Bütüne devam
Parça bütün ilişkisiyle ilgili denizcilikten, tekne yapımından gelen bir ikinci nokta: Açık denizde bir fırtına esnasında tekneniz ne kadar küçükse aslında o kadar güvenliktesinizdir. Teknenin bir bütün olduğunu düşünecek olursanız, boyutları ne kadar büyürse, parçalar bütünden o kadar farklı hareket eder. Çünkü tekneye çarpan dalgalar bütünde farklı hareketlere ve streslere yol açacaktır. Teknenin başı farklı hareket ederken, kıçı (denizcilik terimi) farklı edecek ve iyi yapılmamışsa ikiye ayrılacaktır veya tekne açmaya başlayacaktır. Bu örneği diğer alanlara da uygulayabiliriz. Bir topluluk ne kadar kalabalıksa, parçaların bütünden farklı hareket etme ihtimali de o derece yüksek olacaktır. Yüz kişilik turist kafilesiyle bir turistik merkeze geldiğinizi düşünün ve bir restorana doğru ilerlerken o grubun, tüm talimatlarınıza rağmen parçalara ayrıldığını göreceksiniz. Bir noktadan başka bir noktaya gitmeniz çok daha zor olacaktır. Parçaların bütünle birlikte hareket etmesi, o bütünün boyutlarının büyümesine paralel bir şekilde çok daha fazla sayıda kontrol noktasının veya mekanizmasının oluşturulmasıyla doğru orantılıdır. Bütün kendiliğinden tüm parçalarını tek bir yönde harekete zorlayan bir mekanizma içermez. Yine bir başka örnek depremler ve binalar. Ya da tek çocuklu aileyle yedi, sekiz çocuklu aile. Bütünler oluşturulur, kontrol mekanizmaları veya bağlantı noktaları oluşturulmadığı sürece bütün yoktur veya güçsüzdür, parçalar farklı hareket edebilir.
Benim üzerinde durduğum konu, aydının bütünle uğraşmamasının mümkün olup olamayacağı sorusuydu. İskender’e ait olduğunu tahmin ettiğim yazı bununla ilgili değil ama önemli bir konuya değiniyor. Tartışmakta yarar var. Eğer İskender’in Ayşegül Denizci’nin ima ettiğini söylediği bütün tanımı doğruysa, o zaman baştan beri farklı bir şeyden bahsediyoruz.
Çeşitli bütünlerin tanımlanmasını, bütünün tek bir şey olmasını, her şeyi kapsayan bir şey olarak bütünle uğraşmak, bunların hepsini anlayabiliyorum ve bir itirazım yok. Çünkü benim zaten başından beri anlatmaya çalıştığım da bu: Bütünleri insanlar yaratır. Aydın olmak bununla ilişkili bir şey ama bu çabaların varlığı bütünlerin bizden önce var olduklarını göstermiyor. Üstelik bütünlerin tamamen biz insanlara özgü var olma şeklinin ürünü olduğunu düşünüyorum.
Benim dışımda bir şeyler var ve dışımdaki her şeyi bir bütün olarak görebilirim. Bu bir insan olarak tamamen bana özgü bir davranış şekli. Böyle bir tanımlama yapmaya, böyle bir boyut hissetmeye zorunluyum. Her insan eninde sonunda bu kendi dışındaki şeylerin oluşturduğu bir bütünlük hissetmek zorunda. Bu tüm canlılara özgü mü? Hayır değil. Bu tüm memelilere özgü mü? Ona da değil demek zorundayız. Çünkü böyle bir şeyi hissedebilmem, hissetmeye zorlanmam, insan olarak sahip olduğum çeşitli fiziksel/biyolojik unsurlarımla ilgili. Ben bu “her şeyi” renkli görüyorum. Birçok cansız renksiz görüyor ve ısı kökenli görüş biçimleri de var. Bu farklılığı nasıl yorumlamamız gerekiyor? Bu her şeyi kapsayan bütünün içinde bir renkli cisimler bir de renksiz veya siyah beyaz cisimler mi var? Ya da aynı cisimler iki farklı görünme biçimine mi sahip? Aksine, bu her şeyle ilgili özelliklerin bir kısmı tamamen bizden kaynaklanıyor. Bir şeyin sarı olmasının nedeni, onun sarı olması değil, benim onu sarı görmem. Bütünler görmeye de aynı şekilde yaklaşabiliriz. Bizim dışımızda bir bütün mü var, yoksa biz mi bir bütün algılıyoruz? Eğer biz bir bütün algılıyorsak, yani aslında bir bütün yoksa, o zaman parçanın bütünden ayrı hareket edip etmemesi sorusu da anlamsızlaşıyor. Dışarısı tamamen parçalardan oluşan bir dünya olabilir. Biz buna bir bütün olarak yaklaşabiliriz ama yine bir kısmımız buna parçalardan oluşan bir boyut olarak da yaklaşabilir. Bu ikincisi bir bütün mü oluyor? Aslında olmuyor ama ikisini de bütünleştirme ihtiyacımıza cevaben ortaya çıkıyor. Birinci yaklaşım bizi eninde sonunda nesnel gerçeklik denen bir şeye götürecektir. Tabii bu noktada karşımıza bir de benim dışımdaki gerçeklik kavramı çıkıyor. Ama ben aynı zamanda o benim dışımdaki gerçekliğin bir üyesiyim. Benim fiziksel varlığım da o “nesnel gerçekliğin” içinde. Çünkü diğer insanlara ve canlılara göre ben de bir nesneyim. İki insan tartışırken nesnel gerçekliğe gönderme yaptıklarında ne kastediyorlar? Dışlarındaki dünyaya dair düşüncelerinin dışında var olan dünyayı. Böyle bir şey mümkün mü? Benim kendi dışımla ilişkiye geçmem benim o dış hakkında oluşturduğum fikirler aracılığıyla oluyorsa, bunlardan bağımsız bir dünyayı nasıl algılayabilirim? Vücudumun bir yerlerinde bir düğme var da onu mu kullanıyorum? “On” olunca normal gerçeklik, “Off” olunca nesnel gerçeklik.
Sonuç olarak, “her şey”i kapsayan bir bütünden bahsedebiliriz ama bu tamamen bizden kaynaklanan bir gereksinimden kaynaklanıyor. Böyle konuşmak, bu şekilde iletişime geçmek zorundayız ama bu böyle bir bütün olduğunu getirmiyor. Çünkü bütün, benim anladığım kadarıyla, parçalar arasında onları bir arada tutan ilişkilerden oluşan bir oluşum anlamına geliyor. “Her şey” demekte bir sakınca yok ve bizim dışımızda bir “her şey” var ama bu sadece “her şey” (bu da iletişimle ilgili bir gereksinimden ötürü) ama bu “her şey”i bir bütün olarak görmeye çalışmak çok daha farklı bir şey. “Her şey” İskender’in dediği gibi tektir, çoğul olarak kullanılamaz (muhtemelen) ama bütün farklı bir şey, birden fazla olabilir. Parça “her şey”den farklı hareket edebilir mi diye sormuyoruz; parça bütünden hareket edebilir mi diye soruyoruz. Şeyi parçaya, “her şey”i de bütüne dönüştürüyoruz. Bu tamamen bize özgü bir işlem (belki şempanzeler ve diğer yakın akrabalarımızda olabilir); birden fazla bütün tanımlanabilir ve bir araştırma yaparak insanlık tarihinde geriye gittiğimizde çeşitli bütünlere rastlamaktayız. Örneğin, cinler, periler, ejderhalar bu “her şey”den-olma-bütünün içinde mi? Bir kısmımıza göre kesinlikle hayır, bir kısmımıza göreyse elbette. Üstelik hayır diyenlerin azınlıkta olduğunu bile söyleyebiliriz. Birisi çıkıp bir kategori olarak bu bütünü düşünülmüş, düşünülen ve düşünülecek her şeyi kapsayacak bir biçimde genişletse bile, bu birilerinin farklı bütünleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü bu yazının başında Tanrı’yla ilgili söylediklerime geri dönecek olursam, bu “her şey”li bütünleri var saymaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Hiçbiri gösterilemez, tanımlanamaz. Hegel’inki de dahil olmak üzere, hepsi var sayılmış bütünler, düşünmeyle ilgili süreçlere dayanıyorlar. O yüzden böyle bir varsayım da bulunabilirsin demenin bir anlamı da yok. Sonunda eğer düşünülmüş, düşünülen ve düşünülebilecek her şeyi kapsadığını bile düşünsek, toplumsal iletişim hiçbir zaman mükemmel olmadığından (yani herkes her şeyi bilemeyeceğinden ve herkes aynı şeyleri düşünmediğinden), her zaman birden fazla bütün olacaktır. Dünyanın her yerinde ve her konuşma da (eğer konuşulan dilde böyle bir kategori varsa; tüm dillerde aynı kategoriler yok), “her şey” aynı anlama gelecektir ve tek olacaktır. Ama bu her şeyi tanımlamaya ve dolayısıyla bir bütüne dönüştürmeye başladığımızda, farklı şeyler anlaşılacaktır.
Örneğin, bir tartışma sırasında Anadolu’da Theos Hypsistos inancından bahsetmiştim. O ana kadar dinleyicilerin hiçbirinin bundan haberi yoktu. Yani onların “her şeyleri” bu şeyi kapsamıyordu. Bazılarına ve bazı düşünürlere göre bu yaptığım yanlış kabul edilebilir. Çünkü her şey sonuçta her şeyi kapsıyor; benim bilmediklerimi de. Kendimizi “her şey” kelimesiyle sınırladığımızda bu bir yere kadar doğru olabilir.
Bir yere kadar diyorum, çünkü sanırım “her şey”in söyleyen kişiden kaynaklanan bir zamansal sınırlılığı var. Yanılıyor olabilirim ama ben “her şey” derken, sadece şu anda, yani benim yaşamımla sınırlı bir boyutta var olan her şeyi kastetmiyor muyum aslında? Biraz daha deşecek olursam bu konuyu, burada bir dilde söylenebilecek her sözcüğü bilmekle ilgili duruma benzer bir şey yok mu? Örneğin, bazı sesleri yan yana getirerek oluşturacağımız bazı sözcüklerin konuştuğumuz dilde yeri olmadıklarını otomatikman biliriz. Kastettiğim, oluşturulabilecek ama anlamsız sözcükler değil. Bazı seslerin hiçbir şekilde o dilde belli bir şekilde yan yana getirilememesinden bahsediyorum. Bu örneğe benzer şekilde, “her şey” derken bu sözcüğü kullanan iki kişi ortak bir şeyler dünyasından bahsettiklerini var saymış olmuyorlar mı? “Her şey” gerçekten düşünülebilecek her şeyi de kapsıyor mu? Bir zaman makinesi olduğunu ve tartışmama farklı zamanlardan insanlar getirdiğimi düşünelim. Tartışma esnasında benim “her şey” demem bu tartışmayı kolaylaştıracak mı, yoksa zorlaştıracak mıdır? Herkesin “her şey”den aynı şeyi anladığını farz etsek bile, yani her şey, bu insanların farklı “her şey”leri olmayacak mıdır? Farklı zamandan geldiğini varsaydığımız biri iki gün önce karşılaştığı bir ağacın ruhundan bahsederken, zamanımızdan biri bunu ne kadar kendi “her şey”inin kapsadığı bir şey olarak görecektir? Bir anda saçma kategorisine sıçrama eğilimi içinde olmayacak mıdır bu kişi? Ve eğer “her şey” varsa, “saçma” ne oluyor? Yoksa “her şey”imizin düşünülecek değil de düşünülmesi uygun şeyleri mi kapsıyor? Bir çocuğun “her şeyi” ile bir yetişkinin “her şeyi” arasında bir farklılık kabul etmiyor muyuz?
Yine de tek bir “her şey”le yaşayabilmek mümkün olabilir diyelim. Tekrar Theos Hypsistos örneğine dönecek olursam, eğer İskender’in dediği gibi bir bütünlükten söz eden bir sistematik söz konusuysa ve buradan yola çıkarak yabancı bir dünyaya sahip çıkılması, onun dönüştürülmesi, insanileştirilmesi gibi eylemlerden bahsediyorsak, bir şeyleri tanımlıyoruz demektir. Bir bütünü anlatıyor, açıklıyor, özelliklerini sıralıyoruz demektir. Sadece “her şey” demekle bu başarılamaz. Ve her bütünün sınırları vardır. Sonsuz sayıda parçaya sahip bir bütün matematiksel anlamda bir bütün müdür? Belki, bilemiyoruz ama tanımlanamayacağını biliyoruz. Tanımlanamayacak bir bütün de matematiksel çözüm bulmanın sonu demektir. İnsan için de tanımlanabilirlik epey önemli ve hatta zorunlu. İnsan sonsuz parçadan oluşan bütünlerle işlem yapabilecek kapasitede bir canlı değildir. Böyle bir canlı zaten yok. Söylenen şey ne kadar “her şey” olursa olsun, sonunda belli bir bütün veya bütünler fikriyle hareket ederiz. Öyle olmasaydı, yığınlarca kategori icat etmek gibi bir gereksinimimiz olmazdı. “Öyle bir bütün düşün ki her şeyi kapsıyor” dediğimde bile o bütün her şeyi kapsamıyordur. Çünkü sınırı düşünme eylemini yapan kişinin ne kadar şey düşünebildiğiyle sınırlıdır; o bütün, o kişi ne kadar çok şey düşünebiliyorsa o kadar büyüktür. Düşündüğü her şeyi elbette sıralayamaz ama biraz önce dil örneğinde belirttiğim gibi, bazı şeyler onun “her şey”ine dahil değildir. Bazı şeylerin onun “her şey”inden yeri olmadığını, sorulduğu zaman söyleyecektir. Eğer gerçekten “her şeyi”, ona saçma gelebilecek her şey da dahil olmak üzere her şeyi kapsayan bir “her şeyden” bahsettiğimi söylediğimde durum değişecektir. Böyle bir şeyi söylemem gerekecektir. Çünkü onun her şeyi kapsayan bütününün sınırları vardır, her şeyi ama her şeyi kapsamıyordur. Ama bunu söylediğimde onun bütününün dışına çıkmış olurum ve “her şey” gerçekten her şey olduğunda aslında tartışma da bitecektir. Farklı bir boyuttur bu; toplumsal iletişimi sıfırlayan bir boyuttur. Toplumsallık sona ermeyebilir ama söz konusu olan artık bir iletişim değildir. En azından bireyler kendi aralarında iletişime geçmezler. Gerek yoktur. Nasıl olabilir ki? Eğer farklı bütünler yoksa farklılık da yoktur. Bütünler ortadan kalkmış, sadece her şey vardır.
Sanırım biraz uzattım bu tartışmayı ve aslında hâlâ söyleyeceklerim var ama burada durayım şimdilik. Bütün tartışmasından vakit bulursam, bir parça devrim tartışmasına de girmek istiyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder