. Birincisi, diger emperyalist savaslarda, sonradan guclenen emperyalistin gunesin altindaki yerini alma girisimi soz konusuydu. Bu sefer ise, durum tam tersidir, zaten en guclu olanin ele gecirdigi ustunlugu zaman ve mekan icinde yaymasi soz konusudur. Ama daha onemli bir fark, silahlarin dengesizligidir. Diger emperyalist savaslarda taraflar asagi yukari ayni teknik gelismislik duzeyinde ve asagi yukari es degerde bir silah gucune sahiptiler. Bu savasta, ustun olan ayni zamanda, gerek nitelik gerek nicelikce hicbir rakibiyle kiyaslanamaz ezici bir ustunluge sahiptir.
Ama daha da onemli olan, ABD'nin dunyada kurdugu duzenden ayni zamanda Avrupa'nin da cikarli olmasidir. ABD, diger emperyalist savaslardan farkli olarak, rakibini yok etmeye calismiyor, onu kendi koruyuculgunu ve egemenligini kabule zorluyor. Ortacag'deki vasal suzeren iliskisi turunden bir iliski kurmaya zorluyor. Sen benim onculugumu kabul edersen, ben de seni elbette gorurum diyor. Avrupa'nin kendisi de bu gunku dunya sisteminin devamindan yana oldugundan, Avrupa'nin direnisi biraz daha fazla kirinti icin hirlamaktan ote gidemez.
Avrupa'nin ABD'ye direnisinin paradoksunu gecenlerde bir Alman gazeteci, Avrupa Birlesmis milletler kontrolorlerinin arastirmalarini rahatca surdurmesini istiyor ama ABD'nin askeri gucu ve tehdidi olmazsa, Irak'in kontrolorlere musaade etmeyecegi kimse icin bir sir degildir diyerek acikliyordu. Yani Avrupa ABD'ye direnisi, ABD'nin gucunun sagladigi bir
olanak uzerinden yapmaya calismaktadir.
Kaldi ki, Avrupa da bir butun olmaktan cok uzaktir. Almanya'nin "Avrupa Kalesi"ni Avrupa Toplulugu uzerinden barisci ilhaklarla gerceklestirme girisimi buyuk bir yol kat ettiyse de henuz bir politik iradeye donusmus olmaktan cok uzaktir ve bu mumkun olsa bile daha cok zaman gerektirir. Bu zaman zarfinda da ABD kendi gucunu ve egemnligini iyice oturtup,
Avrupa'yi kimildayamaz hale getirebilir. Hatta ilerde Turkiye'yi bile artik Anlamini yitirmis bu Avrupa'ya zorla sokturtabilir. Bu bakimdan, Genel Kurmayin hayali olan hicbir demokratiklesme olmadan, ipleri elde tutarak Avrupa'ya girme planinin bile gerceklesme olasiligi bulunmaktadir. Avrupa'nin ABD'nin gucune direnebilme sansi giderek azalmaktadir.
Gelecekte, ABD'nin Avrupa ile iliskisi, kismen eski Roma Imparatorlugununu Yunanlilarla iliskisi gibi olabilir. Roma kulturel olarak yunan uygarliginin cocugu oldugunun bilincindeydi; ABD de Avrupa uygarliginin cocugu oldugunun bilincinde. Ama hepsi bu kadar. Roma Yunanlilari nefret ettikleri Mekadonlarin egemenliginden kurtarmisti. Perslere ve "barbarlara" karsi da onlari koruyordu. Ama onlarin kendi sozunden cikmasina musaade de etmiyordu.
ABD de Avrupa'yi Sovyetler'den kurtardi ve onu hem ucuncu dunyanin "barbar"larindan koruyor, hem de henuz ortalikta bir tehdit olarak gorulmese de gelecekte de guclenmesi halinde Rusya ve Cin'e karsi korumayi vaat ediyor.
Avrupa devletleri henuz eski Yunanistan'in birbiriyle rekabet icindeki sehir devletleri gibi. Almanya guvensizlikleri asabilmek icin surekli bir seyler veriyor. Dogu Almanya ile birlesebilmek ve buna Fransa'nin direncini kirmak icin Maastrich'i vermisti. Bu sefer de, Versay'da ABD'ye karsi birlikte ses cikarabilmesi icin, (ki Fransa buna ragmen rezervlerini korudu ve son anda Irak petrollerindeki hisseleri ve alacaklarini karsilamak icin, ABD'nin gemisine atlamaya da hazir) Avrupa'nin yari politik gucunu verdi. Ama Diger Avrupa ulkelerinin ABD yaninda acik tavir almalariyla, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan oldu.
Elbette Almanya'nin ekonomik gucu kucumsenemez. Ornegin bu gun ABD'nin yaninda yer alip Alman-Fransiz eksenine karyi cikanlarin ekonomisi adeta tumuyle Alman etkinlik alanindadir. Ama bu ekonomik etkinin politik ve askeri bir etkiye donusmesi uzun yillar gerektirir. Bu arada, muazzam askeri gucuyle, ABD buna firsat vermeden bunu giderek ulasilmaz bir noktaya itebilir.
ABD'ye direnisin zamanla artacak yerde azalmasi olasiligi giderek buyumektedir. Bu bakimdan Turkiye'de yasananlar ilginc bir analoji saglayabilir.
1980'lerin sonunda, Kurt hareketinin yukselisi hatirlanabilir. Ozal bile Kurt kokeninden ve federasyondan soz ediyor; sortla birlik teftis ediyor ve her hafta Ocalan'la bir roportaj yayinlaniyordu. Ama 1990'larin basindarn itibaren Ozel Savasin yogunlasmasi ile butun bunlar adim adim kayboldu. Zor oyunu bozar diye bir soz vardir. Elbette bir direnis olur ve direnis uzun vadede etkisini gosterir ama kisa vadede, (ki o kisa vadeler tarihsel zaman bakimindandir, insanlarin omru bakimindan oldukca uzundurlar) zor direnisi ezer veya zayiflatabilir.
O halde isimiz cok zordur. Ne Avrupa, ne Rusya ne de Cin'in bir zamanlar Sovyetlerin olusturdugu turden bir denge olusturmasi pek olanakli gorunmuyor. Bu yer yuzunun ezilenleri icin cok dar bir hareket alani demektir. Ustune ustluk, yer yuzunun ezilenleri tam bir demoralizasyon icinde; ne bir programi var ne de bir ortak bayragi.
Bu nedenle, ileri sicrayabilmek icin geriyeyip hiz almak gerekiyor; oku uzaga atabilmek icin yayi germek gerekiyor. Belki Irak'a saldirinin, su savasin arefesinde anlamsiz gibi gelebilir ama durum hakkindaki net bir kavrayis, bir program her zamankinden daha acil ve gerekli.
Bu gun ABD'ye cepheden savasan tek guc olan Politik Islam, daha somut olarak El Kaide nice spektakuler ve adanmis eylemler yaparsa yapsin, bu burjuva uygarligina karsi ne bir program koyabilir ne de Islam ile, cesitli dinlerden milyarlarca insani birlestirecek bir bayrak sunabilir.
Dunyanin ezilenleri ancak, tipki ezilen ulusun kendini ezen ulusun ezilenlerini de kazanmaya yonelik Demokatik Cumhuriyet programi gibi, zengin ulkelerin insanlarini kazanmaya yonelik bir uygarlik programiyla bu direnisin tohumlarini atabilir ve boyle bir programin bayragi, insanligi bolen dinlerin ve milliyetlerin renklerini tasiyamaz.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
05 Subat 2003 Carsamba
0 yorum:
Yorum Gönder