10 Mayıs 2007 Perşembe

10 Mayıs Devrim: "Ortaklaşa Düşünmeye Cüret Etmek"

Utku Özmakas



Öncelikle biraz geç yanıt verdiğim için kusura bakmayın. Gündelik hayatın sürüklediği yerden çıkmak bazen çok zor olabiliyor...

Nizamettin’in ilk yazdığı yazıya cevaben yazdığım yazıdaki bir noktaya dönmenin diyalogumuz açısından oldukça önemli olduğuna inanıyorum.

Sayın Uygar’a bakılırsa (ki burada “açık seçik” bir ifadesi olmadığı için bıraktığı izin Derrida’ya yönelik bir taş olmadığını savlayabilir. Yani söylediklerimin bir aşırı yorum olup Sayın Uygar’ın düşüncelerinin dışında bir yere düşmesi riskini göze alıyorum.

Daha önce de belirttiğim üzere yanıtım yine Uygar’ın söylediklerinin dışına düşebilir çünkü temel ereğim yalnızca bir polemikte taraf olmak değil “devrim” ve buna bağlı olarak “politika pratikleri” üzerine bir şeyler söyleyebilmek.

Nizamettin’in yanıtına Marx’ın ‘dünya kulübelerden başka, saraylardan başka görünür’ alıntısı ile başlaması dikkatimi çekti. Ben bu alıntıyı nesneyi bilme derecemizle nesneye yakınlığımız arasındaki ilişkiyi vurgu yapan bir tümce olarak ele alıyor, tıpkı Nizamettin gibi. Ancak sorun şu ki bizim diyalogumuza böyle bir alıntıyla girmenin anlamı nedir? Yani aramızda “devrim” düşüncesine bir tane kulübeden bakan bir tane de saraydan bakan mı var? Alınganlık mı gösteriyorum? Hayır! Çünkü hemen bu alıntının ardından “tercih ettiğim bir yaşama dair, deneyimlerimden çıkan sonuçlar üzerinden kurduğum cümleler” diye bir tümce geliyor. Söylem çözümlemesi yapacak filan değilim. Alanım değil, belli bir uzmanlığım da yok. Bu nokta dikkatimi çekiyor o kadar. Yani amaç nedir? Lacan’ın özgün ve klasik savını yeniden hatırlayalım: “Dil bilinçaltı gibi yapılanmıştır.” O zaman bu ifadeler hangi bastırılmışın dönüşü?

Gelelim bir başka önemli noktaya... Nizamettin yine bir tanımlama düşüncesine girişiyor ve şöyle diyor:

(...)Utku’nun ‘imkânsızın deneyi’ diyerek dudak bükmesine, bunu yaparken de cümleleri tahrif etmesine, yazıya bir deney nesnesi muamelesi yapıp, sonuçlarına kendini inandırmasına; ‘İdeolojik birlik’ ile ‘doğruların ideolojik birliği’; ‘iktidardan uzaklaşma’ ile iktidardan uzaklaşma cüreti’ arasındaki farkı ve ‘ ‘yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması’ fikrinin tarihini ve bu fikre anlamını veren öznelliği de yok sayan bir bakışa karşı da yazmaya çabalıyorum.

“Yazıya deney nesnesi yapmak?” Açıkçası bu muğlak ifade hedef şaşırtmakla kalmıyor aynı zamanda içinde su olmayan bir şişeden su içmeye çalışmaya benziyor. “Deney nesnesi” ifadesinin bütün pozitivist çağrışımlarını bir kenara dahi koysak yazıya nasıl “deney nesnesi” muamelesi yaptığım açık değil. Ben söz konusu yazının dayandığı temel argümanları bağlamından çekip çıkarıp üzerlerinde bir okuma gerçekleştirmiyorum. Yazıya ne muamelesi yapmam gerektiğini merak etmiyor değilim. Öğrenmekten korkan bir insan değilim. Hatta “bugün bir şey öğrendim” ifadesi kadar ferahlatıcı bir ifade de bilmiyorum. “Dudak Bükmek?” Açık ve seçik bir biçimde üç argümanı ele alıyor ve onlara tam da Nizamettin ifadesi ile “dudak büküyorum”. Evet, bunu açık açık söylüyorum. Peki insan neye “dudak büker”?

“İdeolojik birlik” ve “doğruların ideolojik birliği” arasında varsaydığı farkı açıklarken de şöyle diyor, Nizamettin:

Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir. Ben bu birliğin dışındaysam, bunun ideolojik bir birlik olup olmadığı, bu birliğin doğru ya da yanlış şeyler söyleyip söylemediği hakkında bir yargıda bulunamam. Ben içerden bir bakışın sonucu olarak, bu birliği sağlayan ilkeleri tek doğru, bu doğruları hayatı belirleyen temel yasa, bunun dışındaki her pratiği ‘hata’ olarak yargılayıp, bizi ahlakın tahakkümüne hapseden, benin mutlak doğruluğuna hükmeden… Dünya görüşünü ‘doğruların ideolojik birliği’ olarak ifadelendiriyorum. Umarım farkı anlatabilmişimdir.


Öncelikle bu ifadedeki ikiliği de tartışmaya açmak gerekecek. Yanıtının ilerleyen bölümlerinde Nizamettin’in “’iktidar ve özne arasına kesin çizgi çizilmeli mi, çizilmemeli mi?’’ gibi sorulara, bahsi geçen yazı muhatab değildir…” diyerek yazısının söz bahsi geçen ikiliğe dahil olmadığını, bu tartışmanın içinde olmadığını söylediği açık bir ifadesi olsa da burada da sınır taşını “öteki” olarak belirleyen bir ifade bütünlüğü var. “İçeriden” ifadesini kullanıyor. Neyin içinden? “Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir.” denerek tanımlanan ancak üzerinde “üye değilseniz giremezsiniz” yazan bir tabela olan bir “ideolojik birlik”. Anlamadığım şey niye bir “ideolojik birlik”e “Avcılar Derneği” muamelesi yapıldığı. Yani ben ideolojik bir birlik olarak –çeşitli dünya görüşlerini içinde barındıran- “ulus-devletçi proje”nin “içinden” değilim ancak temel argümanlarını anlıyorum. Onları onayladığımı söylemiyorum. Onaylamak, katılmak ve anlama arasındaki ayrıma dikkat çekiyorum. Eğer Nizamettin’in dile getirdiği gibi içinden olmadığım için diğer doğruları “hata” olarak kabul etmeye dayanan bir “ideolojik birlik” nosyonu yalnızca kendi düşmanını yaratarak kendine yol açan bir bakışın ürünü. Eğer “anlama” böyle bir şey olmasaydı, yani öteki’ye eğilmenin bir yolu olmasaydı o zaman zaten konuşamazdık? Birini anladığımızı varsayıyoruz ki eleştiriyoruz. Yani “ideolojik birlik” ifadesini yalnızca “faşist” çağrışımlar içerisine hapsetmenin, kavramları belli bir görüşün boyunduruğu altına sokmanın bir anlamı yok.

Tüm bunların yanı sıra karşılaştırmak istediğim iki ifade var. Çünkü “ideolojik birlik” ile “doğruların ideolojik birliği” arasında bir ayrım yapılmış ancak ayrımın dayandırıldığı kriter yeterince açık değil. “Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir.” deniyor. Vurgu yapmak istediğim nokta “dünya görüşü etrafında”. İkinci tanımlama ise “ideolojik birlik”le arasında fark olduğu savlanan “doğruların ideolojik birliği” konusunda: “Dünya görüşünü ‘doğruların ideolojik birliği’ olarak ifadelendiriyorum.” Bu tanım da da “dünya görüşü” ifadesine vurgu yapmalı. İyi de ayrım nerede? Açıkçası iki ifade arasında hiçbir ayrım yok. Daha da ötesinde ayrım olmasına da gerek yok. İdeoloji, öznenin doğru olarak kabul ettiği bilinç içeriklerinin bir toplamı, dünyaya karşı tavrının bir ifadesidir. Nizamettin’in vurgu yaptığı “bir aradalığın olanağı olarak hata” tanımlamasına sonuna kadar katılmakla birlikte -kendi adıma hep korktuğum- “hata fetişizmi”ne de dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.

Nizamettin’in yanıtını okurken “devrim” konusunda bazı hususlarda ortak düşüncelere sahip olduğumuzu daha açık bir biçimde gördüm. Yine de ifadeler konusunda benim açımdan kimi pürüzler yok değil. (Ben bu yanıtı yazdıktan ama gönderemedikten çok sonra benzer bir ricanın İskender Savaşır tarafından da dile getirildiğini okudum.) Öncelikle “cüret” ifadesini özellikle yanlış okumayı tercih ettiğimi baştan dile getirmiştim. (Çünkü bu yazı yalnızca Nizamettin’in ifadelerinin dışında kalma riskiyle kendini kurabilirdi. Çünkü asıl mesele “devrim” hakkında konuşabilmek.) Bu nedenle “cüret”in benim içinde oldukça değerli olduğunu dile getirmeliyim. Eğer söz konusu “cüret” olmasaydı “devrim”den söz bile edemezdik. (Ki bence “ortaklaşa düşünme”yi bu kavram üzerinde sürdürmek bana oldukça önemli görünüyor.)

“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” ifadesine gelirsek ilk metne dönmek gerekiyor.

Devrim benim için: (...) yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir.

Ben de bu muğlak ifadeyi referans alarak yaşamın steril bir şey olarak görülmesinin tehlikesinden söz ediyorum. Yani ben Nizamettin’in burası “konuşulamayacak olan yerdir” diyerek eleştirdiği şeyi eleştiriyorum. Kısacası tam olarak aynı şeyi söylüyoruz aslında.

Ve “hayalet”... Yazdığım yanıtım “sebeb-i telif” tam olarak “hayalet değildir” ifadesinin kafamda yarattığı korkunç bir “yanlış anlama” çağrışımıydı. “Hayalet kavramı üzerine konuşacaksak kaynağından konuşmayı tercih ederim, yani Komünist Manifestonun başlangıç cümlesinden” demiş Nizamettin. Açıkçası çok fazla söyleyecek bir şeyim yok. Çünkü ben ifadeyi Derrida’ya ilişkin bir eleştiri olarak ele almıştım. Ötesini tartışmaya ne yazık ki şu sıralar zamanım yok –bu arada zaman bulursam umarım “Derrida ve Devrim” üzerine bir şeyler yazabilirim-.

Bu yanıttan anladığım oldukça klişe bir ifadeyle kafamızdaki kavram karışıklığın sürdüğüdür. Diyaloga girerken her seferinde kavramlarımızı yeniden ve yeniden tanımlamak ve de bu işten kesinlikle gocunmamalıyız.

[Not: Ben “ortaklaşa düşünmeyi ‘cüret’ üzerinden sürdürmeliyiz” derken sayın Savaşır da konuyu benzer bir noktaya getirmiş. Farklı bir yönden de olsa konu post-kolonyalizme ve “madun”lara doğru gidiyor gibi... Evet, ya cüret edemeyenler? Biraz daha bildiğim bir alandan konuşayım. Spivak’ın meşhur sorusu aklımda yankılanıyor: “Madun konuşabilir mi?”]

Sevgiler...

İyi çalışmalar...

0 yorum: