31 Mayıs 2007 Perşembe

Bütüne devam

Tanrı’nın varlığıyla ilgili tartışmalarda en büyük sorun böyle bir varlığın eninde sonunda varsayılması gerektiğidir. Bu da tartışmanın sonunu getirir. “Bütün”ü “her şeyi” temsil eden veya kapsayan olarak tanımladığımızda da aynı sorunla karşılaşırız. Bir anda “parça bütünden ayrı hareket edebilir mi” sorusu çözülemez olur. Çünkü bu “her şeyi” kapsayan “bütün”ün hem tanımlanması hem de hareketinin tespiti olanaksızlaşır. Parçanın bütünden ayrı hareket edip etmediğinin tespit edilebilmesi için insanın bu “her şeyin” dışına çıkması gerektiğinden ve bu da olanaksız olduğundan, neticede varsayılması gereken bir bütünle karşı karşıya kalırız ki, bu tür bir bütün fikri Tanrı fikrinden pek de farklı değildir. Sadece yaratıcılığı yoktur. Aynı şekilde bütün parça ilişkisinin ve parçanın bütünden ayrı hareket etmediğini de varsaymamız gerekecektir. Bu durumda tartışma sona erecektir.

Parça bütün ilişkisiyle ilgili denizcilikten, tekne yapımından gelen bir ikinci nokta: Açık denizde bir fırtına esnasında tekneniz ne kadar küçükse aslında o kadar güvenliktesinizdir. Teknenin bir bütün olduğunu düşünecek olursanız, boyutları ne kadar büyürse, parçalar bütünden o kadar farklı hareket eder. Çünkü tekneye çarpan dalgalar bütünde farklı hareketlere ve streslere yol açacaktır. Teknenin başı farklı hareket ederken, kıçı (denizcilik terimi) farklı edecek ve iyi yapılmamışsa ikiye ayrılacaktır veya tekne açmaya başlayacaktır. Bu örneği diğer alanlara da uygulayabiliriz. Bir topluluk ne kadar kalabalıksa, parçaların bütünden farklı hareket etme ihtimali de o derece yüksek olacaktır. Yüz kişilik turist kafilesiyle bir turistik merkeze geldiğinizi düşünün ve bir restorana doğru ilerlerken o grubun, tüm talimatlarınıza rağmen parçalara ayrıldığını göreceksiniz. Bir noktadan başka bir noktaya gitmeniz çok daha zor olacaktır. Parçaların bütünle birlikte hareket etmesi, o bütünün boyutlarının büyümesine paralel bir şekilde çok daha fazla sayıda kontrol noktasının veya mekanizmasının oluşturulmasıyla doğru orantılıdır. Bütün kendiliğinden tüm parçalarını tek bir yönde harekete zorlayan bir mekanizma içermez. Yine bir başka örnek depremler ve binalar. Ya da tek çocuklu aileyle yedi, sekiz çocuklu aile. Bütünler oluşturulur, kontrol mekanizmaları veya bağlantı noktaları oluşturulmadığı sürece bütün yoktur veya güçsüzdür, parçalar farklı hareket edebilir.

Benim üzerinde durduğum konu, aydının bütünle uğraşmamasının mümkün olup olamayacağı sorusuydu. İskender’e ait olduğunu tahmin ettiğim yazı bununla ilgili değil ama önemli bir konuya değiniyor. Tartışmakta yarar var. Eğer İskender’in Ayşegül Denizci’nin ima ettiğini söylediği bütün tanımı doğruysa, o zaman baştan beri farklı bir şeyden bahsediyoruz.
Çeşitli bütünlerin tanımlanmasını, bütünün tek bir şey olmasını, her şeyi kapsayan bir şey olarak bütünle uğraşmak, bunların hepsini anlayabiliyorum ve bir itirazım yok. Çünkü benim zaten başından beri anlatmaya çalıştığım da bu: Bütünleri insanlar yaratır. Aydın olmak bununla ilişkili bir şey ama bu çabaların varlığı bütünlerin bizden önce var olduklarını göstermiyor. Üstelik bütünlerin tamamen biz insanlara özgü var olma şeklinin ürünü olduğunu düşünüyorum.
Benim dışımda bir şeyler var ve dışımdaki her şeyi bir bütün olarak görebilirim. Bu bir insan olarak tamamen bana özgü bir davranış şekli. Böyle bir tanımlama yapmaya, böyle bir boyut hissetmeye zorunluyum. Her insan eninde sonunda bu kendi dışındaki şeylerin oluşturduğu bir bütünlük hissetmek zorunda. Bu tüm canlılara özgü mü? Hayır değil. Bu tüm memelilere özgü mü? Ona da değil demek zorundayız. Çünkü böyle bir şeyi hissedebilmem, hissetmeye zorlanmam, insan olarak sahip olduğum çeşitli fiziksel/biyolojik unsurlarımla ilgili. Ben bu “her şeyi” renkli görüyorum. Birçok cansız renksiz görüyor ve ısı kökenli görüş biçimleri de var. Bu farklılığı nasıl yorumlamamız gerekiyor? Bu her şeyi kapsayan bütünün içinde bir renkli cisimler bir de renksiz veya siyah beyaz cisimler mi var? Ya da aynı cisimler iki farklı görünme biçimine mi sahip? Aksine, bu her şeyle ilgili özelliklerin bir kısmı tamamen bizden kaynaklanıyor. Bir şeyin sarı olmasının nedeni, onun sarı olması değil, benim onu sarı görmem. Bütünler görmeye de aynı şekilde yaklaşabiliriz. Bizim dışımızda bir bütün mü var, yoksa biz mi bir bütün algılıyoruz? Eğer biz bir bütün algılıyorsak, yani aslında bir bütün yoksa, o zaman parçanın bütünden ayrı hareket edip etmemesi sorusu da anlamsızlaşıyor. Dışarısı tamamen parçalardan oluşan bir dünya olabilir. Biz buna bir bütün olarak yaklaşabiliriz ama yine bir kısmımız buna parçalardan oluşan bir boyut olarak da yaklaşabilir. Bu ikincisi bir bütün mü oluyor? Aslında olmuyor ama ikisini de bütünleştirme ihtiyacımıza cevaben ortaya çıkıyor. Birinci yaklaşım bizi eninde sonunda nesnel gerçeklik denen bir şeye götürecektir. Tabii bu noktada karşımıza bir de benim dışımdaki gerçeklik kavramı çıkıyor. Ama ben aynı zamanda o benim dışımdaki gerçekliğin bir üyesiyim. Benim fiziksel varlığım da o “nesnel gerçekliğin” içinde. Çünkü diğer insanlara ve canlılara göre ben de bir nesneyim. İki insan tartışırken nesnel gerçekliğe gönderme yaptıklarında ne kastediyorlar? Dışlarındaki dünyaya dair düşüncelerinin dışında var olan dünyayı. Böyle bir şey mümkün mü? Benim kendi dışımla ilişkiye geçmem benim o dış hakkında oluşturduğum fikirler aracılığıyla oluyorsa, bunlardan bağımsız bir dünyayı nasıl algılayabilirim? Vücudumun bir yerlerinde bir düğme var da onu mu kullanıyorum? “On” olunca normal gerçeklik, “Off” olunca nesnel gerçeklik.

Sonuç olarak, “her şey”i kapsayan bir bütünden bahsedebiliriz ama bu tamamen bizden kaynaklanan bir gereksinimden kaynaklanıyor. Böyle konuşmak, bu şekilde iletişime geçmek zorundayız ama bu böyle bir bütün olduğunu getirmiyor. Çünkü bütün, benim anladığım kadarıyla, parçalar arasında onları bir arada tutan ilişkilerden oluşan bir oluşum anlamına geliyor. “Her şey” demekte bir sakınca yok ve bizim dışımızda bir “her şey” var ama bu sadece “her şey” (bu da iletişimle ilgili bir gereksinimden ötürü) ama bu “her şey”i bir bütün olarak görmeye çalışmak çok daha farklı bir şey. “Her şey” İskender’in dediği gibi tektir, çoğul olarak kullanılamaz (muhtemelen) ama bütün farklı bir şey, birden fazla olabilir. Parça “her şey”den farklı hareket edebilir mi diye sormuyoruz; parça bütünden hareket edebilir mi diye soruyoruz. Şeyi parçaya, “her şey”i de bütüne dönüştürüyoruz. Bu tamamen bize özgü bir işlem (belki şempanzeler ve diğer yakın akrabalarımızda olabilir); birden fazla bütün tanımlanabilir ve bir araştırma yaparak insanlık tarihinde geriye gittiğimizde çeşitli bütünlere rastlamaktayız. Örneğin, cinler, periler, ejderhalar bu “her şey”den-olma-bütünün içinde mi? Bir kısmımıza göre kesinlikle hayır, bir kısmımıza göreyse elbette. Üstelik hayır diyenlerin azınlıkta olduğunu bile söyleyebiliriz. Birisi çıkıp bir kategori olarak bu bütünü düşünülmüş, düşünülen ve düşünülecek her şeyi kapsayacak bir biçimde genişletse bile, bu birilerinin farklı bütünleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü bu yazının başında Tanrı’yla ilgili söylediklerime geri dönecek olursam, bu “her şey”li bütünleri var saymaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Hiçbiri gösterilemez, tanımlanamaz. Hegel’inki de dahil olmak üzere, hepsi var sayılmış bütünler, düşünmeyle ilgili süreçlere dayanıyorlar. O yüzden böyle bir varsayım da bulunabilirsin demenin bir anlamı da yok. Sonunda eğer düşünülmüş, düşünülen ve düşünülebilecek her şeyi kapsadığını bile düşünsek, toplumsal iletişim hiçbir zaman mükemmel olmadığından (yani herkes her şeyi bilemeyeceğinden ve herkes aynı şeyleri düşünmediğinden), her zaman birden fazla bütün olacaktır. Dünyanın her yerinde ve her konuşma da (eğer konuşulan dilde böyle bir kategori varsa; tüm dillerde aynı kategoriler yok), “her şey” aynı anlama gelecektir ve tek olacaktır. Ama bu her şeyi tanımlamaya ve dolayısıyla bir bütüne dönüştürmeye başladığımızda, farklı şeyler anlaşılacaktır.

Örneğin, bir tartışma sırasında Anadolu’da Theos Hypsistos inancından bahsetmiştim. O ana kadar dinleyicilerin hiçbirinin bundan haberi yoktu. Yani onların “her şeyleri” bu şeyi kapsamıyordu. Bazılarına ve bazı düşünürlere göre bu yaptığım yanlış kabul edilebilir. Çünkü her şey sonuçta her şeyi kapsıyor; benim bilmediklerimi de. Kendimizi “her şey” kelimesiyle sınırladığımızda bu bir yere kadar doğru olabilir.
Bir yere kadar diyorum, çünkü sanırım “her şey”in söyleyen kişiden kaynaklanan bir zamansal sınırlılığı var. Yanılıyor olabilirim ama ben “her şey” derken, sadece şu anda, yani benim yaşamımla sınırlı bir boyutta var olan her şeyi kastetmiyor muyum aslında? Biraz daha deşecek olursam bu konuyu, burada bir dilde söylenebilecek her sözcüğü bilmekle ilgili duruma benzer bir şey yok mu? Örneğin, bazı sesleri yan yana getirerek oluşturacağımız bazı sözcüklerin konuştuğumuz dilde yeri olmadıklarını otomatikman biliriz. Kastettiğim, oluşturulabilecek ama anlamsız sözcükler değil. Bazı seslerin hiçbir şekilde o dilde belli bir şekilde yan yana getirilememesinden bahsediyorum. Bu örneğe benzer şekilde, “her şey” derken bu sözcüğü kullanan iki kişi ortak bir şeyler dünyasından bahsettiklerini var saymış olmuyorlar mı? “Her şey” gerçekten düşünülebilecek her şeyi de kapsıyor mu? Bir zaman makinesi olduğunu ve tartışmama farklı zamanlardan insanlar getirdiğimi düşünelim. Tartışma esnasında benim “her şey” demem bu tartışmayı kolaylaştıracak mı, yoksa zorlaştıracak mıdır? Herkesin “her şey”den aynı şeyi anladığını farz etsek bile, yani her şey, bu insanların farklı “her şey”leri olmayacak mıdır? Farklı zamandan geldiğini varsaydığımız biri iki gün önce karşılaştığı bir ağacın ruhundan bahsederken, zamanımızdan biri bunu ne kadar kendi “her şey”inin kapsadığı bir şey olarak görecektir? Bir anda saçma kategorisine sıçrama eğilimi içinde olmayacak mıdır bu kişi? Ve eğer “her şey” varsa, “saçma” ne oluyor? Yoksa “her şey”imizin düşünülecek değil de düşünülmesi uygun şeyleri mi kapsıyor? Bir çocuğun “her şeyi” ile bir yetişkinin “her şeyi” arasında bir farklılık kabul etmiyor muyuz?

Yine de tek bir “her şey”le yaşayabilmek mümkün olabilir diyelim. Tekrar Theos Hypsistos örneğine dönecek olursam, eğer İskender’in dediği gibi bir bütünlükten söz eden bir sistematik söz konusuysa ve buradan yola çıkarak yabancı bir dünyaya sahip çıkılması, onun dönüştürülmesi, insanileştirilmesi gibi eylemlerden bahsediyorsak, bir şeyleri tanımlıyoruz demektir. Bir bütünü anlatıyor, açıklıyor, özelliklerini sıralıyoruz demektir. Sadece “her şey” demekle bu başarılamaz. Ve her bütünün sınırları vardır. Sonsuz sayıda parçaya sahip bir bütün matematiksel anlamda bir bütün müdür? Belki, bilemiyoruz ama tanımlanamayacağını biliyoruz. Tanımlanamayacak bir bütün de matematiksel çözüm bulmanın sonu demektir. İnsan için de tanımlanabilirlik epey önemli ve hatta zorunlu. İnsan sonsuz parçadan oluşan bütünlerle işlem yapabilecek kapasitede bir canlı değildir. Böyle bir canlı zaten yok. Söylenen şey ne kadar “her şey” olursa olsun, sonunda belli bir bütün veya bütünler fikriyle hareket ederiz. Öyle olmasaydı, yığınlarca kategori icat etmek gibi bir gereksinimimiz olmazdı. “Öyle bir bütün düşün ki her şeyi kapsıyor” dediğimde bile o bütün her şeyi kapsamıyordur. Çünkü sınırı düşünme eylemini yapan kişinin ne kadar şey düşünebildiğiyle sınırlıdır; o bütün, o kişi ne kadar çok şey düşünebiliyorsa o kadar büyüktür. Düşündüğü her şeyi elbette sıralayamaz ama biraz önce dil örneğinde belirttiğim gibi, bazı şeyler onun “her şey”ine dahil değildir. Bazı şeylerin onun “her şey”inden yeri olmadığını, sorulduğu zaman söyleyecektir. Eğer gerçekten “her şeyi”, ona saçma gelebilecek her şey da dahil olmak üzere her şeyi kapsayan bir “her şeyden” bahsettiğimi söylediğimde durum değişecektir. Böyle bir şeyi söylemem gerekecektir. Çünkü onun her şeyi kapsayan bütününün sınırları vardır, her şeyi ama her şeyi kapsamıyordur. Ama bunu söylediğimde onun bütününün dışına çıkmış olurum ve “her şey” gerçekten her şey olduğunda aslında tartışma da bitecektir. Farklı bir boyuttur bu; toplumsal iletişimi sıfırlayan bir boyuttur. Toplumsallık sona ermeyebilir ama söz konusu olan artık bir iletişim değildir. En azından bireyler kendi aralarında iletişime geçmezler. Gerek yoktur. Nasıl olabilir ki? Eğer farklı bütünler yoksa farklılık da yoktur. Bütünler ortadan kalkmış, sadece her şey vardır.

Sanırım biraz uzattım bu tartışmayı ve aslında hâlâ söyleyeceklerim var ama burada durayım şimdilik. Bütün tartışmasından vakit bulursam, bir parça devrim tartışmasına de girmek istiyorum.

0 yorum:

30 Mayıs 2007 Çarşamba

30 Mayıs Biz Dünyanın Yerlileri

Nizamettin Uygar


Devrim kendi alet çantasını yanında taşır. Onun yaşayan bir varlık olarak kendini anlamlandırması için de bu şarttır.

Devrim üzerine yazarken ben de kendimce o alet çantasına başvuruyorum. Çantanın içindekiler kendi ufkumuzdan gördüklerimizdir de bir bakıma…

‘Direnişin olduğu yerde her zaman ütopya vardır’ diyor Negri ve ekliyor:’’direniş bizi bu dünyaya, etkinlik olarak ütopyanın kuruluşuna geri getirir.’’

Usta, böyle bir belirlemeyi, ütopyanın, metafizik kavrayışına, ahiretteki cennet vaadine, özlemine ve solda mevcut olan, gelecekte var olacak olan yeryüzü cenneti fikrine, teslim etmemek adına yapıyor…

Ütopyayı , ‘‘praksis olarak, çokluğun etkinliği olarak hayal edebilir miyiz? Ütopyayı, olanaklının güncel bir stratejisi olarak değerlendirmeye başlayabilir miyiz?’’diye sorarak, ütopya bahsinde bir başka düşünme önerisi yapıyor ve ‘ yaşamdan olumsuzu söküp atmak, ütopyanın yeni bir tanımı olabilirdi’ diyerek; Deleuze-Guattari’nin, yaşamı olumlama felsefesinin, fikri takibini de yapıyor...

Bugün Ütopyadan bahsetmek, olanaklıdan söz etmek anlamına gelir. ‘Machiavelli’de Ütopya öfkeden doğar, direnişe dönüşür. Spinoza’da tutkular sürecinin içine çekilmiştir: Arzuyu aşka doğru hareket ettiren güçtür. Marks’ta sömürünün maddi koşullarıyla birleşir ve yaşamın, yeni kolektif özgürlük gücünün dinamiklerine katılan gerçek güçtür’…

Böyle bir girişi, İskender’in:“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” bana oldukça dayanıksız bir ütopya dışında bir şey çağrıştırmıyor’’ sözünü, hangi ütopya? Sorusuyla karşılamak için ve :“Cüret” edemeyen, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar” ne yapacak?’’ sorusunun, benim metin üzerinden sorulmasının, çok anlamlı olmadığını anlatabilmek için yapıyorum. Bu durumu , ‘köle ahlakı’ ve ‘yerlilik’ kavramı üzerinden de konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Bu konuya birazdan geleceğim.

Önce, Umut Özmakas’ın ‘ortaklaşa düşünmeye cüret etmek’ dediği, bana kalsa ‘emeğin yoldaşlığı’ için adım atmak adına kısa bir şeyler söylemek, parantez açmak istiyorum.

Bir aradalığımızın, bu platformda kendi fikriyatımızı ifadelendirme irademizin, harcını oluşturan, birbirimize ve birbirimizle ilişkimize anlamını, rengini veren şeyi emek olarak ifadelendirmek bu emeğin, yoldaşlığını inşa etmek bize yeni açılımlar kazandırabilir kanımca.

Emeğin Yoldaşlığı fikrinin temelinde yatan öz, insanlığımızı değer olarak kurma eylemimizdir: Emeğin sermayeleşmesi olarak kapitalizmin bütün egemenlik biçimleri karşısında, kendini “aşkın iktidarın dışında kurma onuru”[1] üzerinden yaratma çabasıdır.

Yoldaşlığı, bir paye, bürokratik bir görev olarak tanımlayan, emeği hiyerarşik, askeri bir makinenin emir eri haline getiren, insanı araçsallaştıran, ama daha önemlisi emeği sınıflaştırarak, “devletleştiren” zihniyetin gölgesinde kalan yoldaşlık kavramının itibarının iadesi için de bir şans yaratabilir. Tartışalım isterim…

İskender’in yazdıklarına yönelik eleştirime tekrar dönersek;

Köle ahlakı, çileci bir hayatın üretimi ve yeniden üretiminin varlık koşulu; tahakkümün sonsuzca sürüp gitmesine rıza üretmenin volan kayışıdır. Bize, verili koşulların deney imlenmesinden başka bir seçeneğin olmadığını onaylatır, bunu üretir ve bizi bu ‘üretimin öznesi’ yapar.

İşte cüret tam da burada özneliği reddetme kudretidir. Bu kudretin karşıtı, cüret etmemek, İskender’in deyişiyle ‘’Madun olmak’’değildir.

Çünkü burada diyalektik işlemez, yani eylemin kaynağı, var olan ile o var olanın yokluğu olarak ifadelendirilen iki şeyin bir aradalığı, cüret edenler ve etmeyenler olarak formüle edilemez. Çünkü cüretin kendi var oluş koşullarıyla, cüret etmeme arasında kurucu bir bağlantı yoktur…

Cüret, bir eylem olarak deney imlendiğinde, parçaladığı şeyi yeniden üretmemek üzere gösterilen iradedir. Antagonizma tam da bu demektir, Karşıtların birbirini beslediği bir döngüyü parçalama ve kendi kuruluşunu çelişkiden değil, çatışkıdan üretmektir.

İskender’in “Cüret” edemeyen’’ diye başlayan cümlesi bize, cüret hakkında hiçbir şey anlatmaz. Çünkü cüret, ancak varlığında konuşulabilinir bir kavramdır. Var ise konuşulabilecek olan hakkında, olmadığını varsaydığımız ve kavramın yok varlığı halinde ne olacağı üzerinden fikir beyan etmek çok anlamlı da değildir. Kaldı ki cüreti ben kendim sahiplenebilirim; ama cüret dediğim şeyi sahiplenmeyenleri kategorize etmek ve onları yargılamak, benim devrim üzerine düşüncelerimin temelden reddi anlamına gelir.

İskender’in “Cüret edemeyen’, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar ne yapacak?’’ sorusunun altında, ‘temsili yet fikri mi yatıyor, Onlar kendisini temsil edemiyorlarsa, yapılacak olan nedir; Adlarına temsil edilmelidirler mi denmek isteniyor? Sanırım madun dediği insanlar hakkında kendine ait bir fikri vardır, belki söylemek ister…

Devrim ve temsil konusunu burada deşmek yararlı olabilir, Timuçin‘in yazdıkları bence konuya kendince bir bakış açısı getiriyor okuyalım:

Ne kadar romantik yaklaşımlar ve duygulanmalar içinde olursak olalım, devrimleri başarıya ulaştıranlar arzuları doğrultusunda hareket edenler değil, devrimi bir teknik mesele olarak ele alanlar olmuştur. En iyi ve en tehlikeli devrimciler meselenin teknik yanını en iyi şekilde kavramış olanlardır. Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı. Çok güzel devrimler gerçekleşebilirdi. Fakat maalesef olamıyor veya bugüne kadar olamadı. Çünkü devrimlerin başarıya ulaşmaları tamamen teknik meselelerin çözülmesine bağlı.


Timuçin bir temsili yete karşı çıkarken başka bir temsili yet düşüncesini ifadelendiriyor. Bana kalırsa tam da, geniş yığınların inisiyatifinin başkaları tarafından ellerinden alınmasını reddederken, temsili yetin kaçınılmazlığını ifadelendiriyor: ‘’Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı’’ sözüne de içerilmiş olarak bulunan, devrimin bir sonuç ve bitmiş bir proje olduğunu ve devrimin Modernist temsili yetinin gerekli olduğunu düşünüyor. Daha önemlisi devrimi bir ‘devlet biçimi’ olarak formüle ediyor…

Temsili yetin –bir başka deyişle ‘ siyasal mülksüzleştirmenin’ en somut ve billurlaşmış hali olan devletin, devrim fikriyle düşünülme alışkanlığını aklımızdan silmek ve devletsiz, ulussuz, sınırsız bir devrimi düşünmek bugün isyanın olmazsa olmazı olarak kabul edilmelidir. Değilse, devrimi ikame eden devlet biçimlerinin üzerinden kapitalizmi üreten özneler olmaktan öteye geçemeyiz…

Temsili yet ve siyasallığımızı kurma biçimimiz hakkında, yerlilik kavramı üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum.

Yerlilik kavramı, varlığımızı kurma biçimimizle bizi buluşturabilir… Yerlilik, tahakküme karşı yaşama gücünün öznelliğidir. Bir farkındalık halidir, basılan yeri bilmek, aşkın bir iktidarın parçası olmamak; ayağımızın altındaki toprağın hissedilmesi/kavranmasıdır. Her türlü aşkın iktidar ve köle ahlakına karşı, hayatımızı, emeğimizi değerli kılmanın etiğidir.(‘’Etik, özgür insanın özgür eylemidir’’ diyor Negri).

Yerlilik kavramı, Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmemek; Ancak onunla tam olduğumuzun, biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğunun, onu bölen her şeyin bizi de böldüğünün ifadesidir. İnsanlığın/emeğin, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deney imlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa, sınırlara karşı isyanın kurucu gücüdür.

Modernist politika, , siyasallığı ve kuruculuğu, yönetici bir elite hak görür ve varlığını bu hakkı meşrulaştıracak kitle, halk… Üzerindeki egemenliğe dayandırır.

Kendi kuruculuğu olan, kendi öznelliğini deney imleme gücünün bizatihi kendisini anlatan Yerlilik kavramı ise, bu Modernist politikliği parçalama kudretinin ve kendi kuruculuğunun gücü olduğunu kendi eylemiyle anlatır. Dünyanın sokaklarında, topraksız köylüler, fabrika işgalcileri, göçmenlik kavramını faşizmin çöplüğünde yakıp, melezliğin ulus devletlerin kâbusu olduğunun farkında lığını yaratanlar, Ücretli emek olmayı reddedip kapitalizmi üretmenin dışında bir üretimi olanaklı kılmayı ‘iş’ edinenler… Yerlilik kavramının içini dolduran öznelliklerdir. Devrim, yerliliğin içinde var olan, ama yerliliğin de onun içinde var olduğu bir kavramdır. Ve kendi siyasallığını, ne aşağıdan yukarıya, ne de yukarıdan aşağıya kurar. O tamamen yatay bir siyasallığın kuruculuğudur…

Devrimcilik ve reformizm bahsinde, devrimin devrimcilik, devrimciliğin de ‘’romantizm’’ üzerinden okunuşu; insanın kendi hayatını isyanın içinde kurma, kapitalist komutayı işlevsiz kılma eylemini değersizleştiremeye yönelik oluşu karşısında biz neyi konuşuyoruz sorusunu dillendirmek gerekiyor.

Biz burada devrim üzerine mi; yoksa devrim fikrini devrimcilikler üzerinden yargılamak üzere mi konuşuyoruz?

Devrimi, bir varlık olarak bilebilmemizi sağlayanın, ‘devrimcilik kurumu’ olarak sunumu; Devrimin kendini var edişini tamamen iradi bir mesele olarak görme anlayışının, sonucudur. Devrimi ‘devrimcilik kurumu’na havale eden anlayış, devrimi profesyonelliğe teslim eder ve kendi bağlamından kopartır ki bu tarihteki bütün totalitarizmlerin de amentüsüdür…

Devrimi durağan bir şey, devrimciliği de onun ‘hareketi’ olarak sunmak ilk ağızda insanı etkileyen bir fikirmiş gibi gelebilir.

Oysa devrimi bir öncelik arayışı yerine biraradalık olarak, beden olarak kavramak, devrim bahsinde yeni bir düşünme önerisi olabilir ve devrimi hem ‘devrimcilik kurumu’nun insafından, hem de dışından konuşanların değersizleştirme girişiminden, azat etme şansı yakalanabilir belki…

Bu konuya ara verirken, Ferda Keskin, Bülent Somay’ın, Foucault üzerinden yaptığı söyleşideki ‘’Foucaultcu devrimcilik’’ – Foucault, böyle bir sahiplenmeyi, Foucaultculuğu nasıl karşılardı acaba?-başlığı altında Ferda Keskinin sözünü de tartışmaya dâhil edeyim:

‘’Bilimsel bir hakikat, doğruluk rejimi üzerinden, insanların kendi kendilerine belli birtakım söylemler üzerinden bakmalarını, kendilerini bu şekilde kavramsallaştırmalarını ve bu kavramsallaştırma içinde normatif olarak kötü, arzu edilmez, zararlı, suça eğilimli, sapık vb görülen birtakım deneyim biçimlerinden kendi rızaları ile vazgeçmelerini, kendi kendilerini engellemelerini sağlamak şeklindeki bir tahakküm. Buna karşı çıktığımız sürece devrimcilikten bahsetmek mümkün. Ama buna karşı çıkmak da, Foucault'nun kendi terimleri ile hakikat rejimlerine karşı çıkmayı gerektiriyor’’

İskender’in Hegelci tarih üzerine yazdıklarına şimdilik küçük bir not:

Hegel tarihi ‘aşkın’ bir şey olarak düşündü ve yaşananların ki Ulus Baker’in bence önemli olan bir yazısında bahsettiği gibi: ‘’ ... Jena'da ders verdiği sıralarda Napolyon orduları kenti kuşatıyorlar ve top ateşi başlıyor... Penceresinden ürkerek baktığında aşağıda marangozların top ateşini hiç iplemeden çalışmalarına devam ettiklerini görüyor... Ve sanırım bir anda bir şey hissediyor: "bütün bunların bir amacı olmalı..." Tarih sadece bir anlamsız olaylar, savaşlar, entrikalar, katliamlar yığını olarak görünüyor gözümüze... Peki, ama buna nasıl katlanılır? ‘’sorusu onun için can alıcı sorulardandı. Ve Bütün bu felaketlerin bir manası, bir amacı, bir hedefi olmalı ve bu hedef de "iyi" olmalı diye düşünmeye çalıştı. Tarihin sonu fikrinin, zaman mefhumuna umudunu yüklemesinin arka planında da böyle bir düşünüş vardı.

İskender’in ve tabiî ki Hegel’in tezine karşı, Tarih'te artık kendimizi görmek zorunda olmadığımız, mutlak bir şimdiliğin gereklerini düşünmeyi anlamlı bulduğumu belirterek bitireyim…



1 “Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.” (Komutan Yardımcısı Marcos)

0 yorum:

28 Mayıs 2007 Pazartesi

28 Mayıs: Bütünlük Üzerine

Timuçin’in “bütün” kelimesini/kavramını kullanmasında metaforik bir yan var... İlkece itirazım yok böyle bir kullanıma, ama zaman zaman olsa da, böyle eğreti olmayan bir kullanımı hatırlamakta yarar var.

Eğer “bütün”den (Ayşegül Denizci’nin de ima ettiği gibi) “her şey”i anlıyorsak, o zaman “bütün”ü çoğul olarak kullanamayız.

Tarihte, yalnızca düşünülmüş-düşünülebilecxek değil varolmuş-varolabilecek her şeyi kuşatma iddiasında olan, bu anlamda bütünlükten sözeden tek bir sistematik oldu: Hegel’in sistematiği... (Akla gelebilecek diğer adayları –Aristoteles, Aziz Thomas, Spinoza, Kant, Nietzsche– istenirse tartışmayı, daha sonraki bir nota bırakayım.)

Bu yüzdendir ki, öznellik gibi (enerji cinsinden) bir şeyin (iradenin, emeğin, arzunun, dürtülerin), kendisine kısmen yabancı (ama kendisinin aynı zamanda bir parçası da olduğu) bir dünyayı temellük ederk (sahip çıkarak, dönüştürerek) hem kendisini kurmasını, hem de onu insanîleştirmesini açıklamaya/anlatmaya kalkışan bütün girişimler eninde sonunda Hegel’i yeniden keşfetmeye varıyor. Bu çerçevede yalnızca Hegel’den 100 küsur yıl sonra Kojeve’nin, ondan 50 yıl kadar sonra Fukuyama’nın “tarihin sonunu” keşfetmeleri değil, Lacan’ın (Hegelci) Freud okuması da hatırlanabilir.

Gerçi Hegel’e, Kojeve’e, Fukuyama’ya karşı, tarihin henüz tamamlanmamış, Hegel’in kasdettiği bütünlüğün henüz kurulmamış olduğu iddia edilebilir. Ama bu iddia, yalnızca yaşanan, yaşanacak hayatları önemsizleştirmeme gibi iyiniyetli bir kaygının ifadesi olarak kalmayacaksa, her şeyden bahsetmemizi mümkün kılacak ve matematikten daha evrensel bir dilin ve bu dilin gerçeklik (fiiliyat kazanmasının) imkanını hayal edebilmemiz ve elbette bu hayalî dilin içinde yaşadığımız gerçeklikten daha kuşatıcı, daha zengin olduğunu iddia edebilmemiz lazım.

Ama şimdiye kadar ulaşabildiğimiz en evrensel, en bütünlükçü dil olan matematiğe göre kurulmuş bir dünyanın nasıl bir dünya olduğunu/olabileceğini biliyoruz: Onun adı (doğası gereği, küreselleşen) kapitalizm.

Dolayısıyla bu sınırlar içinde, bütünlüğün henüz kurulmamış olduğunu iddia etmemiz için, henüz her şeyin matematik bir dilde ifade edilebilirlik niteliğini kazanmadığını, yani henüz meta biçimini almadığını söylüyor olmamız gerekir (ki bu da herhalde doğru bir iddia olur).

Ancak, son dört küsur yüzyıllık tarih en azından şunu göstermişe benziyor: Eşyanın ve eşyayla kurulan daha farklı, daha arkaik, geleneksel ilişki biçimlerinin metalaşmaya karşı dirençleri, bu arkaik biçimlerin barındırdıkları herhangi bir içkin değerden çok, sermaye birikiminin yoğunluğu ve verili teknolojilerin kapasitesi tarafından belirleniyormuş gibi görünüyor. (Geçerken aklıma geldi: Son zamanlarda çok konuşulan dinin geri dönüşü fenomeninin, aynı zamanda ciddi bir şekilde kutsal olanın metalşması ile ele ele gittiği üzerinde yeterince durulmuyor. Oysa daha Protestanlığın doğuşu sıralarında bir sorun olarak dile getirilmiş bir olguydu bu.)

0 yorum:

27 Mayıs 2007 Pazar

Aydın ve Ay Işığı

Birçok insanın hedefi olabilir ve birçok insan da ulaştıkları noktadan geriye bakarak bir yolculuk yapmış olduklarını düşünebilir. Neticede yol düşüncesi bende bir hedefe gidişi ve bazen de daha iyiye gidişi çağrıştırıyor. Aydın daha iyiye giden veya belli bir hedefin peşinden koşturan mıdır? Burada içerikten de bahsetmemiz gerekmiyor mu? Çünkü birçok insan var çeşitli hedefler peşinden koşan, kimi sadece materyal kazançla ilgili yolların yolcusu olan. Kastettiğimiz, belki de içsel bir yolculuk ama bu alanda bile birçok insan hiç de tasvip edilmeyen yolculuklara çıkabilir. Sanırım Buda’nın uzun bir yolculuğa çıkmış olduğunu düşünebiliriz. Bu yolculuk birçok kişiye değerli de gelebilir. Bu anlamda bir aydınlanmadan da bahsedebiliriz ama bazıları eleştirecektir bu aydınlanmanın içeriğini. Aslında belki de hiç değer yargısı biçmeden, içeriğine bakmadan daha farklı bir değişimden bahsetmemiz gerekiyor aydını tanımlarken.

Örneğin Hitler bir aydın mıydı? Herhalde birçok yandaşı veya o dönemin Alman halkı bir aydın görmüşlerdir onun şahsiyetinde. Bir liderdi ama aynı zamanda karanlıktaki ay ışığı değil miydi? Türkçede aydın kelimesinin kökeni, zaman zaman hayranlıkla seyrettiğimiz, zevkine doyamadığımız sevgili uydumuz Ay’dan geliyor. Anlamı ay ışığı ve hem Kıpçaklarda hem de Osmanlı’da ışık ve parlaklık (sanırım zekâ parlaklığı da) anlamında; karanlığın karşıtı olarak da kullanılmış. Bizdeki anlamı da farklı değil: Işık saçmak, karanlığı aydınlatmak. Yani karanlığı ortadan kaldıran, önümüzü görmemizi sağlayan.

Yol metaforu sanırım daha çok modern çağın getirdiği bir şey. Bireysel bir yanı da var. Kendimizi daha bilgili kılmak için çoğu kez bir yerlere gitmemiz gerekiyor. Oysa yol metaforundan uzaklaşıp karanlığı aydınlatma açısından da yaklaşabiliriz aydına; belirsizliği ortadan kaldıran olarak. Bu açıdan bakınca bana çok daha uygun geliyor, en azından Türkçe bağlamında, aydını bütünle ilişkilendirmek. Karanlık ortadan kalktığında çevremizdeki bütün, tüm maddi ve manevi yanlarıyla, daha anlaşılır olur. Işığın aydınlattığı alan, eğer hemen önünde bir engel yoksa (ay ve güneşte olduğu gibi), gözün görebildiği tüm mekânı aydınlatır.

Parçayla uğraşan aydın daha farklı bir şey olmalı; belli bir yeri aydınlatan. Bu tür aydın aynı zamanda karanlığı ortadan kaldıran aydın mı? Sadece bir kısmını kaldırıyor ve bu da o aydını aslında bugün anlaşılan anlamda bir aydın (“evrensel aydın”) kılmıyor. Ya da sadece karanlığı kaldırdığı grubun, “parça”nın, ya da daha küçük bütünün aydını kılıyor.

Aydınlatma kavramına sadece Türkçede rastlanmıyor; birçok Hint- Avrupa dilinde de mevcut. O dillerde de aydın sözcüğüne benzer “illuminati” var. “Enlightened” sözcüğü de aydınlanmakla ilgili. Yani aslında asıl metafor daha ziyade aydınlanmak, karanlığı ortadan kaldırmak gibi gözüküyor ama bugün var olan ve belki geçmişte bazı durumlarda var olmuş yol metaforu da var. Belki de yolun sonunda karanlığı kaldıracak bir ışık söz konusu ama diğer yandan bu yol metaforunu hem modernitenin (belki bir parça İbrani dinlerin) ve özellikle Cumhuriyet Türkiye’sinin daha iyiye, daha gelişmiş olana veya kurtuluşa gidiş düşüncesiyle ilişkilendirebilir miyiz? Aydın, yolu aydınlatan mı? Denizdeki fener gibi.

Her iki durumda da aydın her zaman hayran olunacak bir şey gibi gözükmüyor. Karanlık çeşitli şekillerde aydınlatılabilir ve bazı aydınlanmalar bazı gruplar tarafından tercih edilmeyebilir. Benim asıl itiraz ettiğim nokta parça meselesiydi. Parça olarak anlatılmaya çalışılanın genellikle daha küçük bütün olduğunu ileri sürmüştüm. Sadece parçayı aydınlatacak bir ışık, bu parça gerçek anlamda bir parça olsa bile (yani daha küçük bir bütün değil), aslında aşırı derecede tehlikeli bir davranış, bir eylem olarak da düşünülebilir. Çünkü aydın kavramından anladığımız (ve sözcüğün etimolojisine baktığımızda da bu ortaya çıkıyor: ay-dın; buradaki -dın, eğer yaptığım araştırma beni yanıltmadıysa, dışarıya yayılan anlamını veriyor; yani aydan dışarı yayılan = aydın = ay ışığı), dışarıya doğru, bir çarpıtmaya uğramadan yayılan bir ışık, bir karanlığı ortadan kaldırma. Oysa parçayla uğraşan aydın (bu parça daha küçük bütün veya gerçek anlamda bir parça olsa da) bu eylemi kontrol altına almak, çarpıtmak, belli bir kanala sokmak zorunda ki, sadece belli bir kısım aydınlansın. Belli bir bütünün (veya daha büyük bütünün parçası diyelim) sesini duyurmaya çalışmakla sadece bu bütünle ilgili (veya parça) aydınlatma eyleminde bulunmak arasında aslında çok ince bir çizgi var. Parçanın sesini duyurmak bir anda sadece parçaya hizmet eden aydınlanma eyleminde bulunmaya dönüşebilir. Parçayı oluşturanlar açısından bu hiçbir şekilde sakıncalı olmayabilir ama parçanın dışında kalanlar açısından çok sakıncalı, “sadece-benim-grubum” davranışı ortaya çıkmış olabilir.

0 yorum:

25 Mayıs 2007 Cuma

25 Mayıs Acil Yol Tanımı

Ayşegül Denizci


bu durumda acil yol tanımı:)

aslında oturup sayfalar dolusu kendi öznel tanımlarımı mı yapmaya çalışmalıyım bu usta işi düşüncelere layık olabilmek için?
halil cibran'ın pek güzel anlattığı gibi... " bilgi sözcüğü, sözcüksüz bilginin gölgesinden başka nedir ki?"
usta tanımı biliyor zaten, skalayı çağrıştırmalıyım belki de yalnızca.
o halde şu sorularla?...
- "YOL" hedef midir?
-tanımlanmış bir hedefe gidiş midir?
-tanımlanabilir olandan çıkıp sürükleniş midir?
Ve Parça kendi bütününün tamamen farkında mı?
TIRTIL KANATLARI OLDUĞUNU bilir mi?
Aydının yolu; NE'yi bilmediğini öğrenme sevdasıdır kanımca.


Ben şiir seviyorum ya
Aydın diye kime dediğim konusunda
Sözü de Tagore 'a bırakıyorum, çiçek çocuklara özlemle…




ÇİÇEK OKULU
Gökte fırtına bulutları gürleyip haziran sağanakları boşanınca,
Bambular arasında tulumunu çalmak için ıslak doğu rüzgarı gelir fundalıklardan.
Ansızın çiçek sürüleri fırlar kimse bilmez nereden; çılgınca bir sevinçle oynarlar.

Anne, bana kalırsa çiçekler okula giderler yeraltında.
Derslerini kapalı kapılar ardında yaparlar; ders bitmeden çıkıp oynamak isterlerse, onları köşeye diker, cezalandırır öğretmenleri.
Yağmurlar gelince tatil olurlar.
Dallar birbirine vurur ormanda, yapraklar yırtıcı rüzgarda hışırdar, yıldırım bulutları dev ellerini çırpar, pembe, sarı, beyaz giysileriyle dışarı fırlar çiçek-çocuklar.

Biliyor musun, evleri gökyüzünde, yıldızların olduğu yerdedir anne.
Oraya çıkmak için nasıl da istekliler görmedin mi? Neden böyle tezcanlılar, biliyor musun?
Anlıyorum, kime kaldırıyorlar kollarını: benim gibi, onların da anneleri var.




"birbirimizi anlamadığımızı kabul ederek birbirimizle ilişkiye geçmek " harika bir düşünüş bana göre
Bu düşünceyi kendiliğimize de uygulasak keşke!
Sevgi ve şükranlarımla
ayşegül denizci

0 yorum:

23 Mayıs 2007 Çarşamba

Ayşegül Denizci'ye: Parça Bütün

Parça bütünden ayrı hareket edebilir mi? Aslında benim anlatmaya çalıştığım pek parçayla bütün arasındaki ilişki değil. Parça bence elbette bütünden ayrı hareket edebilir, özellikle konumuz toplumsal ilişkilerse. Burada bütünden ne anladığımıza bakmak gerekiyor. Ben daha çok bir karşılıklı iletişim ağı görüyorum ama bunu bir bütün olarak tanımlamıyorum. Tanımlanabilir ve zaten meselenin özünün de bu olduğunu düşünüyorum: Bütünler biz bütünler tanımladığımız için varlar. Benim gözümde insan bir parçadır, toplumsal bir parça ve doğumundan ölümüne kadar da bir parça olarak yaşar. Çevresindeki tüm toplam iletişim ağını algılayamaz. Kendi toplumsal bütününü oluşturur, oluşturmaya çalışır ama tüm ağı, her insanın kendi toplumsal bütününü kapsayan o büyük ağı bütünlüğü içinde algılayamaz. O yüzden hareket ederken değil büyük ağın, bu kendi yarattığı toplumsal bütünün bile nasıl hareket ettiğini bilemez. Bilmeye çalışır ve toplumsal iletişim burada devreye girer ama toplumsal iletişim hiçbir zaman mükemmel değildir, hiçbir zaman bütünün tüm bilgisini sunmaz. Dolayısıyla zaten parça her zaman bütünden ayrı hareket etmektedir. Ya da şöyle diyebiliriz: Hiçbir zaman bütünle birlikte hareket ettiğini bilemez. Bilemezse, o zaman böyle bir ilişkiyi keşfetmeye çalışmak da anlamsızdır. Bu ağ tek bir yönde ilerlese, belki böyle bir ilişkiden bahsedilebilir ama kanımca bir yığın hareket söz konusu ki, bu yüzden ağın kendisinin bir yere ilerlediğinden bahsetmek mümkün değil. Ağın boyutları büyüyebilir ama bu lineer değil, dairesel bir hareket bence.

Benim üzerinde yazdığım konuysa, aydınların bütünle uğraşmaktan nasıl vazgeçecekleri veya vazgeçebilecekleridir. Aydın olmayı belirleyen şey bütünle uğraşma arzusu değil mi? Aydının kendisi de her insan gibi eksiktir, bir parçadır ama onu farklı kılan, onun bunu aşmaya çalışmasıdır. Tersini yapacak bir aydın, yani parça olmakla yetinecek bir aydın neden aydın olarak adlandırılsın? Aydınlanmış olma ve aydınlatıyor olmak parça olmanın ötesine geçmiş olmaya işaret etmiyor mu? Yani böyle bir çabanın içine girmiş bir insan tipi tanımlamıyor mu? Postmodern düşüncenin büyük anlatılardan kurtularak yerele inme çabası, parçaya, eksik olana inmekle aynı şey değil. Burada daha küçük anlatılardan, sesini çıkartamayan bütünlere ait anlatılardan bahsediliyor. Yoksa eksik olanın ifade edilmesi değil hedef. Postmodern düşüncenin bu küçük anlatıları (ve eğer kastedilen birbirini anlayamayan küçük anlatılarsa) nasıl bütünle uğraşmadan bir bütün halinde kararlı bir yapıya dönüştüreceği meselesi hâlâ çözülmüş değil.

Bir parça olarak tüm parçaları kapsayan bir iletişim ağının içine doğuyoruz. Bu iletişim ağının içinden bir yığın bütün çıkartabiliriz veya bu ağın içinde bir yığın bütün tanımlayabiliriz. Bunu her insan bir şekilde yapıyor. Aydınlar bunu bir amaca dönüştürüyor: İletişim ağının tamamını nasıl tanımlayabiliriz? En iyi bütün nasıl tasarlanabilir? Bu kadar büyük düşünmenin sonuçsuz kalacağını düşünen bazı aydınlar çabalarını daha küçük bütünler üzerinde yoğunlaştırmaya çalışıyor. Olması gereken de bu. Tanımlanmaya çalışılan bütünün boyutları ne kadar küçük tutulursa, o bütün hakkında da o kadar çok şey bilinebilir. Yetersizliğini ifade eden aydınlar da çıkabilir. Asl olanın parçayı, eksik olma durumunu öne çıkartmak olduğunu ileri düşünebilir bazı aydınlar. Bu tür aydınların pek fazla şansı yok. Makbul olanlar, bütünle uğraşanlar. Tabii burada bir başka bütün projesi daha var diyebilirim. Birbirimizi anlamadığımızı kabul ederek birbirimizle ilişkiye geçmek. Bu yöntemin henüz denenmiş olduğunu sanmıyorum. Hele empati çılgınlığının her yere yayılmaya başladığı bugünlerde. Herkes empatik artık. Empatiye karşı değilim ama empati karşı tarafı anlamak anlamında kullanılıyorsa veya her empatinin doğal sonucunun sorunun çözülmesi olduğu düşünülüyorsa, yine aynı kapıya çıkmış oluyoruz. Karşı tarafı anlama çabası, diyalog kurma çabası desteklenebilir ama buradan karşı tarafı anlamanın mümkün olduğu sonucuna ulaşma bana pek inandırıcı gelmiyor.

0 yorum:

Ayşegül Denizci'ye: Yolda Olmak

Merhaba,
Yanıtım biraz uzun olduğundan, bu şekilde ayrı bir yazı olarak düzenledim.
Yaşamımızdaki çeşitli anları veya durumları yan yana getirdiğimizde bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz. Ama düşünüyorum da, bu yolda olma durumu daha çok bizim kurguladığımız bir şey. Birçok durumdan geçiyoruz veya birçok an yaşıyoruz ve aralarından bazılarını seçiyoruz, bunları kendimizi bir yoldaymış gibi görmemizi düşündürecek şekilde seçiyoruz. Oysa şöyle bir geriye baktığımızda, yaşadığımız tüm deneyimlerimizi gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımızda, iki nokta dikkatimi çekiyor: Birincisi bu deneyimlerimizden aslında birçok yol çıkartabileceğimiz ve bu arada hiçbir yere ulaşmamış başka yollar da tasarlayabileceğimiz. Fakat ikinci ve daha önemli olan noktaysa, yolumuzu bugünden geriye bakarak belirliyor olmamız. Bundan yıllar önce bugün ulaşacağımız noktayı biliyor muyduk? Çoğumuzun bilmiş olduğunu sanmıyorum. Yıllar sonra çok farklı bir yerde olabiliriz. Bunu da bildiğimizi sanmıyorum. O zaman bu nasıl bir yolda olmak diye kendime soruyorum. Evet, bir yerden bir yere gidiyor gibiyiz ama bu bir yolculuk şeklinde gerçekleşmiyor gibi. Üstelik aydınların durumuna baktığımızda, bugün var olan aydınlarımızın veya genelde aydınların büyük kısmının bundan yıllar önceki konumlarına, bulundukları yerlere baktığımızda, aslında hiç de yolda olmadıklarını görüyorum. Çoğu çok farklı yerlere varmışlar ve çoğu ne bugün geldikleri noktayı ne de genelde dünyamızın ulaştığı yeri tahmin edebilmiş değiller. Tam tersine, moda olmuş kavramlar ve argümanlar görüyorum. Yeni çıkmış bir kıyafet gibi, neredeyse tüm aydınlar aynı kavram ve argümanları benimsemişler. Sonra başkaları gelmiş, onları benimsemişler. Bu, nereye kadar yolda olmak şeklinde yorumlanabilir, açıkçası pek emin değilim. Neticede bugün ulaştığımız noktadan geriye doğru bir nokta belirlediğimizde, illa ki bir yolda olacağımız görülecektir. Bu aşağı yukarı herkes için geçerli olan bir şey diye düşünüyorum. Belki de “yol” kavramıyla anlatmak istediğiniz daha farklı bir şey.

0 yorum:

Yaşamımızdaki çeşitli anları veya durumları yan yana getirdiğimizde bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz. Ama düşünüyorum da, bu yolda olma durumu daha çok bizim kurguladığımız bir şey. Birçok durumdan geçiyoruz veya birçok an yaşıyoruz ve aralarından bazılarını seçiyoruz, bunları kendimizi bir yoldaymış gibi görmemizi düşündürecek şekilde seçiyoruz. Oysa şöyle bir geriye baktığımızda, yaşadığımız tüm deneyimlerimizi gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımızda, iki nokta dikkatimi çekiyor: Birincisi bu deneyimlerimizden aslında birçok yol çıkartabileceğimiz ve bu arada hiçbir yere ulaşmamış başka yollar da tasarlayabileceğimiz. Fakat ikinci ve daha önemli olan noktaysa, yolumuzu bugünden geriye bakarak belirliyor olmamız. Bundan yıllar önce bugün ulaşacağımız noktayı biliyor muyduk? Çoğumuzun bilmiş olduğunu sanmıyorum. Yıllar sonra çok farklı bir yerde olabiliriz. Bunu da bildiğimizi sanmıyorum. O zaman bu nasıl bir yolda olmak diye kendime soruyorum. Evet, bir yerden bir yere gidiyor gibiyiz ama bu bir yolculuk şeklinde gerçekleşmiyor gibi. Üstelik aydınların durumuna baktığımızda, bugün var olan aydınlarımızın veya genelde aydınların büyük kısmının bundan yıllar önceki konumlarına, bulundukları yerlere baktığımızda, aslında hiç de yolda olmadıklarını görüyorum. Çoğu çok farklı yerlere varmışlar ve çoğu ne bugün geldikleri noktayı ne de genelde dünyamızın ulaştığı yeri tahmin edebilmiş değiller. Tam tersine, moda olmuş kavramlar ve argümanlar görüyorum. Yeni çıkmış bir kıyafet gibi, neredeyse tüm aydınlar aynı kavram ve argümanları benimsemişler. Sonra başkaları gelmiş, onları benimsemişler. Bu, nereye kadar yolda olmak şeklinde yorumlanabilir, açıkçası pek emin değilim. Neticede bugün ulaştığımız noktadan geriye doğru bir nokta belirlediğimizde, illa ki bir yolda olacağımız görülecektir. Bu aşağı yukarı herkes için geçerli olan bir şey diye düşünüyorum. Belki de “yol” kavramıyla anlatmak istediğiniz daha farklı bir şey.

0 yorum:

Her şeyi anlamasak, biraz da eksik kalsak.

Devrim tartışmasıyla ilgili fikirlerimi sunmaya devam ediyorum. Aslında doğrudan konunun kendisinden çok aralarda dikkatimi çeken bazı noktalar ilgimi daha çok çekiyor. Sonunda elbette devrim konusuyla ilgili bazı fikirlerim de olacak. Fikirler çekici, derin ve karmaşık olduğundan ve tabii başka şeylerle de ilgilenmek gerektiğinden bu şekilde ilerleyebiliyorum ancak. Bu sefer Utku Özmakas'ın bir yazısında geçen anlama konusunda söylenmiş bazı şeyler anlamanın ne olduğu konusunda düşünmeye itti beni. Utku Özmakas şöyle yazmış yazısının ilgimi çeken bu kısmında. Ben burada sadece anlama üzerine yazacağım.

Utku Özmakas:
Yani ben ideolojik bir birlik olarak –çeşitli dünya görüşlerini içinde barındıran- “ulus-devletçi proje”nin “içinden” değilim ancak temel argümanlarını anlıyorum. Onları onayladığımı söylemiyorum. Onaylamak, katılmak ve anlama arasındaki ayrıma dikkat çekiyorum. Eğer Nizamettin’in dile getirdiği gibi içinden olmadığım için diğer doğruları “hata” olarak kabul etmeye dayanan bir “ideolojik birlik” nosyonu yalnızca kendi düşmanını yaratarak kendine yol açan bir bakışın ürünü. Eğer “anlama” böyle bir şey olmasaydı, yani öteki’ye eğilmenin bir yolu olmasaydı o zaman zaten konuşamazdık? Birini anladığımızı varsayıyoruz ki eleştiriyoruz. Yani “ideolojik birlik” ifadesini yalnızca “faşist” çağrışımlar içerisine hapsetmenin, kavramları belli bir görüşün boyunduruğu altına sokmanın bir anlamı yok.

Anlama ne zaman gerçekleşir? Bir şeyi anlamaya çalışan “ben bunu anlıyorum, bunu kavrıyorum” dediğinde mi? Yoksa bir şeyi anlatmaya çalışan “sen beni anlıyorsun” dediğinde mi? Anlamak, süreç tamamlandığında anlaşılmaya çalışılan gibi olmak değil midir? Eğer anlamaya çalıştığım gibi olamıyorsam, onu ne kadar anlıyorum? Ben milliyetçiliği anlıyorum dediğimde ne kadar anlamış oluyorum milliyetçiliği? Çünkü anlamış olsam, milliyetçi olmam gerekmez mi? O zaman iki farklı anlama söz konusu değil mi? Bu iki farklı anlama birleşecek bir ortak alan bulabilirler mi? Bu iki farklı anlamanın birbirlerini ortak bir anlama düzlemi çerçevesinde anlayabilmeleri ortak bir söylem üretmelerine bağlı olduğuna göre, nasıl iddia edebiliriz diğerini anladığımızı? Benim tektanrıcı bir dindarla “Tanrı”nın varlığı konusunda anlaşabilmem sonunda onun getirdiği önermeleri ve akıl yürütme şeklini kabul etmeme bağlıysa, nasıl ortak bir anlama çerçevesinden bahsedebiliriz? Benim düşüncemde onu ona katılmadan anlamam mümkün olabilir ama onun düşüncesinde onu anlamak ona katılmaksa veya ona katılmıyor olmam onu anlamamış olmamın işaretiyse, daha işin başında bir sorun çıkmıyor mu? Dolayısıyla aslında anlama-şamıyoruz, diğerini anladığımızı sanıyoruz. Belki de yapılması gereken, diğerini anlayamadığımızı, anlamadığımızı kabul etmemizi sağlayan bir pratik çerçevesinde diğeriyle ilişkiye girmeye çalışmak, “öteki”ni anlamaya değil, onun gerçekten ulaşılamaz anlamında öteki olduğunu kabul etmek ve buradan yola çıkarak birbirimize dünyalarımızda karşılıklı biçimde yer vermeye çalışmak olmalı. Belki de diğerini ve her şeyi anlayabileceğimizi getiren söylemin (modern söylemin) kendisini sorgulamamız gerekiyor.

Beni anlamaya çalışan zihniyet neticede anlaşılmadığımı iddia etmeme, ileri sürmeme yol açan zihniyetin diğer yüzü değil mi? Nasıl oluyor da bir yandan diğerinin de benim gibi olmadığını, onun doğrularına da yer vermek gerektiğini savunacağım ve diğer yandan o da dahil her şeyi anlayabildiğimi ileri süreceğim? Farklı doğruların var olmasının nedeni her şeyi aynı görmememiz değil mi? Mesele, diğerinin şikâyet ettiği “bütünün” onun üzerinde oluşturduğu hegemonyadan kaynaklanmıyor mu? Hegemonyaya karşıyım, çünkü farklı doğrularıyla, farklı bakış açılarıyla, farklı yaşam tarzlarıyla var olan diğerleri var. Ama iş anlamaya gelince, hiçbir farklılık görmüyorum ve böylece hegemonyayı hâlâ sürdürüyorum? Çünkü ben herkesi ve her şeyi anlayabilirim. Bu sadece bana mı özgü, yoksa diğer türdeşlerim de bunu becerebiliyor mu? O zaman mesele ne? Birbirimizi anlayabiliyorsak, neden anlaşamıyoruz? Çünkü birbirimize katılmıyoruz. Diğerinin getirdiği şeye katılmıyoruz ama anlıyoruz. Hayır, anlamıyoruz, sadece anladığımızı sanıyoruz veya varsayıyoruz ve bunu doğruların üstünde bir ilkeye dönüştürüyoruz.
Diğerlerinin canını yaktığımız en önemli nokta da tam burada. Onlara kendilerine özgü, sadece kendilerinin anlayabileceği hiçbir şey bırakmıyoruz. Onlara ait olup benim anlayamayacağım hiçbir şey olamaz. Kavganın merkezinde olan sorun da bu. Bırak, bende de sadece benim anlayabildiğim ve senin anlayamadığın bir şey olsun. Aksi takdirde ben nasıl bana ait olana veya seninkinden farklı olana ait olabileceğim, böyle bir aidiyet geliştirebileceğim? Yaşamımda ve senin yaşamında sadece benim anlayabildiğim, sadece bana ait bir deneyim olsun. Bunu sadece ben anlayabileyim ve sen anlayama, bunun sende yarattığı eksiklikle yaklaş bana. Bunun üzerinden konuşmaya başlayalım. Anlayamadığımız yanlarımıza rağmen neler yapabiliriz, bunu konuşalım. Nereden çıktı bu, herkesin diğerini anlayabilmesi meselesi. Anlasaydın, şu anda benim yanımda olurdun. Çünkü beni anlamak benim gibi davranmak demek. Bunun dışındaki eksik anlamadır ve sorun da bu eksiklik aracılığıyla var olmanın bir yolunu henüz bulamamış olmamızdır.

Aydının rolü bütünü kurtarmayacak çözümler üretmek olmayacaksa, ilk önce her şeyi anlayabilme ama bazı şeylere katılmamam söylemini, daha doğrusu pratiğini bırakması gerekmektedir. Ancak bu noktada bütünden kopup parçanın dünyasına adım atılabilir; aksi takdirde parçalar değil, daha küçük bütünler söz konusudur. Bütünü terk edip parçanın dünyasına girmek eksik olmayı gerektirir, her şeyi anlayamamanın, görememenin getirdiği eksik olmayı, ve bu şekilde var olmayı öğrenmeyi. Bütünün parçası ile tek başına parça, bütünü görememenin, anlamamanın getirdiği, ortaya çıkardığı parça birbirinden çok farklıdır. Bu biçimde aydın olmak, günümüz dünyasının getirdiği normlar açısından bakıldığında, mümkün mü?

1 yorum:

18 Mayıs 2007 Cuma

Aydın bütünle uğraşmak zorunda...

Utku Özmakas şunu yazmış:

"Çağın tini" sizin de
[İskender Savaşır] Mesele'deki [Mart 2007] söyleşinizde ifade ettiğiniz üzere bütünle uğraşmayı olanaksız kılıyor. Öyle ki artık aydının rolü de "bütün"ü kurtaracak çözümler üretme olmamalı. Söz konusu üç argümanın da taşıdığı "bütün(lük)" kaygısı bana olanaksız bir deneyimi çağrıştırıyor.

Bütünle uğraşmanın ve bunun zorunluluğunun olanaksızlaştırıldığını sanmıyorum. Belki uğraşılan bütünlerin boyutları ufalmış ya da bir ekip çalışması içine girilmiş olabilir ama sonuçta bütünlerle uğraşılıyor, bütünler üzerine kafa yoruluyor.

Her ne kadar global düşünüp yerel davranmak gibi bir slogan yerleşmişse de, bu nasıl oluyor ben pek anlayamıyorum. Niye global düşünme ihtiyacındayız? Eylemimizi, düşündüğümüzü yaşama geçirirken bizim dışımızdaki dünyayı da hesaplarımıza katmak için değil mi? Eğer bunu yapıyorsak, eylemimiz veya davranışımız nasıl yerel olabiliyor? İnsan fiziksel olarak hem burada hem de başka bir yerde olamayacağına göre, zaten her zaman yereldir. Herhalde bahsedilen bu değil. Buradaki yerel, bir sınır çizmeyle ilgili. Kastedilen muhtemelen bir mahalle veya işle evimiz arasındaki dünyamız da değil. Bu tür dünyada davranışta bulunabilmek için global düşünmenin bir anlamı yok. Zararlı bile olabilir. Niye global düşünürüz ki zaten? Daha global veya küresel oluşumların, gruplaşmaların temelini atmak, bu tür yapılanmalara destek olmak için değil mi? Bunu bir kafamızın bir yerinde tutarak tekrar yerel sorusuna dönecek olursak, burada kastedilen aslında fiziksel bir yerel değil, sadece gördüğümüz, dokunduğumuz, konuştuğumuz küçük, çok küçük fiziksel dünya değil bahsedilen. Daha büyük bir şey ve hatta bazen İstanbul boyutlarında bir kent (bazı yerlerde ülke deniyor bu boyutlardaki yerleşimlere), bir bölge veya hatta bir ulus-devlet toplumu. Sanki kastedilen, “küresel düşün, ulusal veya kültürel davran” gibi bir şey. Neticede çok da yerel bir davranma söz konusu değil, sadece daha ufak bir bütünün sınırları içinde davranış geliştirmekten bahsediyoruz. Bu bir.

İkinci meseleyse, yine başta değindiğim, global bakış açısı veya stratejisi ürettikten sonra nasıl yerel davranıldığı sorusu? Tüm diğer “yerelleri” dikkate alarak veya bunlar üzerinde hegemonik bir yapıya dönüşmüş küreselleşmenin değerlerinden hareket ederek üretilen eylem-öncesi safhanın sonucunda ortaya çıkan eylemin, davranışın neresi yerel oluyor veya nasıl sadece yerel oluyor? Bir kere davranışın kendini ifade ettiği alan zaten çoğu kez yukarıda tanımladığım fiziksel yerel değil, daha ufak küresel anlamında bir yerel (boyutları değişen). İkincisi, davranışı üreten beyin, verilerinin önemli bir kısmını ve hatta bu slogana göre tamamını (verilerinin bir kısmı veya tamamının ve tüm analizin globalliği söz konusu bu slogana göre) globallik üzerinden alıyor, üretiyor ve işliyorsa, davranışın kendisi nasıl yerel olabilir? Yerel demekle yerel olmaz. Eylemin ne tür iletişim ağlarının sonucu olarak biçimlendiğine bakmak gerekiyor. Davranışınızın düşünsel kaynağını büyük çapta Batı Aydınlanmacılığına borçluysanız ve yereliniz Andaman adaları veya o kadar abartmaya da gerek yok, herhangi bir Doğu Asya ülkesiyse, pek yerel davranmış olmuyorsunuz. Tabii burada global düşünmeden ne kastedildiğini de sorgulamak gerekiyor?

Bu yazının başındaki aydının rolünün bütünü kurtaracak çözümler üretmek olmaması gerektiği meselesine gerek dönecek olursak, benim savunduğum tam tersi: Aydının rolü bütünü kurtaracak veya yeni bütünler kuracak, kurgulayacak çözümler üretmek olmalı ve hatta aydın, bunu yaptığı sürece aydındır. Aydın bunu bir ekip çalışmasına dönüştürebilir ve günümüzde bu yönde bir eğilim var ama her aydın kafasının bir yanında bir bütünle ilgili kaygılar taşır, bunları çözmek için çözümler üretir, üretmeye çalışır.

Bütünlerle uğraşmanın olanaksızlığına katılıyorum. Böyle bir şey hiçbir şekilde mümkün değil. Uğraşılan bütün her zaman seçilmiş ve muhayyel bir bütündür; her zaman bütünü sorgulayan veya bütünün görmek istemediği, arka plana attığı veya sesini duyuramayan, öyküsünü anlatamayan parçalar vardır ama bu, bir bütünle uğraşıldığı sonucunu değiştirmiyor. Önemli olan, uğraşanın bir bütünle uğraştığını kabul etmesi. Ve sesini duyuramayan, öyküsünü anlatamayan grupların sözcülüğünü yapmakta olan aydın bile bir parça bağlamında değil, bir bütün bağlamında çabalamaktadır. Sesini duyuramamamın ve bunun için mücadele etmenin kendisi bir bütünle uğraşma çabası değil mi? Neden sesimizi duyurmaya çalışalım, eğer bir bütünle uğraşmıyorsak? Sesimi duyurarak yaşama isteğinin kendisi hem bir bütünün parçası olmanın hem de yerelin dışına çıkmak istemenin ta kendisi değil mi?Sesini duyurma söyleminin kendisi ne tür bir yaklaşımın ve dünyanın ürünü? Tarih, bütünle uğraşmayan aydını kaydetmemiştir. Edemez, çünkü tarihin parçası olmak için bütünle uğraşmak gerekmektedir; tarih, bütünle uğraşmanın farklı bir alanıdır.

Aydının rolünün biran için bütünü kurtaracak çözümler üretmek olmadığını düşünelim. Peki, o zaman nedir bu rol? Kimin aydınından bahsediyoruz? Nasıl bir aydın bu? Medeniyet denen oluşumun, yaşam tarzının aydını değil mi düşündüğümüz? Şu anda Türkiye’de, Avrupa’da ve dünyada hangi aydın bütünle uğraşmıyor, bütünü daha iyi düzenleyecek çözümler üretmeye çalışmıyor veya daha iyi bütünler hayal etmiyor? Toplumsal bir varlık, toplumsal bir hayvan olarak insanın bütünü kurtarmaya çalışmaması, bununla uğraşmaması biyolojik olarak nasıl mümkün olabilir? Farklı bütün anlayışları tanımlayabiliriz ama bütünle uğraşmamak, bütünü kurtarmaya çabalamamak insanın bir özelliği değil; bu özelliğin edinilmesi gerekiyor. Aydınsa, bu tür bir özelliği edinmede en az başarılı olan insan tipidir; zaten aydın, bu yüzden aydındır.

2 yorum:

17 Mayıs 2007 Perşembe

Devrim elbette teknik bir mesele

Merhaba,

Bir süredir ilgiyle izlediğim devrim tartışmasına katılmaya karar verdim. Katılımım daha çok kısa kısa yorumlar, sorular, eleştiriler şeklinde olacak. Yani orasından burasından didikleyeceğim yazılanları ama zaten sanırım blogculuk da böyle bir şey: Düşüncelerimizi herhangi bir şekilde sınırlandırılmadan kafamızda belirdikleri biçimleriyle sıralamak.

Devrimci miyim, pek emin değilim. Solculuk olabilir. Devrimci olmadan solcu olmak mümkün mü? Sanırım evet. Üstelik sosyalist olmadan ve hatta sosyalizme karşı çıkarak solcu olmanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Neyse bunlara daha sonra gelmek dileğiyle, şimdi devrim tartışmasında kafama takılan bazı noktalara değinmek istiyorum.

Nizamettin Uygar şöyle yazıyor:

Ve Devrim asla; Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uyma gayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndan çıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.

Kısacası, Devrim, teknik bir mesele değildir...Konu benim için önemli ve değerli.Sizin için anlamı nedir?...'

Herhangi bir tanım yapmadan eylemde bulunmak mümkün mü? Çoğu zaman devrimlerin tanımlanmadığını düşünüyoruz ama tam tersine fazlasıyla tanımlanıyorlar. Yoksa her devrimden sonra gelen mahkemeleri nasıl açıklayacağız? Bunun dışında bir devrim anlayışını savunabiliriz ama eğer bu devrimi insanlar yapacaksa, ben pek mümkün olduğunu düşünmüyorum, tanımlardan ve tanımlara uymadan kurtulmanın. Bu açıdan bakınca aslında devrim de diğer toplumsal gruplaşmalar gibi teknik bir mesele bence. Her şeyden önce kalabalıkları bir araya getirme gibi gayet teknik bir sorun söz konusu. Ne kadar romantik yaklaşımlar ve duygulanmalar içinde olursak olalım, devrimleri başarıya ulaştıranlar arzuları doğrultusunda hareket edenler değil, devrimi bir teknik mesele olarak ele alanlar olmuştur. En iyi ve en tehlikeli devrimciler meselenin teknik yanını en iyi şekilde kavramış olanlardır. Devrimleri coşturanlar şairler ve sanatçılar olabilir ama bitirenler, sonuçlandıranlar ve başarıya ulaştıranlar hiçbir zaman onlar olmamıştır; en azından bugüne kadar. Keşke tersi olsaydı. Çok güzel devrimler gerçekleşebilirdi. Fakat maalesef olamıyor veya bugüne kadar olamadı. Çünkü devrimlerin başarıya ulaşmaları tamamen teknik meselelerin çözülmesine bağlı.

0 yorum:

16 Mayıs 2007 Çarşamba

16 Mayıs İbn Arabi: İlk İzlenimler

Kısmen Helsinki hakkında daha önce yazdıklarımdan ötürü, burada bulunduğum süre içinde şehirdense İbn Arabî’nin biyografisini okumakla vakit geçirdim; onun hakkında not tutmak daha çok ilgimi çekti.

İbn Arabî’yle tanışmaya başlamanın üzerinden daha bir ay geçmedi. Bu yüzden, eminim burada yazacaklarım bir sürü eksikle, hatayla dolu olacaktır. Bunu, bir ihtiyat kaydı olarak düşmekle başlayalım ama madem ki, birlikte düşünmeye –ve öğrenmeye de– cüret edeceğiz, bu ihtiyat payına rağmen yazmaya devam edelim.

Füsus’ül Hikem’in girişinde, çok sağlam ve bazı unsurlarını başka yerlerden de –Sokrates’ten, Pico della Mirandola’dan, Heidegger’den– tanıdığımız bir akılyürütme ile karşılaşıyoruz. (Kitap yanımda olmadığı için akılyürütmeyi tam olarak onun kendi terimleri ile yeniden kuramıyorum.) Buna göre varolan her yaratık, Allah’ın doğasını kendi doğasına göre bilir (burada doğru terimin “doğa” olduğundan emin değilim). Oysa insan, Allah’ın şu ya da bu ismini değil, O’nun bütün isimlerden “münezzeh” olduğunu bilir. Bu bakımdan, insanı diğer yaratıklardan ayıran “pozitif” bilgilerinde, yetenek, becerilerindeki bir farklılık, fazlalık değil, bir tür “negatif” bilgidir (via negativa).

Ancak bu negatif bilgiyi birkaç ayrı doğrultuda açımlamak mümkün– insanın kendisinin, aslen bir doğası olmadığı için mi, Allah’ı da bir “yokluk” olarak kavrar? “Nefsini bilen Rabbi’ni de bilir” hadisi doğrultusunda… Bu yorumlama doğrultusu Arabî’yi sözgelimi Pico’ya yaklaştıracaktır. (Bu durumda “negativite” –olumsuzluk– bilgimizin değil, nesnenin bir vasfı oluyor.)

Diğer yandan, bu “negatif bilgi”yi Heidegger’in sözünü ettiği, varlık’la varolanlar arasındaki farkın bilgisini çağrıştıracak şekilde yorumlayabiliriz. Yani, bu durumda insanın “negatif bilgisi” yaratıklar hakkındaki bilginin Yaradan hakkında bilgilenme konusunda yol gösterici olmayacağıdır.

Şimdi yazacaklarımdan emin değilim ama galiba tasavvuf’ta ve genel olarak İslam geleneğinde “teşbih” kavramı ile kasdedilen yol bu galiba– yani eğer benim buraya kadar anladıklarım doğruysa, İbn Arabî teşbih yolunu kapatıyormuş gibi görünüyor. Ama ilginç olanı, insanı ayırt eden bu bilgi türünün, olumsuzluk kipinde söylenmiş bir cümleyle ifade ediliyor olsa da, pozitif bir içeriği olması… (Hiçbir şey bilmediğini bilen Sokrates, bunu bilmekle yine de bir şeyi biliyor olur. Bu yorumda Tanrı’nın “münezzeh” olduğu bilgisi, yaratıkları bakımından aşkın olduğu bilgisi ile eşanlamı olarak okunabilir.)

Bu iki yorum arasındaki fark, pratikte (fiilen, varoluşsal olarak) ne anlama geliyor, tam olarak kestiremiyorum, ama “for the record” böyle farklı iki yorum mümkünmüş gibi görünüyor.

0 yorum:

14 Mayıs 2007 Pazartesi

14 Mayıs Bireysel Devrim: Vagon ve Lokomotif

Ayşegül Denizci

benim çevremde bu konular üzerine düşünen kimse olmadığından
kendimi biraz "shreck -yeşil derili, çocuk filmindeki bir karakter:) gibi hissediyorum.
sizi bulunca nedense kendi türümden birini görmüş kadar sevindim.

dev bir hologramı...
marx'ı ve aydınlanmayı anlamaya çalışırken
d-evrimin yolculuğuna insanlık tarihinin gelişimi açışından bakınca ,
bugün geldiğimiz yerde;

"İnsanların varlığını belirleyen onların
bilinçleri değil,

tersine bilinçlerini belirleyen

toplumsal varlıklarıdır
."


diyen bir söylemden farklı ? bir yöne girdim galiba

yani bilinç bireyde yol alıyor... bana sorarsanız hep böyle idi.

toplumu tek tek bireyler oluşturuyor...bu yüzyılın iletişim araçları bireyselliğe çok büyük olanaklar tanıyor.

üretim araçlarını ve ilişkilerini yapılandırmak açısından da...kollektif bilinç oluşturmak açısından da.



" İnsanın düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlarının, tek sözcükle, insanın bilincinin, maddi varlığının koşullarındaki, toplumsal ilişkilerindeki ve toplumsal yaşamındaki her değişmeyle birlikte değiştiğini kavramak için derin bir sezgiye gerek var mıdır? "



diyen marx, insanlığın sonunda sosyalizme varacağını söyledi.

bu kehanetin

"ben" demenin "biz" demek le aynı şey olduğunu farkeden insanın eseri olacağını düşünüyorum.



bireysel d-evrimi Tanrılar Okulu (Stefano Elio D'anna -alteo yayınları-) çok çarpıcı bir dille anlatmış.

"öz gözlemleme, öz düzeltmedir."

...bu da içindeki antogonist aracılığıyla gerçekleşir.

...mükemmelliğin onun acımasızlığıyla, ölümsüzlüğün de onun görünüşteki ölümsüzlüğü ile gerçekleşir."



kuantum düşünce, bütün insanlığın kurtuluşunu "ben"im içimdeki antogonistle yaptığım işbirliğine bağlıyor.

yani arno gruen'in bahsettiği "yarılmayı " atlatarak kendi bütünlüğüme ulaşmama.

anneye buradan çıkıyoruz... özerkliği reddedilmiş oğul olarak şiddet eylemci erkeğe... oradan şiddet egemen ataerkil topluma ve eşitliğin bütünlenmişliğine dayanamayacak kadar yarılmış... güç peşinde kahramanımıza.

bu döngüyü tersine döndürünce ortaya kendi özerkliğinde bütün varoluşun sorumluluğu ile hareket eden bütünlenmiş birey çıkıyor.

ne ütopya!!!!

düşünüyorum...var mısınız?

0 yorum:

12 Mayıs 2007 Cumartesi

11 Mayıs Tanıtımlar ve Geçmişin İzleri

Bazı arkadaşlar bu blogun bir tanıtım, –yayın, müzik, video, sergi vb tanıtımı– amaçlı olarak da kullanılmasını istiyor. Bu doğrultuda ilki tanıtım, Ayşegül Denizci’den gelen tantımı genel olarak "hakkımızda" etiketi altında saklayacağım.

Aşağıda kasdını eksik ya da yanlış aktarmak pahasına Ayşegül Denizci'nin Arno Gruen’in Kendine İhanet (Çitlenbik Yayınları) kitabından hareketle yazdıklarından bir bölüm aktarıyorum:


bir kadın olarak kendimizi farketmemizi sağlayan erkeklerin;
"erkek olmak" modelini ,
bir kadın olan annelerinden
-ki ezilen ve kendilerini "zayıflık ve çaresizlik " duygularıyla dışa vuran kadınlardan öğenmeleridir.
bu durumda
oğul, annenin kahramanı olmalıdır.


Açıkçası benim tüylerimi ürperten bir öneri… Belki bir ara üzerine daha ayrıntılı olarak yazabilirim. Ya da daha iyisi, şimdiden üç beş yazmaya çalışayım: En zaından temel adalet (yani adaletin en kaba, ama en azından en nihaî ilkesi, eşitlik açısından) “oğlun annenin kahramanı olması” gerektiği ilkesi, hangi bakımdan “kadının erkeğin annesi olması” ilkesinden farklı? Tabii, bu iki talebin mükemmel bir şekilde örtüştüğü durumlar düşünmek mümkün. Baştan sona hiç izlemedim ama bildiğim kadarıyla Hitchcock’un Sapık’ta (“Psycho”) filmini yaptığı tam da böyle bir durumdu…

Sorun yalnızca adalet ya da eşitlik meselesi de değil… Annelerin oğullardan kahramanlık talebi, belki bütün kahramanlık taleplerinin ilk örneği ve kaynağı, yani tam da erkek şiddetinin oluştuğu yerdir.

Tabii, yanılıyor olabilirim. Belki de, Ayşegül Denizci’nin vaz ettiği tam tersidir; oğlunun “zayıflık” ve “çaresizliği” içinde kadınları /(anneyi) örnek almasıdır. (Her özddşim gibi bu özdeşim de çeşit çeşit tehlikelerle yüklü olsa da.) Gerçekten benim de, kadın hareketinin uzun vadeli etkisinin, bütünlenmeyi değil, kendi eksikliği, çaresizliği içinde durmayı deneyen bir öznelliğin oluşmasına yapacağı katkı olacağı…

Yine de… Sorun yalnızca kahraman arıyor olmak da değil… Psikanalizin dili ya da genel olarak karşılaştığımız nesnelerde, kişilerde, geçmiş nesnelerin izini arayan her dil, bizim tekrarlarla örülü doğal zamana aidiyetimizi, demek ki, ölüm içgüdüsünün ifadesi olan, “hastalıklı” yönümüzü araştırmaya çok daha yatkındır. Bir anlamda, bu dilden koptuğumuz ölçüde, öğrenme, ilerleme, olgunlaşma gibi ideallerin hükmü altındaki insanî zamanın örgüsüne katılabiliriz.

1 yorum:

10 Mayıs 2007 Perşembe

10 Mayıs Devrim: "Ortaklaşa Düşünmeye Cüret Etmek"

Utku Özmakas



Öncelikle biraz geç yanıt verdiğim için kusura bakmayın. Gündelik hayatın sürüklediği yerden çıkmak bazen çok zor olabiliyor...

Nizamettin’in ilk yazdığı yazıya cevaben yazdığım yazıdaki bir noktaya dönmenin diyalogumuz açısından oldukça önemli olduğuna inanıyorum.

Sayın Uygar’a bakılırsa (ki burada “açık seçik” bir ifadesi olmadığı için bıraktığı izin Derrida’ya yönelik bir taş olmadığını savlayabilir. Yani söylediklerimin bir aşırı yorum olup Sayın Uygar’ın düşüncelerinin dışında bir yere düşmesi riskini göze alıyorum.

Daha önce de belirttiğim üzere yanıtım yine Uygar’ın söylediklerinin dışına düşebilir çünkü temel ereğim yalnızca bir polemikte taraf olmak değil “devrim” ve buna bağlı olarak “politika pratikleri” üzerine bir şeyler söyleyebilmek.

Nizamettin’in yanıtına Marx’ın ‘dünya kulübelerden başka, saraylardan başka görünür’ alıntısı ile başlaması dikkatimi çekti. Ben bu alıntıyı nesneyi bilme derecemizle nesneye yakınlığımız arasındaki ilişkiyi vurgu yapan bir tümce olarak ele alıyor, tıpkı Nizamettin gibi. Ancak sorun şu ki bizim diyalogumuza böyle bir alıntıyla girmenin anlamı nedir? Yani aramızda “devrim” düşüncesine bir tane kulübeden bakan bir tane de saraydan bakan mı var? Alınganlık mı gösteriyorum? Hayır! Çünkü hemen bu alıntının ardından “tercih ettiğim bir yaşama dair, deneyimlerimden çıkan sonuçlar üzerinden kurduğum cümleler” diye bir tümce geliyor. Söylem çözümlemesi yapacak filan değilim. Alanım değil, belli bir uzmanlığım da yok. Bu nokta dikkatimi çekiyor o kadar. Yani amaç nedir? Lacan’ın özgün ve klasik savını yeniden hatırlayalım: “Dil bilinçaltı gibi yapılanmıştır.” O zaman bu ifadeler hangi bastırılmışın dönüşü?

Gelelim bir başka önemli noktaya... Nizamettin yine bir tanımlama düşüncesine girişiyor ve şöyle diyor:

(...)Utku’nun ‘imkânsızın deneyi’ diyerek dudak bükmesine, bunu yaparken de cümleleri tahrif etmesine, yazıya bir deney nesnesi muamelesi yapıp, sonuçlarına kendini inandırmasına; ‘İdeolojik birlik’ ile ‘doğruların ideolojik birliği’; ‘iktidardan uzaklaşma’ ile iktidardan uzaklaşma cüreti’ arasındaki farkı ve ‘ ‘yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması’ fikrinin tarihini ve bu fikre anlamını veren öznelliği de yok sayan bir bakışa karşı da yazmaya çabalıyorum.

“Yazıya deney nesnesi yapmak?” Açıkçası bu muğlak ifade hedef şaşırtmakla kalmıyor aynı zamanda içinde su olmayan bir şişeden su içmeye çalışmaya benziyor. “Deney nesnesi” ifadesinin bütün pozitivist çağrışımlarını bir kenara dahi koysak yazıya nasıl “deney nesnesi” muamelesi yaptığım açık değil. Ben söz konusu yazının dayandığı temel argümanları bağlamından çekip çıkarıp üzerlerinde bir okuma gerçekleştirmiyorum. Yazıya ne muamelesi yapmam gerektiğini merak etmiyor değilim. Öğrenmekten korkan bir insan değilim. Hatta “bugün bir şey öğrendim” ifadesi kadar ferahlatıcı bir ifade de bilmiyorum. “Dudak Bükmek?” Açık ve seçik bir biçimde üç argümanı ele alıyor ve onlara tam da Nizamettin ifadesi ile “dudak büküyorum”. Evet, bunu açık açık söylüyorum. Peki insan neye “dudak büker”?

“İdeolojik birlik” ve “doğruların ideolojik birliği” arasında varsaydığı farkı açıklarken de şöyle diyor, Nizamettin:

Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir. Ben bu birliğin dışındaysam, bunun ideolojik bir birlik olup olmadığı, bu birliğin doğru ya da yanlış şeyler söyleyip söylemediği hakkında bir yargıda bulunamam. Ben içerden bir bakışın sonucu olarak, bu birliği sağlayan ilkeleri tek doğru, bu doğruları hayatı belirleyen temel yasa, bunun dışındaki her pratiği ‘hata’ olarak yargılayıp, bizi ahlakın tahakkümüne hapseden, benin mutlak doğruluğuna hükmeden… Dünya görüşünü ‘doğruların ideolojik birliği’ olarak ifadelendiriyorum. Umarım farkı anlatabilmişimdir.


Öncelikle bu ifadedeki ikiliği de tartışmaya açmak gerekecek. Yanıtının ilerleyen bölümlerinde Nizamettin’in “’iktidar ve özne arasına kesin çizgi çizilmeli mi, çizilmemeli mi?’’ gibi sorulara, bahsi geçen yazı muhatab değildir…” diyerek yazısının söz bahsi geçen ikiliğe dahil olmadığını, bu tartışmanın içinde olmadığını söylediği açık bir ifadesi olsa da burada da sınır taşını “öteki” olarak belirleyen bir ifade bütünlüğü var. “İçeriden” ifadesini kullanıyor. Neyin içinden? “Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir.” denerek tanımlanan ancak üzerinde “üye değilseniz giremezsiniz” yazan bir tabela olan bir “ideolojik birlik”. Anlamadığım şey niye bir “ideolojik birlik”e “Avcılar Derneği” muamelesi yapıldığı. Yani ben ideolojik bir birlik olarak –çeşitli dünya görüşlerini içinde barındıran- “ulus-devletçi proje”nin “içinden” değilim ancak temel argümanlarını anlıyorum. Onları onayladığımı söylemiyorum. Onaylamak, katılmak ve anlama arasındaki ayrıma dikkat çekiyorum. Eğer Nizamettin’in dile getirdiği gibi içinden olmadığım için diğer doğruları “hata” olarak kabul etmeye dayanan bir “ideolojik birlik” nosyonu yalnızca kendi düşmanını yaratarak kendine yol açan bir bakışın ürünü. Eğer “anlama” böyle bir şey olmasaydı, yani öteki’ye eğilmenin bir yolu olmasaydı o zaman zaten konuşamazdık? Birini anladığımızı varsayıyoruz ki eleştiriyoruz. Yani “ideolojik birlik” ifadesini yalnızca “faşist” çağrışımlar içerisine hapsetmenin, kavramları belli bir görüşün boyunduruğu altına sokmanın bir anlamı yok.

Tüm bunların yanı sıra karşılaştırmak istediğim iki ifade var. Çünkü “ideolojik birlik” ile “doğruların ideolojik birliği” arasında bir ayrım yapılmış ancak ayrımın dayandırıldığı kriter yeterince açık değil. “Biz bir dünya görüşü etrafında birlik kurabiliriz ve buna ideolojik birlik diyenler olabilir.” deniyor. Vurgu yapmak istediğim nokta “dünya görüşü etrafında”. İkinci tanımlama ise “ideolojik birlik”le arasında fark olduğu savlanan “doğruların ideolojik birliği” konusunda: “Dünya görüşünü ‘doğruların ideolojik birliği’ olarak ifadelendiriyorum.” Bu tanım da da “dünya görüşü” ifadesine vurgu yapmalı. İyi de ayrım nerede? Açıkçası iki ifade arasında hiçbir ayrım yok. Daha da ötesinde ayrım olmasına da gerek yok. İdeoloji, öznenin doğru olarak kabul ettiği bilinç içeriklerinin bir toplamı, dünyaya karşı tavrının bir ifadesidir. Nizamettin’in vurgu yaptığı “bir aradalığın olanağı olarak hata” tanımlamasına sonuna kadar katılmakla birlikte -kendi adıma hep korktuğum- “hata fetişizmi”ne de dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.

Nizamettin’in yanıtını okurken “devrim” konusunda bazı hususlarda ortak düşüncelere sahip olduğumuzu daha açık bir biçimde gördüm. Yine de ifadeler konusunda benim açımdan kimi pürüzler yok değil. (Ben bu yanıtı yazdıktan ama gönderemedikten çok sonra benzer bir ricanın İskender Savaşır tarafından da dile getirildiğini okudum.) Öncelikle “cüret” ifadesini özellikle yanlış okumayı tercih ettiğimi baştan dile getirmiştim. (Çünkü bu yazı yalnızca Nizamettin’in ifadelerinin dışında kalma riskiyle kendini kurabilirdi. Çünkü asıl mesele “devrim” hakkında konuşabilmek.) Bu nedenle “cüret”in benim içinde oldukça değerli olduğunu dile getirmeliyim. Eğer söz konusu “cüret” olmasaydı “devrim”den söz bile edemezdik. (Ki bence “ortaklaşa düşünme”yi bu kavram üzerinde sürdürmek bana oldukça önemli görünüyor.)

“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” ifadesine gelirsek ilk metne dönmek gerekiyor.

Devrim benim için: (...) yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir.

Ben de bu muğlak ifadeyi referans alarak yaşamın steril bir şey olarak görülmesinin tehlikesinden söz ediyorum. Yani ben Nizamettin’in burası “konuşulamayacak olan yerdir” diyerek eleştirdiği şeyi eleştiriyorum. Kısacası tam olarak aynı şeyi söylüyoruz aslında.

Ve “hayalet”... Yazdığım yanıtım “sebeb-i telif” tam olarak “hayalet değildir” ifadesinin kafamda yarattığı korkunç bir “yanlış anlama” çağrışımıydı. “Hayalet kavramı üzerine konuşacaksak kaynağından konuşmayı tercih ederim, yani Komünist Manifestonun başlangıç cümlesinden” demiş Nizamettin. Açıkçası çok fazla söyleyecek bir şeyim yok. Çünkü ben ifadeyi Derrida’ya ilişkin bir eleştiri olarak ele almıştım. Ötesini tartışmaya ne yazık ki şu sıralar zamanım yok –bu arada zaman bulursam umarım “Derrida ve Devrim” üzerine bir şeyler yazabilirim-.

Bu yanıttan anladığım oldukça klişe bir ifadeyle kafamızdaki kavram karışıklığın sürdüğüdür. Diyaloga girerken her seferinde kavramlarımızı yeniden ve yeniden tanımlamak ve de bu işten kesinlikle gocunmamalıyız.

[Not: Ben “ortaklaşa düşünmeyi ‘cüret’ üzerinden sürdürmeliyiz” derken sayın Savaşır da konuyu benzer bir noktaya getirmiş. Farklı bir yönden de olsa konu post-kolonyalizme ve “madun”lara doğru gidiyor gibi... Evet, ya cüret edemeyenler? Biraz daha bildiğim bir alandan konuşayım. Spivak’ın meşhur sorusu aklımda yankılanıyor: “Madun konuşabilir mi?”]

Sevgiler...

İyi çalışmalar...

0 yorum:

9 Mayıs Helsinki İlk İzlenimler

İlk izlenimlerin barındırması kaçınılma olan haksızlıkla yazıyorum şimdi yazacaklarımı… Ama diğer yandan, ne zaman “ilk izlenimler” desem, çok uzun yıllar önce okumuş olduğum bir psikoloji araştırması geliyor aklıma. Araştırmanın metodolojisini falan hatırlamıyorum ama bulgularına göre, kişiler arası ilişkilerde ilk izlenimler, ilişki derinleştikçe değişiyor, farklılaşıyor ama aradan ‘yeterli’ zaman geçtikten sonra insanlar ilk izlenimlerine geri dönüyorlarmış. Hoş, benim Helsinki ile aramda o kadar vaktin olacağını sanmıyorum.

Şehre Pazar günü indik. Pazar gününün olağan kasveti ile de birleşince şehrin, hâlâ rahatsız etmeye devam eden ‘ölçek sorunu’ birleşince üzerimize bir ağırlık çöktü. Şehrin her yanına ama özellikle merkezine (tren istasyonu çevresine) 1930’ların devletçi (Stalinist, Nazi) estetiği egemen.



Şehrin her yanından görünen devasa Protestan Katedral (“Dom”) herhalde şimdiye kadar gördüğüm en çirkin, en şekilsiz, oransız binalardan biri…



İnsan kendini şöyle bir fanteziye kaptırıyor (en azından ben kendimi böyle bir fantezinin içinden düşünür buldum):

Bu şehri aslında başka bir ‘ırk’, ne bileyim ben mesela “troller” inşa etmiş. Sonra neden olduğu bilinmeyen gerekçelerle, kavgasız gürültüsüz çekip gitmişler; şimdi burada yaşayan (ve onlara, “trollere” nisbetle ‘cüce’ addedilmesi gereken) bir ırkın mensupları kendi inşa etmedikleri bu mekânda, bir dekorun içinde yaşar gibi barınıyorlar. (Fantastik olmayan, yaşanmış tarihte olayların tam olarak öyle seyretmediğini, II Dünya Savaşı sırasında bağımsız kalabilmiş üç beş Avrupa ülkesinden biri olan Finlandiya’nın bu bağımsızlığı Finlerin Almanlar’a ve Ruslar’a karşı sürdürdükleri, oldukça zorlu geçen bir mücadeleye borçlu olduklarını hayal meyal biliyorum.)

Ama şehirde ‘karaoke’nin bu kadar yaygın bir eğlence olmasını, bu bakımdan (“zalim”) bir eğretileme olarak okumak mümkün. Finler kendi belirlemedikleri, söylemedikleri, hatta belki oluşumuna bile katılmadıkları bir şarkıyı söyler gibi yaparak yaşıyorlar: Bağımsızlığın bedeli…

İnsanın başka Avrupa şehirlerinden alışkın olduğu gıcır gıcırlığın izi yok burada… Tozlu ve köhne… Lokantalarda kapkacak da öyle, sokaklar da, vitrinler de… Köhne, geçkin, salıverilmiş… Esas sorun her şeyin çok pahalı olması da değil; sanki paha ile albeni arasındaki bir ilişki kalmamış gibi…

Belki bu albenisizlik yüzlerde gördüğüm donuklukla da ilişkilidir. İnsanlar yalnızca malları değil kendilerini de pazarlamak, yabancıların gözüne açmak, orada bir değer kazanmak için bir gayret göstermiyorlar. Bakışlarında kışkırtıcılık ya da davetkârlıktan eser yok. Bu bakışın daha da ileri gitmiş bir halini bir zamanlar “drop out” diye nitelenen, hırssız insanların gözünde de görmüştüm. Bir zamanlar biraz imrenirdim; şimdi o kadar cazip gelmiyor.

Tabii bütün bunlar bir tüketicinin gözünden tutulmuş notlar. Ama insan bir turist olarak gezdiği bir şehirde ancak bu kadarını görebiliyor.

Tenha bir şehir… İlk nüfusun 200-250 bin civarında olduğunu tahmin etmiştim; 600 bine yakınmış. Anlaşılan geniş bir alana yayılmış, özellikle takımadalara… Şehirle “sayfiye”nin bu şekilde iç içe geçmesi “drop out” izlenimini derinleştiriyor. Herhalde herkes gibi onların da bir işleri güçleri vardır; sabahları işe gidenleri görüyorum ama yine de iş kavramını, disiplinini vitrinlerde gördüğüm mallarla, gördüğüm o bakışla bağdaştırmakta güçlük çekiyorum.

Tabii, bir de insanın içini sızlatan karşılaştırmalar var. Finlandiya nüfusunun %6’sının anadili İsveçce’ymiş. Finlandiya ise resmen çift dilli bir ülke… Helsinki’de sokak adları Fince ve İsveçce olmak üzere iki dilde yazılıyor.

Ama tabii, onların durumu farklı; kendilerinin de resmî belgelerinde telaffuz ettikleri gibi, Fince yabancılar için son derece zor, konuşuması ve anlaşılması son derece zor bir dil. Komşu ülkelerdeki dillerden (Estonca hariç) neredeyse hiçbiriyle aynı aileden değil; benim de doğrudan tanıklık edeceğim gibi, ‘tanıdık’ diğer dillere en ufak bir çağrışımları yok…

Tabii bir insan hakları konusundaki son derece zaaflı konumları var insanın içini sızlatan….

0 yorum:

8 Mayıs 2007 Salı

6 Mayıs Helsinki'de İlk Gün

Bir gün maiyeti de de çevresinde olduğu halde Yahya bir Yuğan (…) bu zata rastladı. “Ona işte çağımızın abidi Ebu Abdullah el-Tunsi,” denilince, Melik durup yaşlı adamı selamlamak üzere atının dizginlerini çekti. Gösterişli kıyafetler içindeki Melik, selamını iade eden yaşlı adama “Ey Şeyh, bu kıyafetle namaz kılmam caiz midir?” diye sordu. Ebu Abdullah güldü. Melik “Niye gülüyorsun?” diye sordu. “Anlayışının kıtlığına, nefsinden ve halinden tamamen cahil olmana! Hiçbir şey sana bir leşin kanları içinde yuvarlanarak onu iğrenmeksizin yiyen, ama kirlenmesin diye işerken bacağını havaya kaldıran bir köpekten daha çok benzeyemez. Reayanın gördüğü bütün adaletsizliklerden mesul tutulacağın halde, sen kalkıp giysilerini soruyorsun!” Melik gözyaşlarına boğuldu, atından indi ve hemen o anda tahtını terk ederek Şeyh’in hizmetine girdi. Şeyh onu üç gün misafir etti. Dördüncü gün geldiğinde “Ey melik! Emredilen üç misafir etme günü doldu. Kalk ve odun toplamaya git,” dedi.

Melik odun topluyor, topladıklarını başının üstünde taşıyarak Tilimsan pazarına getiriyor ve orada onu gören insanlar ağlıyordu. Odunlarını satıp yiyecek ihtiyaçlarını alan Melik, artanı sadaka veriyordu. Ölünceye kadar bu şehirde kaldı ve şeyhinin yanına gömüldü. Şeyh ondan dua istemeye gelenlere “Yahya bin Yuğan’a gidin, o tahtını bırakmış bir meliktir. Eğer Allah beni böyle imtihan etseydi, belki tahtımı terk edemezdim” derdi. (s. 40)

0 yorum:

6 Mayıs 2007 Pazar

6 Mayıs Devrim Tartışması- Reformculuk, iktidar mücadelesi ve diğer kavramlar üzerine

Nizamettin Uygar’ın açtığı devrim kavramı tartışması üzerine bir şey yazmamış olmak bir süredir beni huzursuz ediyor. Demek, blog’un yazma açısından bir de böyle bir işlevi var: yeni bir ‘müşevvik’, bir basınç ve, ne yalan söylemeli, bir sıkıntı kaynağı...

Nizam’ın yazısını takip etmek kolay değil. “Devrim’den bahsederken hangi varluş düzlemine işaret ediyor? Geleneksel olarak anladığımız şekliyle siyasal bir proje olmadığı aşikârmış gibi gözüküyor. Bir kimliğin ifadesi mi? Ya da belki de hayat karşısındaki bir tavrın, bir duruşun? Kendi deyişiyle “bir pratik, bir süreç” olarak devrim...?

Yazmaya tarihsel öncüllerden hareketle, dünya savaşları konjontürünün miraslarından biri olarak değerlendirdiğim “devrimcilik-reformizm” ayrışmasını ne kadar tehlikeli bulduğumu söylerek başlayacaktım ki, daha bu noktada tereddüde düştüğümü farkettim. Gerçekten öyle mi? “Devrimcilik” ve “reformizm” belirli tarihsel koşulların yarattığı ve artık miyadını doldurmuş, işlevselliklerini yitirmenin ötesinde ufuk kapayan birer adlandırmadan mı ibaretler?

Yoksa iki birbirine ingirnemez ruhsal dinamiklerin ihityaç ya da taleplerinden kaynaklanan farklı duruşlar mı? Bu yönleriyle içinde adlandırıldıkları tarihsel konjonktürleri aşan, daha kalıcı, istikrarlı, inatçı (hayır, “evrensel” demeyeceğim) yapıları mı ifade ediyorlar?

Reformist duruşun temelinde yattığını düşündüğüm adalet talebini kavramsal düzeyde açık-seçikliğe kavuşturmak güç olsa da (Platon’un Devlet’ini okumuş olmak gerekmiyor “adalet” kavramını tanımlamanın güç olduğunu kestirmek için), verili bir durumda olan bitenin, yapılanların adil olmup olmadığına karar vermek, üstelik bu konuda bir fikirbirliğie varmak da o kadar güç değildi. Dolayısıyla adalet talebinin (ve ex hypothesi reformist duruşun) kaynaklık ettiği davranış tarzını üç aşağı beş yukarı kestirebiliyoruz:

Reformist olmak demek, okul-aile birliği toplantılarına, toplu sözleşme görüşmelerine, parti içi mücadelelere, seçim propagandalarına ya da bürokratik ayak oyularına katılmaya gönül indirmek, bütün bu alanlarda mevzi kazanak üzere iktidar mücadelesinin kirine pasına bulanmak demek. (Konu ilgi çekiyorsa, Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanı’na da bakılabilir, Sartre’ın Kirli Eller’ine de...)

Devrimci duruşa gelince... Bugüne kadar (benimsediğim zamanlarda benimki de dahil olmak üzere) tanıdığım örnekleri, son kertede romantizm kaynaklı bir aşkınlık talebi ile ilişkiliymiş gibi duruyor. Bu bakımdan da, Derrida’nın kavramı kullandığı metinlerini okumamış olmakla birlikte, Umut Özkanas’ın kullandığı imkansızın deneyimi bana tanıdık gelen şeyler çağrıştırıyor. (bilenlere buradan sorayım: “imkansızlık deneyimi” Lacan’ın jouissance talebi ile ilişkilendirilerek anlaşılabilir mi?)

Bütün bunlar devrimcilikle arama koyduğum mesafeyi gerekçelendirmek için benim aklıma gelen çağrışımlar, başvurduğum mülahazalarla... Açıkçası, Nizam’ın yazdıkları bu çağrışım-mülahazalarda ifadesini bulan endişeyi yatıştırmıyor. İktidardan uzaklaşma”ya “cüret” gibi buram buram ahlakçılık kokan bir niteleme eklemekle ne kazanıyoruz. (“Cüret” edemeyen, “cümle mahzunlar, mağluplar, yılgınlar” ne yapacak?)

“Yaşamdan olumsuzun sökülüp atılması” bana oldukça dayanıksız bir ütopya dışında bir şey çağrıştırmıyor. Diğer yandan hangi kavramsal çerçevenin bir yandan böylesi bir deyyişe başvururken, diğer yandan antagonizmadan bahsetmeyi mümkün kıldığına aşina değilim.

Bütün bunların, yanı zaman bizim tekbaşına “iktidar” kavramı ile kuşatmaya çalıştığımız değişik olgular için yeni kavramsallaştırmalar öneren Spinoza’dan Negri’ye uzanan bir düşünce çizgisi ile ilişkili olduğunu duymuşluğum var– ama galiba hepsi o kadar...

Bulanık da olsa sezgilerim de yok değil Nizam’In “kurucu güç”le ne kasdediyor olabileceği hakkında, ama galiba Nizam’ın kullandığı temel kavramlar konusunda daha açıklayıcı olmasına ihtiyacım var.

0 yorum:

2 Mayıs 2007 Çarşamba

2 Mayıs Üslup Sorunları

“Michelangelo'nun elinin Meryem'in yüzünü yontarkenki davranışları ile kumaşın kıvrımlarını yontarkenkileri arasındaki ayrım niçin önemli?” diye sormuştum; İştar da sormuş.

(Üslup hakkında çok genel bir not: Net’teki ortamların hangilerinin, ne kadar özel, ne kadar ortamalı, kamusal olduğu hakkında etraflı bir tartışmaya ihtiyacımız var. Şimdi, biz Defter’i çıkarken çok tartışmıştık, birbirimizden sözederken, brbirimize gönderme yaparken, birbirimizi ön isimlerimizle “Nurdan”, “İhsan”, “Bülent” diye mi anacağız, tam isim mi vereceğiz, diye... Birbirimizden “İhsan Bilgin” vs diye sözetmek yadırgatıcı geliyordu ama ikinci tarzın ima ettiği ‘laubalilik’ de kulağımızı tırmalıyordu. Hem, tam da kaçındığımız şeylerin belki başında, yazdıklarımızı bir iç tartışmaya dönüştürmek geliyordu.

Ama şimdi...? Bu notların benim için şimdilik en önemli yönü, yazma konusundaki sıkıntılarımı, engellerimi aşmaya çalışmak. Ama burada İştar’dan bile “İştar Gözaydın” diye bahsedecek olursam, artık iyice elim kolum bağlanmış, nasıl devam edeceğimi bilemez, ne yazmakta olduğumu anlayamaz olurum.

Bir şey daha: Yazmak konusunda çektiğim güçlüğün ne kadarını “psikolojik bir zaaf” olarak değerlendirmem gerektiğini, ne kadarının arkasında duracağım, yazma konusunda meşru bir tereddüdü ifade ettiğini kestiremiyorum. Yani yazmakta çektiğim güçlük üzerine de yazamıyorum.)

İştar’ın da sorduğu soruya gelince... İz bırakmakla ifade etmek arasındaki ayrımı, başlangıç olarak herhalde iradî olanla olmayan (yani hüner, alışkanlık, praxis, beceri, hatta habitus gibi kavramlarla yaklaşmaya çalıştığımız varoluş tarzı) ayrımı çerçevesinde düşünmek gerekiyor. Ama bu izi sürmeye henüz hazır değilim; yazmak için hazır olmayı beklersem de, o zaman bu notlar için kendime vermiş olduğum “izin”i geri almış olacağım. O yüzden, şimdilik Rönesans’da sanat üzerine düşünenlerin sanatçının kendine özgülüğünü, bireysellliğini, üslubunun tderğiştiremediği yönlerini anlatmak için kullandıkları “aria” (hava) terimi ile üslubunun öğrenerek, hiç değilse belli bir süre için benimsediği yönlerini anlatmak için kullandıkları “maniera” (daha çok bizim kullandığımız anlamda “üslup”a yakın bir kavram) ayrımının ufuk açıcı olabileceğini düşünmüş olduğumu söyleyeyim. Ama iyisi mi, ben şimdi “üç Rönesans ustası ve dört anne” üzerine tuttuğum notlara döneyim. Sonra herhalde bir ara bu konuya da geri dönerim.

0 yorum: